spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetİşçi sınıfının sınırlarını çizen sermaye ve hukuku: Taksim fetiş değil; yaşayan bir...

İşçi sınıfının sınırlarını çizen sermaye ve hukuku: Taksim fetiş değil; yaşayan bir barikattır

Sevda Karataş & Burcu Arıkan

Her sene olduğu gibi bu sene de 1 Mayıs alanı belirleme süreci çağrıcı kurumların çağrısını beklerken bu vakte kadar uzadı. Sürekli konu edilen bir AYM kararının[1] ya bilmeden yanlış yorumu ya da bilinçli manipülasyonu üzerinden bu sene izinli bir Taksim kullanımı vaadi verilirken Valilik 7 senedir ne olduysa bu sene de o olacak netliğinde konuyu kapattı. DİSK bu sene de icazet beklerken 1 Mayıs’a giden yolu son haftaya dek muğlak tutarak daha hem genel bir 1 Mayıs hazırlık sürecini de gasp etmiş oldu hem de Taksim ısrarının sorgulanacağı bir zemini de canlı tuttu. Mücadeleci sendikalar ve kurumlar bu tiyatroyu baştan reddettiler ve Taksim ısrarının propagandasını yürüttüler. Arzu Çerkezoğlu geçtiğimiz genel seçimde müjdelediği “yasaklı son 1 Mayıs” vaadi ile tam seçim öncesine denk gelen 1 Mayıs’ı bloke etmişti. Bu sefer ise “olumlu” sonuçlanan bir yerel seçim sonrasının rehaveti ve “izinli olacak” hikayesi ile son haftaya kadar 1 Mayıs’a dair oluşabilecek alternatif kamuoyunu dizginlemiş oldular. Bu defa Taksim diyenlerin sayısının artması, mücadeleci sendikaların Taksim’e şiarıyla bir araya gelmesiyle ise “bugün olacak, yarın olacak, bekleyin halledeceğiz, o iş bizde” yalanının artık tamamen teşhir olmuş olduğunu görüyoruz.

Taksim’e dair tartışmalarda mekân fetişizmi kavramı senelerdir çokça kullanıldı. Bu kelimenin bir anlamı da tapınakçılık ve söz konusu Taksim ısrarı bir tür putperestlik gibi konumlandırılıyor.

Peki bu böyle midir?

Bu ithamın arkasında sunulan argüman her yerde olmak, bir yere odaklanmamak şeklinde sunuluyor. Bazı kavramlar kendinden menkul bir ikna kabiliyeti var gibi görülüyor. Bu ikna kabiliyetini sınamakta her zaman fayda vardır. Bu sınamadan hareketle, bu yazıda hem mekân fetişizmi argümanına hem de icazet siyasetine dair bir eleştiri getirmeyi amaçlıyoruz.

Mekân fetişizmi değil, mekân üzerinde iddia

Fetişizm, çok genel tabiriyle bir nesnede bir kaybın sembolize olmasıdır. Örneğin, yıkıntılar mekân literatüründe bir tür fetişizm kavramsallaştırması ile alınır. Geçmişin kalıntılarının müze gibi fonksiyonlara evrilmesi ve seyirlik nesneler hâline dönüşmesi ve artık orada olmayan bir geçmişin onlarda temsil bulması ile ilişkilidir fetiş[2]. Taksim ise bir kaybın sembolü değildir. Taksim gündelik hayatın bir parçasıdır, mücadelenin devam eden bir alanıdır. Tarihsel değeri ve vurgusu önemli olmakla birlikte Taksim sadece 1977 1 Mayıs’ının anmasından ibaret değildir. 1977 1 Mayıs’ının anlamı da sadece oradaki kayıplarımızdan ibaret değildir. Burada süregelen bir mevzi savaşı söz konusudur. Kentin en merkezi konumunu devlet işçi sınıfına açmak istemez. Bayram tatilinde 17 senedir ilk defa denizi gördüğünü söyleyen gencin hayatını çepere kıstırmak istemek de bu bilinçli isteksizliğe dahildir. Dolayısıyla Taksim bir müze veya anı mekânı olamaz. Orası aktif bir düşman barikatıdır ve aşılması gerekir. Fetiş kavramının kullanımı tamamen ezbere ve yanlıştır. Bu literatür tartışmasını dallandırıp budaklandırmaya gerek yok; ama işçi sınıfının kendisine ait olan her şeyi geri alması savaşında men edildiği kent merkezleri en önemli mevzilerdir. 1 Mayıs’ta kentin en merkezi, en önemli meydanına işçilerin akması sermayenin ve devletinin asla istemeyeceği bir şeydir. Bu, bir kaybın/nostaljinin izlerinin arandığı bir fetişleştirme değil; güncel ve yaşayan bir mücadeledir.

Taksim olsun, iş yerleri olsun, genel anlamıyla sokak denilen her tür mekân işçi sınıfının eylem alanı olabilir. Burada mekân fetişizmi ile hukuki izni birlikte bir hikâyenin eksenleri gibi düşünmek konuyu deşmek açısından kritik olacaktır. Bunun için devletin işçi sınıfının mekân kullanımına dair politikalarına bakmak gerekir.

Kapitalist düzende siyasal iktidarın hukuku aygıt olarak kullanarak direnişlere çeşitli şekillerde sirayet ettiğini, kendi kanunlarını kendi sınırları ihlal edildiğinde nasıl araçsallaştırdığına mücadele alanlarında yaşanan bir örnekle, Agrobay direnişinde yaşananlar ile bakalım:

Sendikalı oldukları için işten atılmalarının sonucunda başlatılan Agrobay direnişinde; direniş henüz daha 17.günündeyken Agrobay işçileri ile birlikte işçilerin üyesi olduğu Tarım-Sen Genel Başkanı Umut Kocagöz, eyleme destek için gelen Bağımsız Maden-İş Genel Başkanı Gökay Çakır ve Örgütlenme Uzmanı Başaran Aksu gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınan Tarım-Sen Genel Başkanı Umut Kocagöz’e ve Bağımsız Maden İş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır’a Agrobay Seracılık’a 500 metreden fazla yaklaşmama adli kontrol şartı getirilmişti.

Bergama Cumhuriyet Başsavcılığı karara gerekçe olarak kişilerin üzerlerine atılı “Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşlere Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmama” suçunu işlediklerine dair kuvvetli suç şüphesi bulunduğunu gösterdi. Başsavcılık bu nedenle kişilerin adli kontrol altına alınmasına dair yasal şartların mevcut olduğuna ve Kocagöz ve Çakır’a Agrobay Seracılık ana nizamiyet ve ek nizamiye girişine 500 metre mesafeyle yaklaşmamak şeklinde soruşturmanın devamı müddetince adli kontrol altına alınmalarına karar verdi.

Adli kontrol tedbirinde geçen “belirlenen yer veya bölgelere gitmemek” ifadesi ile neyin korunduğunu iyice düşünmemiz gerekir. Kanunun kendisinin uygulanmasının amaçlarından birinin de şüpheliyi ıslah etmek, terbiye etmek olduğu, adli kontrol denen bu kurumunsa tutuklamanın bir türevi olduğu düşünülünce erk sahipleri tarafından bir araç olarak kullanılmayacağını düşünmek gafilce olacaktır. Burada hukuk aracılığıyla koruma altına alınan Agrobay Seracılık mekânı temsilinde Bayburt Holding’in sermayesi ve tüm ilişki ağlarıydı. Direnen işçiler ve sendikaları ise bu mekândan men edildi. Çünkü tam olarak orada direnildiğinde içerideki işçilerin de direnişi görme ihtimali artacaktı ve orada olmanın kendisi düşmanı tüm açıklığıyla teşhir edecekti. İşçiler geri adım atmadı ve Agrobay Seracılık’ın hakikati ortaya döküldü.

Mekân yasakları direnişin gücünü ve direngenliğini kırar mı?

Agrobay direnişi 18 Mart’ta Ankara’ya bir yürüyüş başlattı. Sermayenin, düzen partilerinin aklına yalnızca “kendi” sınırları aşıldığı vakit gelen Agrobay işçileri sağır kulakları “alacaklıyız” diye diye duyar hâle getirdiler. 500 metre yasağından sonra direniş alanını terk etmedikleri gibi İstanbul’a ve Ankara’ya taşımaktan da geri durmadılar. Direniş Agrobay ve Bayburt Holding’in ticari ilişkileri nedeniyle Alman Başkonsolosluğu önüne de taşındı. İstanbul ayağı Lidl gibi market zincirleri ile ihracat ilişkisini açık ederken Ankara’da CHP, AKP ve İYİP görüşmeleri düzen siyaseti içerisindeki Bayburt Holding ilişkilerine işaret ediyordu. İşçilerin buralarda ne işi vardı? Patronu çözümledikçe açılan yollar direnişin mekânını buralara genişletmişti!

İşçilerin tam olarak sermaye ilişkilerinin düğüm noktalarında direniş kurma pratiğinin pek çok örneğine şahit olduk. Sermayenin sınırlarını zorladığınız/ihlal ettiğiniz her an karşımıza büyük bir hızla çıkan işçi sınıfına/direnişe yer tayin etme işi de elbette yeni karşılaşılan bir durum değil.

Bundan 2 yıl kadar önce sendikaya üye oldukları gerekçesiyle ücretsiz izne çıkarılan daha sonra da Kod-29 gerekçe gösterilerek işten atılan Migros Depo işçileri, direnişi patron Tuncay Özilhan’ın evine taşımıştı. Elbette Özilhan’ın evinin önünde direnen işçilere eylem ve etkinlik yasağı getirilmişti. Devletin ve burjuva hukukunun, sermayenin o an nerede ne ihtiyacı varsa, çıkarlarını gözeten bir aygıttan ibaret olduğunu bize tekrar hatırlatmıştı. Ama daha da önemlisi muhalif kamuoyu kamusal-özel alan etiği tartışırken işçilerin eylem yaptığı sokakta patronun servetinin boyutları da daha açıkça görünür olmuş ve kolluğun o sokağı korumak için yaptığı yığınak bize Tuncay Özilhan’ın evinin “özel” bir mesele olmadığını göstermişti. Özilhan’ın evini özel alan diyerek korurken işçi sınıfı söz konusu olduğunda yıkıma gelen kepçelerin tarafında duran ve evlerimize karşı yıkımı koruyan kolluk güçlerinin pozisyonu da tutarlıydı. Yine Migros’a karşı Anadolu Grubu önünde yapılan bir eylemde darp edilen DGD-SEN yöneticileri ve üyesi işçilere 1 yıl 5 gün hapis cezası verilmişti. Migros işçilerini darp eden güvenlik ise bir günlük para cezası almıştı.

Yalnızca bir buçuk ay kadar önce Akar Grup, Reis Elektrik ve Başakşehir Belediyesi ortaklığıyla inşa edilen ‘Yuvam Bahçeşehir’ projesi inşaatında çalışan üyelerinin haklarının ödenmediği gerekçesiyle eyleme başlayan İnşaat İşçileri Sendikası (İnşaat-İş) işçilerinin 4 gün sürdürdükleri eylemin son gününde işçilere polis saldırmış, ardından işçiler hakkında ev hapsi kararı verilmişti. Ayrıca DGD-SEN üyeleriyle birlikte gözaltına alınan üyeler adli kontrol şartıyla serbest bırakılmıştı.

Ev hapsi; kişinin kaçması veya saklanması ya da delilleri yok etmesi, gizlemesi veya değiştirmesi ve yahut tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapması girişiminde bulunmasını engellemek amacıyla verilen bir adli kontroldür. Tutuklamaya alternatif en elverişli ve aynı zamanda diğer adli kontrol tedbirlerine göre en ağır koruma tedbirini oluşturmaktadır.

Burada adli kontrollerinin maksadına açıkça değinmemizin sebebi; “bir fotoğraf karesi üzerinde değil; ama bir film şeridi içerisinde resmetmek” içindir. Bu kanunların kılıfa uydurmak suretiyle uygulandığı değil, tam da böyle anlarda sınırları hatırlatmak için hazırlandığını anlamak gerektiğindendir.

İnşaat işçilerinin Başakşehir Belediyesi önünde yaptığı eyleme verilen cezada işçilerin bir delil yok etme riski yoktur. Ama işçilerin holdingler ve belediyeler arasındaki ilişkiye dair tam yerinde direnerek açık ettiği ilişkilerin yeniden görünmez kılınması, burada açığa çıkan ilişkilerin delillerinin yok edilmesi gerekliliği vardır. İşçi sınıfı direniş çadırını kurduğu yerde gizlenen ne varsa aydınlattıkça düzen yaklaşma yasakları, koruma kararları ve ev hapsine varan denetleme, terbiye etme ve mekânsal haddini bildirme refleksleri gösterir. Delillerin olduğu yer holdinglerin ve belediyelerin kapısının önü ise işçileri evlerine gönderme gereği hasıl olur.

Sendika başkanına, örgütlenme uzmanına örgütleme yapılacak yere yaklaşmasın hatta evden çıkmasın diye verilen bu kararlara karşı sendikal hakları hatırlatmak bizim için de istifhamdan ibarettir. Çünkü biliriz ki devletin görünürdeki tarafsız konumu, sınırlar ihlal edilene kadardır. İki sene önce İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne direnen Evde Bakım İşçileri meclis toplantısına girmek istediklerinde önleri kesilmiş ve darp edilmişlerdi. İşte orada son dönem muhalif belediyecilerin reklam kavramlarından olan şeffaflık, katılımcılık ile en büyük siyasi propagandaya çevirdikleri belediye meclis toplantılarının tarafsız görünümü düşmüştü. Belediye meclisi açıkça işçiyi katılmaktan men etmiş, sermayenin sınırlarına sahip çıkmıştı.

İşçi direnişleri üzerinden tariflediğimiz bu konumlanmaların burjuva sınıfının tümünün ortak işlerini sevk ve idare ettiğine işaret etmek için Sedat Cezayirlioğlu’na verilen adli kontrolünü de hatırlamakta fayda var. Erzincan/İliç’te yaşanan felaketin ardından 9 işçi 48 gündür hâlâ göçük altındayken, katliamın sorumlusu patronlar hâlâ serbestken paylaştığı video nedeniyle uzun süredir maden şirketine karşı varıyla yoğuyla mücadele eden Sedat Cezayirlioğlu gözaltına alınmış; günde 2 kere imza vermesi şartıyla serbest bırakılmıştı. Türlü rıza mekanizmasını işlettiği, halkın kendisini devlet ile özdeşleştirme kapasitesinin yüksek olduğu İliç’te dahi sınırları tehdit altında olduğunda devletin bu hamleden kaçınmadığı görülüyor. Bu katliama tam da yerinde bir tepki vermek isteyenler İliç’e doğru yola çıktığında da devlet yine sınırlarını korumak için Sivas’tan ve Dersim’den İliç’e geçişleri yasaklamıştı. İşçi sınıfının mekânsal denetiminin bir ilçeye veya şehre girmesinin yasaklanabileceği düzeye geldiğini gördüğümüz pek çok örnekten biriydi bu da.

Öte yandan, tabiri caizse savaş açılan Özak direnişine yakından bakacak olursak; direnişin henüz üçüncü gününde Urfa genelinde 4 günlük eylem yasağı getirilmiş sonrasında ise yasağın bitmesine rağmen fabrikanın olduğu sokağın giriş ve çıkışı asker barikatlarıyla kapatılmıştı. Direnişin ilerleyen günlerinde işçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için gittiği camiye Özak işçilerinin girmesi dahi müftülük kararıyla yasaklanmıştı! Daha sonrasında yetki sınırları alaşağı edilerek daha önce hiç karşılaşmadığımız şekilde İş Mahkemesi’nce Özak Tekstil fabrikasının çevresinde ve yakınında eylem yasağı kararı alınmıştı. İşçiler ve sendikaları Birtek-Sen eli artırarak direnişi İstanbul’a, Özak Holding’in önüne taşıdığında ise Özak Holding’in bulunduğu Zeytinburnu’nda Kaymakamlık bir hafta süreyle eylem yasağı getirdi. Aynı gün direnişi Başakşehir/İkitelli’de bulunan Özak Tekstil’in önüne taşıyan işçileri paralel bir hızda Başakşehir Kaymakamlığı’ndan gelen yasak kararı karşıladı.

Direnişe karşı devam eden bu sıkıştırma çabası 23 Mart’ta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın daha önce örneğine hiç rastlanmamış bir cezasıyla daha da katlandı. İvedilikle parçalanması gerektiğini defalarca söylediğimiz 6356 Sayılı SendikalarKanunu’nun 19. maddesine “İşçi veya işveren, sendikada üye kalmaya veya üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.” muhalefet ettiği belirtilerek sendikaya 1.441.986 TL ceza kesilmiştir.

