Yedi senedir her yıl düzenlediğimiz konferanslarımızda altını ısrarla çizdiğimiz gerçek şudur: “Türkiye artık 2000’ler öncesi Türkiye’sinden çok farklı bir ülkedir. Bu ülke çok büyük dönüşümler geçirerek kentleşmesini yüzde seksen oranlarında tamamladı, tarım ülkesi olmaktan çıkarak giderek düşük katma değerli sanayi üreten bir ülke hâline geldi. Bugün Türkiye, tarihinin gördüğü en büyük proleterleştirme, mülksüzleştirme sürecini yaşıyor. Emekçi halkımızın yüzde sekseni işçileşmenin, mülksüzleşmenin, yoksullaşmanın sorunlarıyla boğuşuyor. Hukuk yanlarında değil. Emperyalist merkezlerden planlanan üretim, sömürü, iş bölümü çerçeveleri doğrultusunda, emperyalizmle entegrasyonu derinleşmiş holdingler ve yerel yandaşlarının kuvvetli ağlarının oluşturduğu oligarşik nitelikli merkezden yerele bir işgal saldırısı altında yaşıyoruz. Enerji, maden şirketleri ya da OSB’ler için yeni alanlar açılsın diye tarım arazileri ormanlar yağmalanıyor, on bin yıldır aynı yerde yaşayan halk oradan sürülüyor. Emekçilerin tarlası, konutu el konulacak bir birikim olanağı olarak görülüyor. Devlet artık tüm mekanizmalarıyla ve ilişkileriyle holdinglerin arkasına dizilmiş holdingci bir kuvvet olarak hareket etmektedir. Tarafsızlık, hakem rolü diye bir şey yok bugünün devletinin kamu idaresinin tüm erklerinin emekçiler karşısındaki somut konumlanışında.
Bu çıkar zincirleri organize bir şekilde işgal ordusu gibi hareket ediyor. Üniversitesinden, tarikatine, medya araçlarından, mafya çetelerine Türkiye’de her yapı ucuz iş gücüne ve yoğun sömürüye dayanarak var oluyorlar. Tüm kurum ve kurallarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin güncel temeli budur. Emperyalizmin içsel bir olgu olduğu tespitinin güncel tezahürü bu işbirlikçilik sarmalı, bu merkezden yerele inşa edilmiş oligarşik ağdır. Bu zemini sorunsallaştırmadan bu zemine saldırmadan emperyalizme, kapitalizme karşı mücadele soyut teorik önermelerden, tarihten bugüne keyfi aparılmış liberal saflaşma mesnetleriyle tanımlanan sosyalistlik, devrimcilik iddialarından ibaret kalır.
Öyleyse bütünü görmek açısından en tepeden en dibe kadar halka halka birbirine bağlanan sömürü ve çıkar ilişkilerini deşifre edilmelidir. Bu bağlamda en büyük halkayı; ulusal ve uluslararası sermayenin bitmek tükenmez kâr hırsı ile dünyada ve ülkemizde doğamızı, emeğimizi, yaşamımızı sömürüsünde ve tahakküm ilişkilerinde görüyoruz. Sermaye kendi arasında rekabet ediyor gözükse de en genel çıkarları için hep birlikte hareket ediyorlar. En ucuz emek neredeyse orası onlar için bir cennettir. Çinli Alibaba’nın devasa sermayesiyle kalkıp Esenyurt’a gelmesi Trendyol depolarında köle emeğinden faydalanmasına olanak veren işte budur.
İkinci en büyük halkayı, devletin ezilenler ve emekçiler için ceberut yüzü ile görüyoruz, devlet çok açık bir şekilde her durumda tarafını sermayeden yana gösteriyor, politikalarını onun ihtiyaçlarına göre belirliyor, yargısını, kolluğunu ona göre harekete geçiriyor, kasasını ona göre harcıyor. İş yerlerini denetlemeyerek işçilerin onar onar, yüzer yüzer ölmesine de hakkını aradığı için kapı dışarı edilmesine de polisle mahkemeyle muhatap olmasına da borç batağında debelenmesine de havası pis suyu kirli kentlerde yaşamasına da sebep devletin bu sınıf tavrıdır. İzmir Dikili’de direnen Agrobay işçilerini yerlerde sürükleyerek kafasını, bacağını kıran Jandarmaya bu sınıf tavrı yüzünden teşekkür ediyor kibirli patron Arzu Şentürk.
