5 Kasım Pazar günü “Düşmanı tanı, dağıt ablukayı” başlığı ile gerçekleştirdiğimiz konferansımızda Göçmen Sendikası Girişimi adına konuşan Bahriye Meltem Akbaş’ın “Ortak düşman sermayeye karşı işçi sınıfı safında birleşelim” başlıklı konuşmasını kamuoyuyla paylaşıyoruz.
Bugün “düşmanı tanı, dağıt ablukayı” şiarıyla bir araya geldik. Düşmanı yanlış tarif edersek onu yenemeyiz. Bize göre bugün düşmanı doğru tarif etmenin en kritik olduğu konulardan biri göçmen meselesi. Böyle kritik bir meseleye dair olanaklarımız çerçevesinde 2 yıldır emek ediyor ve tecrübe biriktiriyoruz.
Göçmen Sendikası Girişimi sadece adından bile çok fazla şey anlatan bir oluşum, içinde bulunduğumuz koşulları, aşılması gereken mücadele sınırlarını açıklıyor. Sendika girişimiyiz çünkü ezilen ve sömürülen emekçilerin ortak mücadelesine inanıyoruz. Göçmen meselesini pek çok farklı kimliklere sahip olmamıza rağmen sınıf perspektifinden kavrıyor ve sınıf zeminlerinde örgütlenmeyi amaçlıyoruz.
Bize düşmanımızı işaret eden tam olarak bu sınıf temelli bakış açımızdır.
Biz yerli-yabancı, emek-sermaye çelişkilerinin derinleştiği noktada örgütlemeye çalıştığımız mücadelemiz ile ne liberal hukukun insan hakları savunusu üzerinden ikiyüzlülüğüne sıkışmış ne de sınıf birliğini kendiliğinden gelen bir yazgıymış gibi görerek göçmenlerin özgün problemlerine sırtımızı dönmeyi kabul ediyoruz. Bunun yerine dünyada ve ülkemizde bulunan milyonlarca göçmen ile gelecek ve kurtuluşumuz için birbirimize kenetlenerek güç inşa etmeye çalışıyoruz.
Göçmen meselesi ucuz göçmen işçi emeği olarak bugün ayrıymış gibi gösterilse de aslında Anadolu halklarının işçileştirilmesi hikâyesinden bağımsız bir noktada bulunmuyor. Egemenler kendi sınıf çıkarları yönünde küresel ve yerel düzeyde birlikte hareket ediyor ve buna paralel politikalar üretiyor. Bugünkü göçmen meselesini başta Türkiye kapitalizmi olmak üzere küresel kapitalizmin içinde bulunduğu neo-liberal dönüşümden ayrı düşünmek meseleyi ırksallaştırmaktan, toplumdaki ırkçı saikleri ve komplo teorilerini dolaylı olarak daha baskıcı bir ortamın rıza üretimini beslemekten başka bir işe yaramaz. Kaldı ki sermayeyi bölünmüş, birbiriyle çatışan bir işçi sınıfından daha mutlu ne edebilir ki?
Bugün Türkiye’ye küresel işbölümünde biçilen rol ucuz emek deposu olması, yani uluslararası bir köle pazarı olmasıdır. Buna uygun olarak her daim dışa bağımlı olmuş ve onunla şekillenmiş Türkiye ekonomisi ihracata dayalı büyüme modeli ile bir taşeron cenneti. Özellikle tekstilden inşaata, taşımacılıktan metale kadar emek yoğun ve diğer sektörlerde kuralsız, kayıtsız, örgütsüz, düşük ücretlerin ve esnek çalışmanın hâkim olduğu çalışma rejiminde göçmen emeği velinimet olarak görülüyor. Türkiye’nin küresel iş bölümünde üstlendiği tedarik zincirinin önemli bir halkası ve ucuz emek pazarı olması potansiyelinin kaynağı sadece sömürülen yerli işçilerden ve Anadolu’da yaratılan işçileşmeden değil aynı şekilde sömürülen göçmenlerden geliyor. Bugünkü göç sorununda Avrupa’nın Türkiye’yi güvenli üçüncü ülke yapan göç politikalarına da onun bekçisi olma şeklinde konum alan Türkiye politikalarına da bu ilişkiyle birlikte bakmalıyız.
Avrupa parlamentosunda yeni kabul edilen göç yasası, Akdeniz’de geri itme şeklinde medenileştirdikleri cinayet teşebbüsü pratiklerle “avrupa kalesinden” uzak tuttukları hasbelkader hayatta kalmayı başarmış göçmenlere dair yeni bir düzenlemeyi kapsıyor. Hayatta kalmayı başarmış diyoruz çünkü geri itme göçmenlerin sınırı geçmemesi adına çoğu zaman seyahat ettikleri teknelerinin batırılmasını içeren bir yasal AB göç politikasıdır. Bu geri itmelerden biri en son Yunanistan’ın Pylos açıklarında Yunan sahil güvenliği ve Avrupa’nın silahlı örgütü Frontex’in geri itme sırasında batırdığı tekneden yüzlerce insanın katledildiği trajik olaydır.
