spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizSermayenin iki programı - Özgür Orhangazi

Sermayenin iki programı – Özgür Orhangazi

“Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor”

(T.C. Hazine ve Maliye Bakanı, 6 Haziran 2022)

 “Bir sınıf savaşı var, savaşı veren benim sınıfım, zenginler sınıfı ve biz kazanıyoruz.”

(ABD’li sermayedar Warren Buffett, 26 Kasım 2006)

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında atanan yeni Hazine ve Maliye Bakanı ile Merkez Bankası başkanı, iktisatçılar arasında bir sevinç dalgasına yol açtı ve iktidarın “rasyonel” ekonomi politikalarına dönüşü kutlanmaya başlandı. Her ne kadar Merkez Bankası başkanı 6 ay sonra hakkında çıkan haberlerden sonra “görevden affını” istese de bu sefer de yeni atanan Merkez Bankası başkanının akademik başarıları övülmeye başlandı. En yeni başkanın da “rasyonel” politikalara devam edeceği ilan edilirken Türkiye tarihinde benzeri pek olmayan sert bölüşüm şokunun etkileri halen devam ediyor. Son birkaç senede reel ücretler hızla geriledi, ücretli çalışanların büyük bir kısmı asgari ücret civarında bir ücrete mahkûm edildi, gelir ve servet dağılımındaki eşitsizlikler arttı. Çalışanların toplam sayısı artarken milli gelirden aldıkları pay sert bir biçimde geriledi, buna karşılık sermayenin milli gelirden aldığı pay yükseldi. Ekonomik büyüme devam etse de bu büyüme geniş kesimler için ne gelir artışı ne de yeterli iş olanakları yarattı. Türkiye’nin baş döndürücü bir hızda değişen gündemi içerisinde bu yaşananların da sağlıklı bir değerlendirmesi yapıl(a)madı. Ekonomiye dair tartışmalar çoğunlukla faiz ve para politikası üzerine sığ değerlendirmelerle sınırlı kaldı. 

2021’in ikinci yarısından itibaren uygulamaya konulan düşük faiz politikası ya “irrasyonel” olarak nitelendirildi ya da iktidar ve sermaye çevreleri içerisindeki bazı grupların iç gerilim ve rekabetlerinin bir yansıması olarak değerlendirildi. Halbuki, bir bütün olarak bakıldığında, bu politika çerçevesinin emeğe karşı topyekûn bir saldırıyla sermayenin karlılığını artırmayı hedeflediği ve başarılı olduğu açıktır. Faizleri aşağı çekip ilk başta kurun yükselmesine izin verilen bu programla tetiklenen yüksek enflasyon, çalışanların reel ücretlerini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda, onların kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da reel olarak eritti. Çalışanların genel olarak örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmalarını fırsat bilerek ve TÜİK’in gerçek enflasyonun çok altında gösterdiği manipüle edilmiş enflasyon oranları baz alınarak büyük çoğunluğun ücret artışları enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada ürün ve hizmetlerinin fiyatlarını diledikleri gibi yükseltebilen şirketler kâr marjlarını artırdı, kârlılık rekorları kırdı. Enflasyonun oldukça altında kalan faiz oranları ile de şirketlere bir yandan eski borçlarını eritme bir yandan da negatif reel faizle yeniden borçlanma ve bu yolla bilançolarını temizleme, iyileştirme imkânı sunuldu. Şirketlere ek olarak negatif reel faizlere erişimi olan varlıklı kesim, konut, arsa, otomobil piyasalarında yüksek spekülatif gelir elde edip varlıklarını artırırken küçük tasarruf sahiplerinin tasarrufları enflasyon ve kur manipülasyonu ile eritilip servet transferi sağlandı. Bu süreçte varlıklı kesimler varlıklarının bir kısmını yurt dışına ve vergi cennetlerine taşımaya devam etti. 

Ücretlerin gerilediği, çalışma şartlarının ağırlaştığı, iç cinayetlerinin çoğaldığı, işsiz sayısının artmaya devam ettiği bu koşullar altında Mayıs 2023 seçimlerine gidilirken sosyal yardımlar ve asgari ücrette yapılan (ve kısa sürede enflasyona yenilecek olan) artışlar iktidarın bir lütfuymuş gibi kullanıldı. Emeğe karşı yapılan bu açık saldırı sırasında “rasyonel/irrasyonel” politika tartışmalarıyla zihinler bulandırıldı, geniş kitleler seçimleri muhalefetin kazanıp kötü gidişatı tersine çevireceği vaadiyle bu saldırıya karşı protesto gösterisi bile düzenlememeye davet edildi; başka bir deyişle pasifize edildi. 

Kısacası “liyakat yoksunu” yönetici ve bürokratların uyguladığı “irrasyonel” bir program değil, Türkiye kapitalizminin içinde debelendiği yapısal sorun ve kriz eğilimlerinden yükü geniş emekçi kesimlere yıkarak çıkmayı deneyen açık bir sermaye programı devreye sokulmuştu.