Üçüncü halka ise sermaye ve devletin gerçek yüzünü gizleyip onların olduğundan başka bir şey olarak gözükmesini sağlayan, onların vitrinini süsleyip halkın gözünü boyayan, reklam ve pazarlama işleri için kurulmuş sivil toplumdur. En temelde sınıfsal ilişkileri ve çelişkilerini kültürle, sanatla, siyasetle, ideolojiyle bastırarak; dernekçilik, fonculuk, hayırseverlik türünden yeni aparatlarla halkın kendi iç dayanışması ve mücadelesini soğurmakla kalmıyor aynı zamanda sermayenin sömürüsünü meşrulaştırıyor. Balıkesir Balya’da madencilerin kıdem tazminatını çaldıktan sonra İstanbul’da İKSV Bienali’nde imajını düzeltmeye çalışan Eczacıbaşı patronu Bülent Eczacıbaşı bunu çok iyi başarıyor olmalı ki kimilerine göre sermayenin yenilikçi, ilerici yüzü oluyor.
Dördüncü halka, yoksullar, ezilenler, emekçiler bu düzene isyan etmesin hep rıza göstersin diye onların inandığı her ne varsa dinle, imanla, kitapla, Allah’la meşgul ederek haksızlığı hukuksuzluğu bunlarla açıklayıp imtihanla sınanıyoruz diyerek kurulu düzene köklü bağlılık kurduran cemaatler, tarikatlardır. Bu cemaat ve tarikatlar bir yandan insanlara sebat edin başkaldırmayın diyor diğer yandan kendileri devletle yakın ilişkileri sayesinde holdingleşip işlerini sorunsuz götürüyorlar. Arvasi tarikatı mensubu Bimeks patronu Murat Akgiray, 1500 Bimeks işçisinin parasına çökmek için eski SPK başkanı kardeşi Vedat Akgiray ile birlikte planlıyor soygun planını.
Burada değineceğimiz beşinci ve son halka, işçilerin sefalet ücretlere kölelik şartlarında, güvencesiz çalışmasına boyun eğdiren yapılar olarak sendikalar. İşçiler uzun zamandan beri sendikaları tarafından terk edilmiş, mücadelesinde öksüz bırakılmıştır. Bugün işçiler kendilerini madende açlığa yatırarak, çatılara çıkarak, yol kapayarak çözüm ararken üyesi oldukları yapılar patronlarla sosyal diyalog görüşmelerinde, tatil beldelerinde eğlencede, zevk ve şatafat içerisindedir. Üyeleri 11 bin 402 lira ile geçinmeye çalışırken; Hak-İş’inden Türk-İş’ine, DİSK’ine, sendika yöneticilerinin aldıkları 100 -200 bin liralık maaşlar, ikramiyeler, hizmet ödülleri ile gününü gün ediyorlar.
Bu saydığımız ve daha fazla da sayabileceğimiz halkalar, tümüyle birbirine bağlı ve ezilenleri, emekçileri aşağı doğru çeken ve onlarla mücadele edilmesi gereken prangalardır. Bizim, iç içe geçmiş, birbiriyle bütünleşmiş ilişki ağlarını darmadağın etmemiz gerekiyor. Dipteki halkaları koparmaya çalışmadan en tepedeki halkayı koparamayacağımızı bilmeliyiz. Arkadaşımız Ali Faik’in Kütahya Simav’daki köyünün altın madeni için Zenit Madencilik Şirketi tarafından yağmalanmasında, ÇED olumlu kararı vermesi için satın alınmış yargıdan projenin en büyük patronu Kanadalı El Dorada Gold şirketine uzanan çeşitli çıkar ilişkileri silsilesi olduğunu fark etmeliyiz. Şu an yaşadığımız neoliberal küreselleşme, bu sömürü ve çıkar ilişkilerini daha dolayımsız hâle getirerek, önceki dönemlerde olmadığı kadar birbirine yaklaştırmıştır.