Bütün bu düzenli geri itme politikalarına artan sahil güvenlik yatırımlarının yanında yeni düzenlenen göç politikası da başvurusu kabul edilmeyen göçmenleri ya kendi ülkelerine ya da güvenli ülke olarak belirlenen ülkelere gönderilmesini kapsıyor. Bu, Türkiye’nin bir göçmen hapishanesine dönüşmesi üstünden demografik olarak ele alınacak bir mesele değil, uluslararası köle pazarı için egemen sınıfın iştahını kabartan elverişli bir potansiyele dönüştürülmesi meselesidir. Yine bu konuyla bağlantılı olarak bugün uluslararası fonlar aracılığıyla Suriyeli işçi çalıştırma şartıyla kobi teşvikleri bankalarca sağlanıyor, açıklanan OVP programlarında göçmen ithalinden söz ediliyor. Ne var ki kölelik buyurganlığını meşrulaştırmak için çeşitli kılıflar uydurulmaya çalışıyor.
İstanbul Sanayi Odası Başkanı Erdal Bahçıvan’ın demeci bize şunu hatırlatıyor; Türk sermayesinin temsilcileri TÜSİAD’ından MÜSİAD’ına her biri göçmen emeğine dayalı sömürü konusunda uzlaşsalar da sahip oldukları misyon gereği, kendi tabanlarına yönelik açıklamalarda bulunarak Suriyelileri ya demografi üzerinden ya da ümmet kardeşliği üzerinden anıyor. Bahçıvan’ın korktuğu, kendi tabiri ile sonu olmayan dehliz, göçmenleri yerli işçilerle birlikte sefalet ücretleriyle çalışarak daha fazla sömürülmek adına yalnızca hayatta tutmayı vadederken karşısına koyduğu öneri bu insanları savaşa, zulme ve nihai olarak ölüme göndermektir.
Medyanın, patronların ve düzen siyasetçilerinin iddia ettiğinin aksine göçmenler işçilerin ve yoksul halkların yaşadığı problemlerin sorumlusu değildir. Her seçim döneminde sanki ülkede yoksulluk, barınma, işsizlik gibi sorunlar yokmuş ya da tüm bunlara sebep göçmenlermiş gibi gösterilerek halklar birbirine kırdırılmak isteniyor. Kaynağı ırkından bağımsız olarak patriyarka olan kadına yönelik şiddet vakalarına karşı göçmenler hedef haline getirilerek devletin, yasaların önleyici, koruyucu ve cezalandırıcı görevlerini yerine getirmemesi gizleniyor. Çeteler eliyle göçmenlere yönelik linç girişimleri, nefret cinayetleri ve sosyal medyada kara propaganda yapılıyor. Ama geniş halk kitleleri ve emekçiler bunlara itibar etmeyerek birlikte yaşamanın erdemini paylaşıyor.
İlericilik, demokrasicilik safsataları ile tipik bir burjuva siyaseti izleyerek daha çok sömürme hayali peşinde koşanlar, göçmenlere dönük geri göndermeleri, pogromları, kurumsal ve tabandan yükseltilmek istenen şiddeti bütünlüklü bir işçi sınıfı blokunun kurulmasına karşı sopa olarak kullanıyor. Bizim görevimiz ise eşitlik ve özgürlük temelinde bir düzen için bütünlüklü bir işçi sınıfı mücadelesini kurmaktır.
Çoğunlukla sigortasız yoğun sömürü koşullarında bazen mevsimlik tarım işçisi olarak bazense merdiven altı işlerde çalışan çocuk işçi olarak gördüğümüz tamamen patronun insafına terk edilmiş ucuz göçmen emeği yerli ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillenmeye devam ediyor.
Bugün göçmen meselesine dair sesini en çok yükseltenler konuya dair taleplerini sunanlar ve siyasetini kendi çıkarları neticesinde yön vermeye talip olanlar birlikte hareket eden sermaye sınıfıdır, bunu kabul etmiyoruz. Göçmen işçiler işçi sınıfının bir parçasıdır, mesele onların nasıl sömürüldüğü, yerli işçiye karşı nasıl sermaye sınıfı tarafından kullanıldığı ve işçi sınıfının buna karşı birlikte örgütlü mücadeleyi nasıl kurması gerektiğidir. Buna karşı sınıf çıkarları için sendikal mücadele yürüttüğü iddiasında olan işçi sendikalarından sessiz kalanları da çaba gösterenleri de görüyoruz. Sol içi hatalı eğilimlerle de mücadeleyi kendimize görev biliyoruz.
Göçmen ve yerli işçinin ortak mücadelelerinin kazanımlarını pek çok kez gördük. Adana’da saya işçileri, İstanbul’da kâğıt toplayıcıları ve en son Antep’te Birtek-Sen öncülüğünde MDZ iplik işçileri buna örnektir. Tarihten de biliyoruz ki meselenin sınıf zemininden ırksal zemine kaydırılmasıyla bastırılan 50 yıl önceki şanlı Köln Ford Grevi de bugüne önemli bir yol göstericidir.
Türkiye’nin ucuz emek pazarı olmasına, uluslararası bir köle pazarı haline dönüştürülmesine karşı yerlisiyle göçmeniyle işçi sınıfının örgütlü ve ortak mücadelesi hem bugünümüz hem yarınımız için önemlidir, çabamız da amacımız da budur. Düşmanı tanıyoruz. Düşman tıpkı sınıf kardeşi yerli işçi gibi yoğun sömürü koşulları altında çalıştırılan göçmen işçiler değildir, onların hayatlarını daha fazla kârın kaynağı gören emperyalist egemen sınıftır.
Son olarak biliyoruz ki onlar az, biz çokuz ve birlikte ortak mücadele ettiğimiz takdirde kırılmayacak zincir yoktur.