5 Kasım Pazar günü “Düşmanı tanı, dağıt ablukayı” başlığı ile gerçekleştirdiğimiz konferansımızda Umut-Sen Kent Çalışmaları Grubu adına konuşan Burcu Arıkan’ın “Kentleri geri kazanabilmek için sınıf eksenli bir mücadeleye ihtiyacımız var” başlıklı konuşmasını kamuoyuyla paylaşıyoruz.
İşçi sınıfı için her zaman bir savaş alanı olan kent artık çok daha geniş kesimleri zorluyor. Kira ödemenin, insanca yaşamanın gün geçtikçe daha büyük bir çoğunluk için imkansızlaştığı bu dönemde yıkımlar, yerinden etmeler durmaksızın devam ediyor. Evleri başına yıkılan insanların videolarını paylaşmak, aynı “kabul edilemezleri” tekrar etmek ve artan kiralara boyun eğmek cenderesine sıkıştık.
Tozkoparan ve Fetihtepe örneklerinde gördüğümüz üzere mahalle dernekleri, siyasi kurumlar ya da meslek odaları bu sorunların önünü kesmekte yetersiz kaldı. Bazı örneklerde önemli kazanımlar olsa da bunlar tekil, parçalı mücadeleler olmaktan çıkıp kentlere yayılamadı. 6306 sayılı kentsel dönüşüm yasası 2012’den bu yana her gün güçlenirken muhalefet bunun karşısında etkin bir cephe öremedi. Hatta “düşmanı tanı” başlığına kusursuz bir örnek olarak ana muhalefet vekilleri, belediyeleri onayladı, kullandı. Şimdi de iktidar yasayı çok daha kapsamlı bir gasp için yeniden düzenliyor. Kente dair tüm sözleri ve pozisyonları baştan sorgulamanın ve ezberlerin yerine sorular koyarak başka bir yol açmanın aciliyeti ortada.
Mekana dair inkar edilemez yenilgimizi önümüze koymak ve sermayenin pratiklerini, ilişki ağlarını anlamak için emek vermek zorundayız. Söz söylemiş olmanın hafifliği artık bize ağır gelmeli. Bunların ne yerinden edilen insanların hayatlarında bir karşılığı var ne de giderek büyüyen barınma sorununa sunabileceği bir reçete. Kentleri kazanmak için sınıfın ana eksen, özne olduğu devrimci bir mücadelenin tek seçenek olduğu çok açık.
Mahallelerde devrimcilerin olduğu bir geçmişin söylemiyle yetinmeyi de devrimci bir tutum olarak göremeyiz. Geçmiş deneyimlerin üzerine bir taş koymadan, salt nostaljisiyle bir yere varmak mümkün değil. Kaldı ki güncellenmemiş bir politik hafızayla yürünen bu yolda ne mahalleler eski mahalleler ne kent o eski kent. Hepimizin her an evsiz kalmakla yüz yüze olduğu, kimsenin bir mahallede kök salamadığı, kapitalizmin herkesi istediği gibi oradan oraya savurduğu, merkezlerin dağıldığı, OSB’leri ve depolarıyla çeperlerin her geçen gün kalabalıklaştığı bir gerçekliğin, bizzat işçi sınıfından çıkacak bir mücadele pratiğini keşfetmek ve örgütlemek zorundayız.
Mahalleye kepçenin geldiği an, sermaye zaten kazanmış oluyor. Yıkılmış evinin başındaki kadınla ağlamak da sorumluluğumuz, ama o evin yıkılmasını engelleyecek bir güç oluşturmadan bu ağıtçı pozisyonda durmak hepimizi rahatsız ediyor olmalı. Bizi ediyor. Biz düşmanı tanımak, her adımından bir adım önde olacak bir güç oluşturmak gerektiğine inanıyoruz.
Yaşadığımız kentler bakanlıkların, belediyelerin dev bütçeleriyle gerçekleşiyor. Her bir taşını biz karşılıyoruz. Onlar ise bize bizim paramızla yaptıkları işlerin reklamını yapıyor, yoksulluktan sokağa çıkamadığımız bir gerçekliğin içinde sürekli alkış bekliyorlar. Minnettarız, arttıkça artan vergiler karşılığında birkaç metrekare park, birkaç çorba dağıtımı kafamıza atıldığı için. Sözüm ona şeffaf yönetimler, katılımcı şehircilikler havada uçuşuyor. Biz de katılmak istiyoruz tabi, ama turnike yetersiz bakiye diyor, biz bu şehirlerde yaşayamıyoruz.
Mesaiye gidip gelmekten ibaret hayatımızın saatleri toplu taşımada geçiyor. Açlık sınırında hayatta kalabilmek için her gün mobbingle, gelecek kaygısıyla, iş cinayetleriyle sınanıyoruz. Kalan zamanda insanca bir hayat için ne enerjimiz var ne paramız. Şehir, işçi sınıfı için bu demek. İçine sıkıştığımız bu cenderede belediyeciler bize otobüsün, trenin aslında ne kadar ucuz olduğunu söyleyip duruyor, zam diyor ve onların muhalif kariyerlerini sürdürebilmemiz için bizden fedakarlık talep ediyorlar. Çünkü bizi kurtaracaklar ama gel gör ki bütçeleri yok. Çok üzücü gerçekten. Oysa bizi işe getirip götüren makam arabalarımız bile yok. Yanlış anlaşılmasın, burjuva siyasetçilerden “otobüsle işe gidiyormuş” şovu talep edecek değiliz. Hayır, siz makam arabalarına binin, düşman düşman olarak kalsın çünkü dayattığınız bu sefaletin ucuz bir taklidini, bizimle alay etmenizi kabul etmiyoruz. Evimizin elektriği kesildi parodilerinizin karşısında bizim hakikatimiz duruyor. Makineye bağlı hasta çocuklar ödenemeyen elektrik faturası yüzünden ölüyor. Tamam, bunlar için bütçeniz yok, anladık. Sizin önemli projeleriniz, kazanacak seçimleriniz var.
Kampanyalar için yıldız mimarlar şehirlerimizi çiziyor, tasarlıyor. Ne büyük gurur! Yıldızlar bize çok uzak ama olsun, marka değeri ve seçimleri kimin kazandığı bizden kıymetli. Otobüsün camına yapışmış nefes almaya çalışırken billboardlarda görüyoruz, muhalefet ya da iktidar belediyelerinin kentimize kattıkları “değerleri”. O projeler mahallemize kira artışı getirecek, birkaç durak daha çepere sürüleceğiz, yıldızlardan biraz daha uzaklaşacağız. Hiç durmadan yeni yollar açılacak. Bunlar için tonlarca dış borca girilecek. Sonra bizi borçla hayatta tutan kredi kart avanslarının faizleri artacak. Her metro çıkışı “ulaşıma 5 dakika mesafede” reklamıyla kiralara üçer beşer eklenecek. Olsun şehrimizin altında trenler vızır vızır işliyor, evden işe götürüp getiren yollar uzadıkça uzuyor. Çeperlere ulaşıyor trenler. Şehrin iki yakası bir araya geliyor. Ama hikayenin sonunda işçilerin iki yakası bir araya gelmeyecek, burada anlaşalım.
Kurtuluş vaat eden muhalefeti ve senelerdir sömüren iktidarı ve beşli onlu çeteleri… 6 Şubat’ta milyonların evi başına yıkıldığında o enkazların ruhsatlarını vermiş olanlar bunlardır. Koskoca enkaza bakıp “hepiniz oradaydınız” demek dışında bir tespitin geçerliliği yok. Seçime kadar deprem bölgesinde şov yapanlar bugün o boşluktan çıkacak rantı hesaplıyor. Yandaş denilen Kalyon depremle yerle bir olan Antakya’yı havalı muhalif kesimlerle birlikte ayağa kaldırıyor. “Her şey çok güzel olacak” diyenler de bu masalarda oturuyor. Gözümüzü boyamak için haydi siz de katılın deyip vapurların koltuk rengini seçtiriyorlar. İşte işçi sınıfının önüne attıkları şehir bu…
Kamu projeleri kimin elinin kimin cebinde belirsiz taşeron firmalara ihale ediliyor. O ışıltılı ofislerde günlerce uyumadan projeler yetiştiren, yıldızları yıldız yapmak için hayat ışığı sönen kent emekçileri hesabına asgari ücret yatır, elden geri ver usulüyle bugünden emekliliğini bozdurarak çalışıyor. Şantiyeler işçi mezarlığına dönüyor. Bu şehrin bizim yaşamamıza değil, ucuz emeğimize ihtiyacı var. Bartın’daki madenciye “bize kömür lazım, sizin keyfiniz değil” diyen ses her sabah beynimizin içinde, bu şehrin her köşesinde yankılanıyor. Aynı ses depremin yası tutulmadan bir sanayi odası başkanının sesi oluyor: Bize OSB’lere yakın konteynerkent lazım, acilen işçi lazım diyor.
Trenler hızla yapılmalı, binalar hızla yükselmeli, araziler ACELE KAMULAŞTIRILMALI, enkazlar apar topar kaldırılmalı. Bize kendi kıyametimizi inşa etmemiz için “hadi hadi” diyip duruyorlar. Seçim kampanyalarına, reklam panolarına yatırıyorlar okullara aç giden çocukların hayatını. Razı olmayan herkesi sürerek, kodlarla damgalayarak yapıyorlar. Bilet paralarını arttırıp seferleri azaltarak, bizi insanlık dışı bir istifin içinde yaşamaya mahkum ederek yapıyorlar.
Bürokratları, teknokratları, akademisyenleri bir araya gelmiş, aklımızla, onurumuzla dalga geçiyorlar. O esnada belediye işçileri açlık sınırında yaşıyor. Sarı sendikanın TİS görüşmesinden çıkacak 3 kuruş zammı bekleyen işçi 20 senedir temizlik yapıyorum, gözlerimi kaybettim kimyasallardan diye sinir krizi geçiriyor. Yarın sabah işe giderken bir bakın, “bütçe yok” cümlesini arayın belediyelerin, bakanlıkların, şirketlerin billboardlarında. Ne kadarı sizin, çocuğunuzun yarınına bir umut veriyor düşünün. Bu reklamlar açıkça anlatıyor: Geleceği kuracak olan şey ne sermaye, ne onun bahçesi olmuş kurumlar.
Bu kentleri çizenler, inşa edenler, temizleyenler, doyuranlar, kargosunu taşıyanlar, domatesini üretenler, toplu taşımasını sürenler, tüm hayatları oradan oraya savrularak geçen ama bir gece huzur içinde uyuyamayanlar olarak 6 Şubat’ta büyük bir acı ile gördük ki sadece işyerlerinde ölmek değil bize reva görülen, müstakbel enkaz evlerimizde de güvende değiliz. Bize bunu dayatanların uykularını kaçıracak bir mücadele dışında hiçbir yolun, yöntemin bize evimizde hissedecek bir şehir vaat etmediğini bilerek sizleri de bu şehirler işçi sınıfının olana kadar birlikte mücadele etmeye davet ediyoruz.