Düşmanı yanlış tarif ederseniz onu yenemezsiniz. Anadolu’daki küresel fabrikayı örgütleme çağrısı başta olmak üzere önceki çağrılarımızda şunları demiştik: “Sermayedar devletinin yeni yapıları ve onun rejimsel dönüşümlerinin biçimlerini, yani egemen sınıfın politik, örgütsel, ideolojik var olma yapılarını, ilişkilerini, tarzlarını olabildiğince doğru kavrayarak onun alternatifi olan eşitlikçi ve özgürlükçü işçi sınıfı iktidarını üretmek temel stratejik hedefimiz. Egemenlerin, işçi ve emekçi sınıfları boyunduruk altında tutmayı sürdürmek için ulusal ve uluslararası boyutta yürüttüğü sömürü ve tahakküm siyasetlerinin sonucunda tüm toplumsal, siyasal coğrafyaları alt üst ederek yeniden ürettiği sınıfsal çatışma ve çelişkilerinin sürekliliğinin ve yeniliklerinin doğru bir kavranışına ihtiyacımız var bugün. Tespitimiz hâlâ geçerli ama bu yetmez, dayanışmayı da örgütlemeliyiz. Örgütlenmeyi, mücadele etmeyi kafasına koyan yüreğini buna hazırlayan tek bir işçi, emekçi kardeşimizin kendini yalnız, çaresiz, güçsüz hissetmeyeceği güveni yaratan, mücadele ihtiyaç ve iradesi nerede ortaya çıkarsa çıksın her bir yere koşan yetişen kendini dayatmayan o anın görevlerini, tarzını, dilini kavramış umutlu bir cesaret zemini lazım şimdi bize…
İç içe geçmiş, devasa ölçüde kuvvetlenmiş, kompleks bir düşmanı yenebilmemiz için güç biriktirmek, direnmek, örgütlenmek dışında seçeneğimiz yok. Bu yüzden bugün burada karar anındayız. İşçi sınıfının gücünü koruyacak geliştirecek doğru hareketini garanti edecek mücadele, direniş, örgütlenme ve dayanışma için yurt çapında birlikte davranışı inşa edecek sınıfın özgücüne dayalı kapasiteler geliştirecek her bir işçinin sınıfının bayrağı olarak gururla taşıyacağı onu düşmandan ayrıştıran emekçilerle birleştiren bir bağımsız sınıf çizgisine dayalı politik bir zemin olarak bir siyasi cepheyi aciliyetle yaratmalıyız. Konferansımızın ortaya koyduğu ihtiyaç budur. Proletaryanın fiziki coğrafyasında somut, ilişkisel biçimlerde yerleşerek, yerelleşerek, geleceğe dair stratejik bir gerçeklik kazanmak ve bütünleyici bir sınıf savaşı hazırlığı yapmak için; “Her şeyin çok güzel olacağı” günlere dair sahte anlatıların yaldızını sökmek için, bugünün hakikatinin inşa olduğu sanayi ve maden havzalarında, kanserli hücreler gibi yayılan kentlerin sokaklarında, mahallelerinde, AVM’lerinde, inşaat şantiyeleri ve plazalarında, yani gerçeğin çölünde sınıfın siyasi cephesini yaratmak görevi önümüzdedir.
Çağrımız, işçi sınıfının tarihsel kudretine inananlaradır. Çağrımız, yaşam alanlarımızı ya da somut pratik ifade tarzlarımızı proleter kesimlerin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden düzenleme iddiasında olanlaradır. Çağrımız, ben işçi sınıfının örgütlenmesi için bir ilden, ilçeden başka bir ile, ilçeye, mahalleye taşınmaya, ya da yaşadığım yerde çalışma zamanımın dışındaki zamanlarımın tamamını ya da bir kısmını bu çabalara ayırmaya ilişkilerimi, evimi, aracımı, mali katkılarımı bu doğrultudaki planların parçası kılmaya hazırım diyenleredir. Fikirlerimizi böyle konumlanmaya gönül indirenlerle koşulsuz tartışmaya hazırız. Böyle bir cephe ancak somut sorumluklar üstlenerek oluşturulabilir. İşçi emekçi sınıfların, bilcümle ezilenlerin kendi örgütlerini yaratma süreçlerine katkı sunacak, temsilden kovulmuş çoğunluğun kendi iç demokrasilerini ihmal etmeden kendi kendilerini yönetecekleri ikili iktidar hüviyeti barındıran yapılar üzerinden böyle bir cephe kurulabilir. Cephemiz, emperyalizmin, sermayedar sınıfının, devletinin ve işbirlikçi bağlaşıklarının, işçi sınıfımız ve ezilen, emekçi halklarımızın bugününe, geleceğine karşı yürüttüğü işgalci saldırganlığı önce geriletmeye, sonra da dağıtmaya odaklanacaktır.
Mutlaka başaracağız.
Yaşasın Sınıf Dayanışması!