Ne var ki sermayenin bu programı, Türkiye ekonomisinin yapısal sorunu olan döviz açığı sebebiyle çok uzun bir süre devam ettirilemeyecek bir programdı. Düşük faizle desteklenen ekonomik büyüme, üretimin ithalata bağımlı yapısı nedeniyle dış ticaret açığına yol açmaya devam ediyor, ihracattaki artış bu açığı kapamaya yetmiyordu. Buna ek olarak bankaların ve şirketlerin dış borç yükü, uluslararası finansal sermayeye düzenli faiz ve kâr payı ödemeleri gerektiriyor, bu da döviz ihtiyacının devamına katkı sunuyordu. Dolayısıyla bu programı sürdürebilmek için devreye sınırlı da olsa bazı sermaye kontrolleri ile bankacılık ve döviz düzenlemeleri sokuldu. “Dost” ülkelerden Merkez Bankası’nın ödünç aldığı döviz rezervler, yabancılara vatandaşlık satışları ve ülkenin uluslararası mafya cenneti olmasına göz yumulması ile bu döviz açığı geçici olarak kontrol altında tutulmaya çalışıldı.

Mayıs 2023 seçimleri sonrasında ise “rasyonel” politikalar dönüş adı altında sermayenin ikinci programı devreye sokuldu. Bu program ise tanıdık bir program ve esasında seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumlu. Yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılmasından müteşekkil bir “kemer sıkma” programı. Programın öncelikli amacı döviz açığını kapatmak üzere yurtdışından para çekmek olarak öne çıkıyor. Bu amaçla uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat edilirken bir yandan da onlar için “güvenilir” isimler ülkeye para çekmek için kapı kapı dolaşmaya başladı. 

Tüm bunlar yapılırken programın önemli bir hedefi de çalışanların yaşadığı reel ücret kaybının telafi edilmemesini sağlamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani birinci programın emeğe karşı kazanımlarının korunması. Nitekim programın yürütücüleri ücret artışlarının enflasyona yol açtığı iddiasıyla bu artışların geçmiş enflasyona göre değil beklenen enflasyona göre yapılması gerektiğini savunmaktan geri durmuyor. Bunun anlamı, çalışanların son senelerde yaşadıkları reel ücret kayıplarının kalıcılaştırılması olacaktır. Bu tür programlar aynı zamanda işsizliği artırıcı programlardır ve bazı görece küçük ve fazla kârlı olmayan işletmelerin finansman yükünün artmasından ötürü tasfiyesini de içerebilir. Ek olarak elde kalan kamu varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerin yerli ve uluslararası sermayeye satılması gündemdedir. Zaten halihazırda kamunun doğru düzgün sağlamadığı eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha da aşınması, daha fazla piyasaya bırakılması söz konusu olacaktır. 

Esasında “rasyonalite”ye değil Türkiye kapitalizminin sınırlarına dönülmüş durumda. Ancak bu ikinci program da yapısal çelişkiler içeriyor. Hedeflendiği gibi dış sermaye girişleri sağlanabilirse Türk lirasının değer kaybı yavaşlatılabilecek, bu da enflasyonun düşmesine katkı sunacaktır. Ancak bu sefer de verimsiz ihracatçı şirketler zarar görürken ithalat artacak ve kronik döviz açığı sorunu devam edecektir. Bu döviz açığı kısa vadede dış sermaye girişleriyle karşılansa bile orta vadede uluslararası finansal sermayeye yapılacak faiz ve kâr payı ödemelerini artırıp yeni yapısal sorun ve kırılganlıkların oluşmasına yol açacaktır.

Dış sermaye girişlerinin sağlanıp sağlanamayacağı ise daha ziyade uluslararası finansal koşullara bağlı olacaktır. ABD merkez bankası Fed’in yılın ikinci yarısından itibaren ABD’de faizleri indirmeye başlaması bekleniyor. Bunun da dünyada yeniden bir likidite artışına ve Türkiye ve benzer ekonomilere dış sermaye girişlerinde yükselişe yol açması bu ikinci programı uygulayanların en büyük beklentisi. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini göreceğiz. Ancak program yeterince dış sermaye çekmede başarısız kalır ise ekonomiyi yeni bir çalkantılı dönemin beklediği açıktır. Bu, kur artışları-fiyat artışları ya da kur-enflasyon sarmalının sürmesi anlamına da gelecektir. 

Nihayetinde iktidarın ve sermayenin tercihi, içeride sermayenin yüksek kârlılığını devam ettirip zengin ve varlıklı kesimlere servet aktarırken uluslararası iş bölümüne güvencesiz göçmen emeğiyle desteklenmiş ucuz emek üzerinden eklemlenen ve uluslararası finansal sermayeye ayrıcalıklar tanıyan bir ekonomik sistemden yanadır. 

Tüm bu manzara, ABD’li sermayedar Buffett’ın yukarıda alıntıladığım sözlerinin bugün Türkiye için geçerli olduğunu düşündürüyor. Sermayenin her iki programının da amaç ve sonuçlarının emeğin aleyhine olduğu açıktır. Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten bu programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gereklidir. Yani mesele “rasyonalite” yahut “liyakat” değil politik güç meselesidir. 

Öte yandan, ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bu programların devam ettirilebilmesi siyasi olarak baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir. Nitekim iktidarın her iki ortağı da oldukça açık bir biçimde bunun işaretlerini sergiliyor. Çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda, hele ki iktidarın uzun süreli seçimsiz ve dolayısıyla azıcık da olsa telafi mekanizmalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağı bir döneme girdiğimizi akılda tutmamız lazım.

Kaynak: ozgurorhangazi.com/blog

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler