5 Kasım Pazar günü “Düşmanı tanı, dağıt ablukayı” başlığı ile gerçekleştirdiğimiz konferansımızda konuşan Emel Karadeniz’in “Düşmanı tanıyoruz, yeneceğiz!” başlıklı konuşmasını kamuoyuyla paylaşıyoruz.
Yedi senedir konferanslarımızda altını ısrarla çizdiğimiz bir şey var: “Türkiye artık 2000’ler öncesi Türkiye’sinden çok farklı, çok büyük dönüşümler geçirerek, kentleşmesini yaklaşık yüzde 80 oranında tamamladı, tarım ülkesi olmaktan çıkarak giderek düşük katma değerli sanayi üreten bir ülke haline geldi. Türkiye halkları proleterleştirildi, mülksüzleştirildi. Bu proleterleşme ve mülksüzleşme, halkların uğradıkları haksızlıklara karşı daha fazla öfkelenmesine, daha fazla huzursuzlanmasına neden oldu. 2010’lu yıllardan itibaren mücadele arenasında kendisini daha güçlü bir şekilde göstermesiye başladı ve yeni proleter halk gerçekliği daha net görülür oldu. Yeni proleter halk gerçekliğini kavrayamayan siyasetlerin ne mücadelede ne örgütlenmede ne de beş yılda bir yapılan seçimlerde başarı elde edebileceğini söyledik. Halkın gündelik yaşamı, kaygıları, içerisinde bulunduğu somut ilişkiler, sömürü ağları ve üretim süreçlerine dair fikri olmayan ya da yanlış fikirlere sahip olanların, bırakın devrim yapmayı, reform bile yapamayacağını belirttik. Bu açıdan beş benzemezden oluşan düzen muhalefeti Millet İttifakı’nın ve adayı Kılıçdaroğlu’nun, Kürt halkının büyük desteğine rağmen kaybetmesinin bu yeni Anadolu gerçekliğini kavrayamamaktan kaynaklandığını bilmeliyiz.
Deprem öncesi zaten OSB’lerin kuşatmasıyla büyük bir fabrikaya dönüştürülen Maraş’a ve Antep’e dair ‘buraları üretim merkezi haline getireceğiz’ propagandası, emekçilere muhalefetin siyasi iktidarın zaten sundukları dışında bir vaadi olmadığını gösterdi. Olamazdı da. Çünkü muhalefetin temsil ettiği sermaye fraksiyonun kendisinden beklentisi budur. Deprem öncesinde kapısını çalmadıkları halklara, depremden sonra sadece oy istemek için gidip farklı bir sonuç bekleyen, sonra sonuçlar üzerinden depremzedelere küfredenler Anadolu’nun hakikatini kavrayamaz ve kaybetmeye mahkûmdur.
Düzen muhalefetinin yeni Anadolu emekçi halk gerçekliğini doğru kavrayamadığını zaten biliyorduk; ancak genel olarak Sosyalist Sol’un böylesine gözünü karartıp CHP’nin arkasına dizilerek, onun sattığı “her şey çok güzel olacak” hayaline kanması, zaten az olan tabanını bu denli seferber etmiş olması hayret verici. Kendi parti ya da örgütlerinin siyasi ikballerini, tek adamın yıkılması ve yerine kurulacak sosyal demokrat bir mecliste sosyalist muhalefet yapma iddiasına sahip olanların siyasetleri de çöktü. Bu seçimden toplumsal hiçbir tekabülü olmadığı halde çeşitli kontenjanlar üzerinden vekil çıkarabilen siyasi gruplar ise yüksek vekil maaşları sayesinde elde edecekleri ekonomik kaynak için seviniyor olmalılar. Diğer taraftan, tarif ettikleri faşist iktidarı sandıklarda yenememenin vermiş olduğu bir karamsarlık, umutsuzluk ve çaresizlik havası hâkim oldu. Bu havayı elbette direnenler dağıtacak.
Seçim süreci boyunca ve sonrasında daha net anlaşıldı ki Sosyalist Sol’un, düşmanı tanıma konusundaki hatalı değerlendirmeleri belki de onun en zayıf karnını oluşturuyor. Düşmanın doğru tarif edilmesi aynı zamanda onunla nasıl mücadele edileceğini, nasıl taktik ve stratejiler geliştirileceğini belirliyor. Durduğun yeri bilirsen ne kadar sıçraman gerektiğini de bilirsin. Bu açıdan Sosyalist Sol’un inatla görmek istemediği bazı gerçeklikleri bugün burada en somut haliyle ve anlaşılması kolay olsun diye kompartımanlara bölerek ortaya koymaya gayret edeceğiz.
Düşmanı, demokrasi ve diktatörlük tartışmaları ile açıklamaya çalışmayacağız. Bunlar düşmanın sadece belli bir yönünü kavramamızı sağlar. Biz bütünü görmek açısından en tepeden en dibe kadar halka halka birbirine bağlanan sömürü ve çıkar ilişkilerini deşifre etmeye çalışacağız. En büyük halkayı; ulusal ve uluslararası sermayenin bitmez tükenmez kâr hırsı ile dünyada ve ülkemizde doğamızı, emeğimizi, yaşamımızı sömürüşünde ve tahakküm ilişkilerinde görüyoruz. Sermaye kendi arasında rekabet ediyor gözükse de en genel çıkarları için hep birlikte hareket ediyorlar. En ucuz emek neredeyse orası onlar için bir cennettir. Çinli Alibaba’nın devasa sermayesiyle kalkıp Esenyurt’a gelmesine, Trendyol depolarında köle gibi çalıştırılanların emeğinden faydalanmasına olanak veren işte budur.
İkinci en büyük halkayı, devletin ezilenler ve emekçilere çevirdiği ceberut yüzünde görüyoruz. Devlet çok açık bir şekilde her durumda sermayeden yana taraf alıyor, politikalarını onun ihtiyaçlarına göre belirliyor; yargısını, kolluğunu ona göre harekete geçiriyor, kasasını ona göre harcıyor. İş yerlerini denetlemeyerek işçilerin onar onar, yüzer yüzer ölmesine de hakkını aradığı için kapı dışarı edilmesine de polisle mahkemeyle muhatap olmasına da borç batağında debelenmesine de havası pis, suyu kirli kentlerde yaşamasına da sebep olan devletin bu sınıf tavrıdır. İzmir Dikili’de direnen Agrobay işçilerini yerlerde sürükleyerek kafasını, bacağını kıran jandarmaya teşekkür eden kibirli patron Arzu Şentürk işte bu sınıf tavrı yüzünden teşekkür ediyor.
Üçüncü halka ise sermaye ve devletin gerçek yüzünü gizleyip onların olduğundan başka bir şey olarak gözükmesini sağlayan, onların vitrinini süsleyip halkın gözünü boyayan, reklam ve pazarlama işleri için kurulmuş sivil toplumdur. En temelde sınıfsal ilişkileri ve çelişkilerini kültürle, sanatla, siyasetle, ideolojiyle bastırarak dernekçilik, fonculuk, hayırseverlik türünden yeni aparatlarla halkın kendi iç dayanışmasını ve mücadelesini soğurmakla kalmıyor aynı zamanda sermayenin sömürüsünü de meşrulaştırıyor. Balıkesir Balya’da madencilerin kıdem tazminatını çaldıktan sonra İstanbul’da İKSV Bienal’inde imajını düzeltmeye çalışan Eczacıbaşı patronu Bülent Eczacıbaşı bunu çok iyi başarıyor olmalı ki kimilerine göre sermayenin yenilikçi, ilerici yüzü oluyor.
Dördüncü halka, yoksullar, ezilenler, emekçiler bu düzene isyan etmesin, hep rıza göstersin diye onların inandığı her ne varsa dinle, imanla, kitapla, Allah’la yoğuran; haksızlığı hukuksuzluğu bunlarla açıklayan, ‘imtihanla sınanıyoruz’ diyerek kurulu düzene köklü bağlılığı sürdüren cemaatler, tarikatlardır. Bu cemaat ve tarikatlar bir yandan insanlara ‘sebat edin, başkaldırmayın’ diyor, diğer yandan kendileri devletle yakın ilişkileri sayesinde holdingleşip işlerini sorunsuz ve kârlı şekilde götürüyorlar. Arvasi tarikatı mensubu Bimeks patronu Murat Akgiray, 1500 Bimeks işçisinin parasına çökmek için kurduğu soygun planını, eski Sermaye Piyasası Kurulu başkanı kardeşi Vedat Akgiray ile birlikte planlıyor.
Değineceğimiz beşinci ve son halka, işçilere sefalet ücretleriyle, kölelik şartlarında, güvencesiz çalışmak konusunda boyun eğdiren yapılar olan sendikalar. İşçiler uzun zamandan beri sendikaları tarafından terk edilmiş, mücadelesinde öksüz bırakılmıştır. Bugün işçiler kendilerini madende açlığa yatırarak, çatılara çıkarak, yol kapayarak çözüm ararken üyesi oldukları sendikal yapılar patronlarla sosyal görüşmelerde, tatil beldelerinde eğlencede, zevk ve şatafat içerisinde. Üyeleri 11 bin 402 Lira ile geçinmeye çalışırken Hak-İş’inden Türk-İş’ine ve DİSK’ine kadar sendika yöneticileri, aldıkları 100–200 bin liralık maaşlar, ikramiyeler, hizmet ödülleri ile günlerini gün ediyorlar.
Saydığımız ve daha da sayabileceğimiz halkalar, tümüyle birbirine bağlı ve ezilenleri, emekçileri aşağı doğru çeken prangalardır. Bu prangalarla mücadele edilmesi gerekir. İç içe geçmiş, birbiriyle bütünleşmiş bu ilişki ağlarını darmadağın etmemiz gerekiyor. Dipteki halkaları koparmadan en tepedeki halkayı koparamayacağımızı bilmeliyiz. Arkadaşımız Ali Faik’in Kütahya Simav’daki köyünün, altın madeni için Zenit Madencilik şirketi tarafından yağmalanmasında, ÇED olumlu kararı için satın alınmış yargıdan, projenin en büyük patronu Kanadalı Eldorado Gold şirketine kadar uzanan çeşitli çıkar ilişkilerinin bir bütün olduğunu fark etmeliyiz.
Şu an yaşadığımız neoliberal küreselleşme, bu sömürü ve çıkar ilişkilerini daha dolayımsız hale getirerek önceki dönemlerde olmadığı kadar birbirine yaklaştırmıştır. Bu açıdan Rusya-Ukrayna Savaşından Türkiye’nin Somali’deki varlığına, Çin’deki Foxconn fabrikasından Antep’teki merdiven altı tekstil atölyesine, İngiltere’de göçmenler için inşa edilmiş yüzen hapishaneden Türkiye’deki geri gönderme merkezine, Batı’nın Yeşil Kapitalizminden talan edilen Akbelen Ormanına, Amazon patronu Jeff Bezos’dan Gebze’de sendikalı olduğu için işten atılan Amazon depo işçisine uzanan ilişkileri, birbiriyle yakın bağları olan aktörleri ve süreçleri doğru okumamız gerekir.
Neoliberal kapitalizmde üretim ve tüketimin küresel ölçekte emperyalist merkezler tarafından planlanıyor olması, sıkça dile getirdiğimiz “Anadolu’da Küresel Fabrika”nın merkezindedir. Anadolu’nun en ufak kasabaları bile küresel meta zincirlerinin birer parçası haline gelmiş durumda. Buralarda yapılacak işçi direnişleri ve ayaklanmalarının halka halka yukarı doğru yükselmesini gerçekçi bir olasılığa dönüştürmeliyiz.
Anadolu’da küresel fabrikayı örgütlemek için korunaklı alanlarımızdan çıkarak cüret etmeli, oralarda mekânsal ve ilişkisel olarak köklü bağlar kurmalı, mücadeleye baş değil, ayak olmalıyız. Bunun kısa ya da kolay yolu yoktur. İç içe geçmiş, devasa ölçüde kuvvetlenmiş, kompleks bir düşmanı yenebilmemiz için güç biriktirmek, direnmek, örgütlenmek dışında seçeneğimiz yok. İşçi hareketi, eskimiş, işe yaramayan anlayışlardan, 70’lerde kalmış sosyal ve siyasal yapılardan koparak bugünün mücadele araçlarını kendisi inşa edecektir. Soma’da maden işçileri bu arayışın sonucunda 2018’de Bağımsız Maden İşçileri Sendikasını kurdu ve beş yıllık kısa tarihinde nice kazanımlara imza attı. Elbette bu hiç kolay olmadı. Bu uğurda iki yiğit işçi önderini, Tahir Çetin’i ve Ali Faik İnter’i kaybetti. Madenciler acıları ve öfkeleriyle beraber daha fazla odaklanarak çalışmaya devam ettiler. Bizler de Bağımsız Maden İş’in ortaya koyduğu pratiği tüm işçi havzalarında, tüm işkollarında yaygınlaştıracak çabayı göstereceğiz. Ödlek, titrek, hantal yapılardan kurtulup direnişçi, mücadeleci, atak yapılar inşa edeceğiz. Umut-Sen olarak çalışmalarımızı derinleştireceğiz, işçilerin halihazırda kırmaya çalıştığı cendereyi birlikte kıracağız. Sınıf siyasetindeki yarılmayı işçiler lehine büyüteceğiz. Söz veriyoruz, kendimizi ideolojik, politik, teorik, örgütsel düzeylerde daha fazla donatıp Proleter Devrimciliği bu topraklarda halkların bir umudu olarak yeşerteceğiz. Çünkü inanıyoruz ki BU ZİNCİR BÖYLE KIRILACAK!