6356 Sayılı Kanun’un neden vadettiği amaca uygun olmadığını, sarı sendikaları kolladığını defaatle anlatmış olsak da tarihinde sendikal baskı yapan tek bir patrona uygulanmamış bir maddenin işçilerin tercih ettiği bir sendika aleyhine kullanılmış olması yine hukukun sermayeyi gözetmek için dilediğince eğilip bükülebileceğinin bir kanıtı olmuştu.

Kadınlar evlerinde bile güvende değilken patronların 6284 manipülasyonu

Düzen hukuku ezbere söylenen bir laf olmadı hiçbir zaman. Son senelerde yukarıdaki örneklerden çok daha “çarpıcı” olan bir dizi saldırıya da şahit olduk. Kadın hareketinin mücadelesi ile yasalara dahil edilen ve kadınları erkek şiddetinden koruması beklenen 6284 Sayılı Kanun (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Yönelik Kanun) dahi patronların elinde bir maşa oldu. Kadınlar canlarını korumak için devletin tüm kurumlarının kapılarını aşındırıp bu kanunundan faydalanmak için defalarca başvuru yaparken katledilmeye devam etti. Sığınma evlerinde çoğu zaman polis gizli kalması gereken adresleri katillere parmağıyla dahi gösterdi. 16 Mart 2024’te çok acı bir haber aldık. Migros Şekerpınar direnişinden yoldaşımız Gülhan Esen defalarca başvurduğu 6284 Sayılı Kanun tarafından ihtiyacı olan korumayı asla alamamıştı ve o gün senelerdir kendisini taciz eden Muhammed Tarhan tarafından katledildi. Gülhan’ın yaşadığı süreç üç seneden uzun sürdü ve devlet bir türlü onun canını korumadı. Fakat 6284’ün hayret verici(!) hızda işlediği bazı durumlar vardı:

Mobbing ve sendika düşmanlığı ile sürdürülen sömürü düzeniyle tanıdığımız PATISWISS adlı çikolata satıcısı firmanın patronu Elif Aslı Yıldız Tunaoğlu kötü çalışma koşullarını reddederek gasp edilen hakları için direnen sendikalı işçilere dayanışma ziyaretinde bulunan Umut-Sen Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu hakkında 6284 sayılı kanunu kullanarak uzaklaştırma kararı aldırabildi. Bu uzaklaştırma kararı bir günde çıktı, patronun talimatı ile firmanın kapısının önünde dayanışma ziyareti nasıl olduysa 6284’ün kapsamına girdi!

2021 senesinde CarrefourSA Esenyurt depo önünde “işimi geri istiyorum” talebiyle bir aya yakın direnen Murat Polat’a da 6284 Sayılı yasaya istinaden bir uzaklaştırma kararı polis eliyle tebliğ edilmek istenmişti. Bu karar, Murat Polat direnişinde ve mücadelesinde ısrarcı olduğu için CarrefourSA İnsan Kaynakları (İK) Müdür Yardımcısı bir kadın tarafından iftiralarla aldırılmıştı.

Bu kapsamda Aluform Pekintaş yönetimi yalan ifadelerle ya da somut gerekçelerle ispatlayamadığı iddialarla işçiler hakkında birkaç kez mahkemeye başvuruda bulundu. Mahkeme ise bu iddiaları kabul ederek önce direnen işçiler Yasin Taştekin ve Murat Çelik hakkında fabrikadan uzaklaştırma kararı almış, son olarak fabrika önündeki direniş çadırında direnişi sürdüren son işçi Tanzer Aydın hakkında da uzaklaştırma kararı alınmıştı.

Mekânsal denetimin zamana yayarak saklanması:

Akbelen Ormanını korumak için aylarca direnen İkizköylülerden KARDOK Derneği Başkanı Nejla Işık’a Jandarma tutanağı ile kesilen idari para cezasının yürütmesi mahkeme tarafından durduruldu. Akbelen Ormanı’ndaki ağaçların kesilmemesi için ormana çadır kurarak nöbet tutan köylülerin bu direnişini kırmak ve onları yıldırmak için Jandarma tarafından çok sayıda ormanda piknik yapmak, afiş asmak, ormana girmek ve emre aykırı davranış gibi gerekçelerle idari para cezaları kesilmişti. 18 kişi, Milas Jandarma Karakolu’nda alınan ifadelerinin ardından serbest bırakıldı. 2’si avukat 6 kişi ise Adliye’ye sevk edildi. Savcı, “polise mukaveket” suçlaması yöneltilen 6 kişi için parmak izi alınmasını talep etti. Savcı, avukatlar İsmail Hakkı Atal ve Leyla Bilgen’i serbest bırakırken, 4 kişiyi ise adli kontrol talebiyle mahkemeye sevk etti. Sulh Ceza Hakimliği’ne çıkan Yavuz Emre, Caner Gökbayrak ve Esra Balbay, yurt dışına çıkış yasağı şartıyla serbest bırakıldı. Deniz Gümüşel de yurt dışı çıkış yasağı ve haftada 2 gün imza şartıyla serbest bırakıldı.

Adli kontrol ve imza şartı da çok sık uygulanan bir ceza biçimine dönüşmüş oldu. Burada hem düzenli imza talebi üzerinden direnenleri belirli bir sınır içinde tutmak, hem de zamana yayılmış daimî bir denetim inşa etmek gayreti görmek mümkün.

Bir başka örnekte, Manisa’nın Soma ilçesindeki Yeni Anadolu Madencilik’in önünde eylem yapan Bağımsız Maden İş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır, sendika yöneticileri ve bazı sendika üyeleri gözaltına alınmıştı. Bağımsız Maden İş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır ve sendika yöneticilerinden Engin Köse dün yurt dışına çıkış yasağı ve adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Bugün de Öncü Çetin, Volkan Çetin, Barış Altun, Mehmet Özdemir Soma Adliyesi’nde hâkim karşına çıktı. Mahkeme, yurt dışı yasağı ve adli kontrol şartıyla sendikacıların serbest bırakılmasına karar verdi.

Meydanları, ilçeleri, şehirleri kapatmak:

25 Kasım 2020 yılında hakları için Bağımsız Maden-İş sendikası öncülüğünde Ankara’ya yürümek isteyen Ermenekli maden işçileri ve ailelerine yönelik açılan dava karara çıkmış; 5 kişiye 2911 Sayılı Kanun’a muhalefet etmekten 3000 TL ceza verildi. 3 kişiye 2911 sayılı kanuna muhalefet etmekten 5 ay ceza verildi ancak HAGB verilerek ceza ertelenmişti. Yine 3 kişiye 2911 Sayılı Kanun’a muhalefetten 1 yıl 3 ay; 3 kişiye polise mukavemetten 1 yıl 13 ay hapis cezası verildi. 4 kişiye polise mukavemetten 8 ay 10 gün hapis cezası verildi; ancak ceza Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) verilerek ertelenmişti. 6 kişiye ise polise mukavemetten 5000 TL para cezası verilmişti.

Duruşmada işçilerden biri ifadesinde “Benim babam bu insanlara para kazandırdı, hiçbir zaman benim hakkımı ver demedi. Aynı şeyi ben de yaşadım. Benim arkadaşlarımın 6-7 yıllık çeki senedi var. Adamlar diyor ki kanun benim, alabiliyorsan al.”

Çok basit bakınca bir ücret talebi görünen bütün bu direnişlerde işçiler iş yerlerinden yollara, oralardan başka şehirlere taşarak adım adım sermayenin ilişki ağlarını işaretler ve hedefe koyar. İşte bu noktada elindeki hukuk aracını eğip bükerek işçilerin önüne girdikleri her sokakta barikat kuran sermaye “kanun benim, alabiliyorsan al” der.

22/07/2023 tarihinde en düşük emekli aylığının 7 bin 500 TL’de kalmasına tepki gösteren Gebzeli 3 emeklinin Ankara’ya yürüyerek taleplerini dile getirmesine izin verilmedi. Yürüyüşe izin vermeyen Gebze Kaymakamlığı, gerekçeli yazıda “D-100 karayolunda araç ve yaya trafiğini tehlikeye sebebiyet vereceği gerekçesiyle talebiniz uygun görülmemiştir” dedi.

7 Ocak’ta yapılması planlanan Harb-İş ek zam mitingi de “terör saldırıları” gerekçe gösterilerek iptal edilmişti. Bunun üzerine Harb-İş Sendikası’nın 9 şubesinden ikisi Ankara’da eylem kararı aldı.10 Şubat günü Ankara Ulus Meydanı’nda yapılması planlanan basın açıklamasından bir gece önce mesaj yayınlayan Türk Harb-İş Sendikası Genel Başkanı Alaattin Soydan, eylemi düzenleyenleri işverenle görüşmeleri sabote etmekle suçladı. Soydan, yerel seçimler öncesi sokakların karıştırılmak istendiğini, bu eylemde “terörist örgütlere” alan açıldığını savundu.

‘İşçiler burada, Harb-İş nerede’ sloganları eşliğinde, kendilerine yöneltilen tüm tehditlere rağmen yola çıkan Harb-İş üyeleri, Ankara girişinde engellendi. Eskişehir ve İstanbul’dan otobüslerle hareket eden işçiler kolluk kuvvetleri tarafından durduruldu. İşçiler, durduruldukları alanda açıklama yaptı. Hem Ulus Meydanı’nda hem de Ankara ve Eskişehir girişlerinde toplanan Harb-İş üyesi işçiler “İşçiler burada, Harb-İş nerede”, “Sarı sendika istemiyoruz” sloganlarını attı.

İşçi sınıfına tayin edilen konumu parçalamak: Herkes Taksim’e!

“Fakat barikatlar günümüzde sadece içeriden savunma yapmak için inşa edilmez. Esnek, taşınabilir ve dışa dönük olması gereklidir. Sekteye uğratmak ve bloke etmek için düğümlerin hem arasında hareket etmesi hem de içinde yeni bir yaşam geliştirmesi gerekir. İnsanları birbirinden ayrı tutan, içeriye hapseden, toplumun dışına iten diğer barikatları yıkmak için seferber edilmesi gerekir.”[3]

Taksim, Valinin de üstünü çizdiği gibi 7 senedir 1 Mayıs’a yasaklı. Bir cendere altına alınmış emekçiler bu cendereden çıkış yolunu direnişlerle, fiili, meşru eylemlerle aramaya devam ederken bu yasakları tanımayarak 2021 1 Mayıs’ında Dolmabahçe’den Taksim’e yürüyen UMUT-SEN ve DGD-SEN üyesi dokuz kişiye 5 ay hapis cezası verildiğini hatırlatalım. Yazı boyunca burjuva hukukunun işçinin mekân üzerindeki hareketini nasıl denetlediğini ortaya sermenin sonucunda iş yeri ya da meydanın başlı başına soyut anlamlarıyla ilgilenmediğimiz açıkça ortadadır. Burada Lefebvre’in de mekân fetişizmi olarak işaret ettiği mekanları başlı başına bir şey addetme refleksinin tam karşısında yer alıyoruz[4]. Fabrikanın önü, patronunun evinin sokağı, şehirlerin girişleri… İşçi sınıfı kendisine işaret edilenin dışında bir hamle yaptığında her yer “yasaklı alan” olabilir. 7 senedir işçi sınıfına kapatılmış Taksim alanı da bu yasaklı alanlardan biridir.

Her bir direnişin işçilerin devletin hukuku aracıyla mekân üzerinde denetim kurma gayreti ve işçilerin yeni alanlar açması ile devam ettiğini görüyoruz. Bu bir tür köşe kapmaca ve yasakları kabul etmedikçe yol alınıyor. Yol alan işçilerin bu sefer de önü şehirlere giriş çıkışların yasaklanmasına kadar varan uygulamalarla kesiliyor. Tüm örneklerde gördüğümüz üzere hukuk kıvrıla kıvrıla işçinin yoluna örülen bir barikat/sallanan bir parmak olma işini iyi beceriyor. Aynı şekilde işçi sınıfı da her engeli yeni yollar açmaktan geri durmuyor. Devletin ve sermayenin konum tayin ettiği her yer de bu yüzden aktif bir mücadele alanı oluyor. İşçi, fabrikadan ibaret değil. İşçi sınıfına, iş yerlerinin sınırlarını aşma ve mücadele iddiasını büyütme iradesi gösterdiğinde şehirlerin girişleri bile kapatılıyor. Bu noktada senenin her günü direnen, dövüşen, kendisine kapatılan her kapıyı zorlayan işçi sınıfının Taksim’de dövüşemeyeceği iddiası asıl sınıftan kopuk olan bir tavır oluyor.

Dillere pelesenk edilen AYM kararı Taksim Meydanı’nda işçilerin bulunma hakkından bahsederken aynı zamanda kamu huzurunu bozacak hiçbir şeye tavizi olmadığını da eklemektedir[5]. Aynı şekilde Özgür Özel de iktidardan Taksim izni dilendiği konuşmasında işçi sınıfını uslu uslu evinden meydana sokup, uslu uslu evine geri gönderme sözü verip sınıf adına kefalet gösterisi yapmaktadır. İşte AYM kararı, CHP, bu karara sırtını dayayan DİSK yönetimi ve onun sözüne bakan sol sosyalistler mekân fetişizmini onaylamakta, Taksim Meydanı’nın ölü, tarihî bir müze olmasına razı gelmektedir. Biz ise orada bir kaybın temsilini değil kanlı canlı yıkılması gereken bir engel görüyoruz. Kimsenin işçi sınıfına/proletaryaya nerede durup duramayacağını söyleyemeyeceği bir geleceğe dair önemli bir eşik görüyoruz. 1 Mayıs’ı işçi sınıfına kapatmaya ve onu bir lütufmuş gibi icazetin konusu yapmaya cüret edenlerin haddini bildirmek ve işçi sınıfının iddiasını iş yerlerinden kent merkezlerine taşımak, bütün kenti ve hayatı talep etmek üretenler olarak bizlerin, taviz veremeyeceği bir görevdir.

Daha önce bahsettiğimiz gibi, devletin işçi sınıfından kaçırmaya çalıştığı Taksim Meydanı’na sahip çıkma iddiası fetişizm değildir. Bütün sene önüne çıkan her engeli deviren işçi sınıfı kimseden icazet almaz iken devrimcilik iddiasında olanların valinin eline bakması kabul edilebilir değildir. Bütün bu mücadele sermayenin bin türlü had bildirme sopasına karşı bir haddini bilmeme ve hukukun sopasıyla çizilen tüm sınırları aşma cüreti örgütleme meselesidir. İşçi sınıfı için her adım bin bir fedakarlıkla, emekle atılıyor. Geri atılan her adımda düşman hızla doldurur boşluğu.  Bizim ileriye doğru açtığımız hiçbir yolu boş bırakma lüksümüz yok. 500 metre uzaklaştırma kararı çıktığında o soyut çizgiyi sınır kabul edersek iki gün sermayenin hukuku sonra o çizgiyi 1000 metreye çekecektir.

Açıkça saldırgan bir düşmana karşı mevzi tutmak ne fetiştir ne icazete tabidir. Burada Marx’ın kapitalist sınıf ile kolektif emek arasında sürüp giden karşıtlık ve savaşta son sözü gücün söyleyeceği vurgusunu hatırlamak ve “alabilecek gücü örgütleyeceğim ve alacağım” iddiasını inşa etmek gerekir[6]. İcazet beklemek, meşrulaştırmak geriye atılan bir adımdır diyebilir miyiz? Bu mekanların her biri bizim kavgamızın cephesidir. Hiçbirinden vazgeçmeyeceğiz! Nerede önümüze dikilmiş bir engel varsa orada, tam yerinde ve zamanında üstüne yürüyeceğiz ve mutlaka bizim olan her şeyi alacağız!


[1] https://umutsen.org/index.php/2023/12/ozgurluk-anayasa-mahkemesi-kararlari-ile-gelir-mi/

[2] https://rgs-ibg.onlinelibrary.wiley.com/doi/full/10.1111/tran.12481

[3] Merrifield, Andy. 2014. Yeni Kent Sorunu. Çev. Duygu Toprak, Ceren Akyos. Tekin yayınevi.

[4] Lefebvre, Henri. 1991. Mekanın Üretimi. çev. Işık Ergüden. Sel Yayıncılık.

[5] https://umutsen.org/index.php/2023/12/ozgurluk-anayasa-mahkemesi-kararlari-ile-gelir-mi/

[6] Marx, Karl, 2015. Kapital I. Cilt, Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 11. Baskı, Ankara, s. 232.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler