spot_img
spot_img
Ana SayfaYazıİşsiz İşçi İntiharları Sosyal Cinayettir! - Mahmut Yılmaz

İşsiz İşçi İntiharları Sosyal Cinayettir! – Mahmut Yılmaz

Psikiyatrinin zaviyesinden belli oranda terapötik nihilizm de içeren bazı intiharların önlenemez olduğu yaklaşımı, bireyin umudunu kaybetmesine neden olan faktörlere yatkınlık, depresif bozukluklar, madde bağımlılığı, kişilik bozuklukları, şizofreni gibi ruhsal süreçler açısından yaklaşılır. Öte yandan sosyolojinin intihara yaklaşımı çoğunlukla toplumsal, ekonomik, siyasal kriz dönemlerinde Durkheim’in teorisine koşut, anominin aynı zamanda sosyal istikrarsızlığa ve toplumun standart ve değerlerinde genel bir çöküşe denk düştüğü söylemektir.

Psikolojik etkenler açısından Sigmund Freud, intiharın içe atılmış, karmaşık bir şekilde canlandırılmış arzu nesnesine karşı olan ve içe doğru yönlendirilmiş saldırganlığı temsil ettiğini belirtmiştir. Freud başka birini öldürmek ile ilgili bastırılmış bir arzu olmadan bir intiharın olabileceğinden şüphe duymuştur. Karl Menninger ise intiharı bireyin (hastanın) başka birine duyduğu öfke nedeniyle içe dönmüş cinayet olarak ele almıştır. (Bu yaklaşımla biraz ironiyle makine kırıcılığına benzer bir söyleme ulaşılabilir: Kendine kıyma, işte patron orada! Ama bu çağrı tarihsel olarak uygun değildir).

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG) verilerine göre 2013-2020 yılları arasında en az 502 emekçi intihar ederek yaşamına son verdi. Borç, işsizlik, mobbing intiharların nedeni olarak belirtildi. Pandemi döneminde işsiz kalan 102 müzisyenin intihar ettiği haberi de basına yansıdı.

Peki, işsiz işçi intiharları önlenebilir midir? Yanıt, ‘Kesinlikle evet’tir. İşsizliğin ve doğurduğu umutsuzluğun yol açtığı depresif belirtiler salt bireyin psikolojik dirençliliğiyle ilişkili değildir. İşsizlik ve doğurduğu umutsuzluk, yüksek stres, düşük benlik saygısı uzun dönemli intihar riski faktörlerinden sayılmalıdır. Bu kişilerin sosyal güvenlik sistemi içinde yeterli psikiyatrik değerlendirme, destek ve tedavi olanaklarına ulaşıp ulaşamadıkları da sorunun bir başka yüzüdür. Üstelik intihar eğilimli depresif bireyler iyileşme sürecinde dahi olsa risk altındadırlar. Depresif kişiler depresyonlarından iyileşiyor gibi göründükleri anda intihara teşebbüs edebilirler. Bu durum, özellikle bireyin (hastanın) ceza ihtiyacını karşılıyorsa uzun süren bir depresyonun kaybolmasını sağlayabilir. İntihar riski olan birçok birey (hasta) intihar ile zihinsel uğraşıyı, katlanılamaz depresyonlarıyla ve umutsuzluk duygusuyla savaşmak için bir yol olarak kullanabilir.

Kapitalizm bir ruh sağlığı sorunudur!

Ancak sorun daha köklüdür: İşsizlik, yoksulluk ve güvencesizlik egemen sosyal politikanın tam olarak dokusu haline gelmiştir. Sosyal koşullarımızdan yaşam alanlarımıza, konutlarımıza, sosyoekonomik geçmişimizden egemen kültürel inançlara kadar her şey psikolojik iyi oluşumuz üzerinde ezici bir etkiye sahiptir. O halde, işsiz işçi intiharlarından çocuklarımızın öğrenme süreçlerine, birçok emekçinin aile fertleri ile güvenli, sevgiye dayalı bağlarının ihtiyaçların karşılanamaması gibi faktörlerle bozulması ve toplumun özellikle pandemi koşullarında yoğunlaşan zihinsel sağlık krizinin kökeninde tam olarak neyin yattığını açıkça adıyla belirtmek gerekir: Kapitalizm!

Kapitalizm; üretimi ve tüketimi küreselleştirdiği gibi işsizliği, depresyonu, umutsuzluğu, kaygıyı da küreselleştirdi. Kapitalizm; işsiz işçilerin depresyona girmesinin olasılığına matematiksel ifadeyle “çarpan”, umuda ise “yutan” etkisi yaptı. İşsiz işçiler için yaşamın anlamsızlığı (Marx’ın yabancılaşma kuramına özellikle bakılmalı) kapitalist sistemin yarattığı devasa bir boşluk ve yalıtılmış duygusudur. Bu duygu zemini ve gerçeklik faşizmin kitle tabanı için de oldukça uygundur. Faşizm umutsuz yığınlara böyle zamanlarda amaç, kapsanma ve anlam sunmuştur.

İşsizsen sorun sistemde değil sendedir söylemiyle, işsiz işçilerin öz değerliliğini zedelendi. Öte yandan bizzat insanı “sermaye” diye tanımlayarak “kariyer basamaklarını tırmanmak” ve “insan kaynakları” jargonuna uygun sürekli ve metodik olarak kendini pazarlamayı, kişisel ve sosyal markanızı yaratmak öğütlendi. Bu söylemin doğal ve insani olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğal olarak bu söylemin tüketicisi eğitimli beyaz yakalılar, plaza çalışanları vs arasında gelişen madde kullanımı ve eğlence alışkanlıkları azımsanmayacak yoğunluktadır. Bu kültür ve çalışma rejiminin ürettiği patoloji ise aynı zamanda oldukça ideolojiktir.

Şimdi kapitalizmi bir anlığına bir birey olarak düşünelim: Kendi kârlılığı dışında hiçbir şeyi gözü görmeyen, yaratıcı bir yıkıcılıkla değdiği her şeyi yok eden ve kendi çıkarı için kullanan bir birey. Şimdi de sermaye adına işgören aygıtları ya da tek tek bireyleri düşünelim. Hiç kimse bu bireyin yaşamının sona dek toplum ile etkileşimin kesilmesi gerektiğine itiraz etmez, değil mi?

Yeni kapitalizmin yol açtığı kitlesel işsizlik ve ürettiği duygu spektrumu depresyon, umutsuzluk ve çaresizlikle sınırlı değildir. Bir işsiz işçi için “utanç” da ezici bir duygudur. Utanç, bir ihlal, değersizleştirici, ezici bir süreç ya da durum karşısında kendiliğin doğası gereği olumsuz olarak görüldüğü son derece acı verici bir duygusal tepkidir. Ailesinin, çocuklarının temel gereksinimlerini karşılamakta güçlük ve süreğen sorunlar yoğun içsel utanç duygularına yol açabilmektedir. Bu yoğun duyguyu düzenleyebilmek oldukça güçtür, kendine ve başkalarına zarar verme (aile içi sorunlar), öfke biçiminde tezahür edebilmektedir. Bu nasıl anlaşılmalıdır? Pek çok ruh sağlığı sorununun odağında kişinin içinde bulunduğu koşullar tarafından güçsüz, edilgen bir konumda yani hayatı üzerinde kontrolünün eksikliği duygusunu ve güçsüzlüğünü yaşaması veya dış etkenlerden korkması bulunmaktadır. Burada işsiz işçilerin depresyonu ile ekonomik düzen arasında, sürekli korku ve güvensizlik üreten ve halkın büyük çoğunluğunun “rızasını” zor ve şantajla alan siyasal sistem arasındaki bağa vurgu yapmak gerekir. Neoliberal periyot ile birlikte kamu varlıklarının, tarım ve köylülüğün tasfiyesi ile yığınsal mülksüzleşme ve proleterleşme dalgası yaşayan ülkemizde işçi konfederasyonlarının açıklamayı ihmal etmediği açlık, yoksulluk sınırı verilerine “kronik durgun” ücretlere koşut sistematik olarak alım gücünün eridiği, düzenli bir işe sahip olacak kadar şanslı olanların tipik olarak ortalama bir toplumcu gerçekçi romanlarda gördüğümüz ağanın tarlasına bağlı köylülerden daha uzun saatler çalıştığı realitesi eşlik etmektedir.

Örgütlenmek işçi sınıfının psikolojik dirençliliğini artırır!

Ruhsal sıkıntı büyük ölçüde insan ihtiyaçları -bağlantı, güvenlik, anlam- ve toplumun sunduğu yabancılaştırıcı sosyal koşullar arasındaki tutarsızlıktan kaynaklanmaktadır.

Günümüz kapitalizmi stresin “özelleştirilmesi” güçsüzlüğün ve yoksulluğun “kamusallaştırılması” ve acımasız verimliliği açısından zarif, mükemmel bir yakalama sistemidir. Sermaye işçiyi hasta eder ve daha sonra çok uluslu ilaç şirketleri onları iyileştirmek için ilaç satar. Kamu hastanelerinin psikiyatri servisleri korkunç deneyimler akabinde 15 dakika hasta görmekle mükelleftir, yazar reçeteyi geçer. Hoşnutsuzluk bireyselleşip içselleştirilirken, sıkıntının sosyal ve politik sebebi de düzgün bir şekilde gözden kaçırılır.

Psikiyatri, özellikle de bizim gibi yeni sömürge ülkelerde ne kadar iyi niyetli olursa olsun, büyük ölçüde kapitalist bir girişim olarak yapılandırılmıştır ve sorunun nedenlerini ele almaz. Aktüel gerçeklikte, özellikle insan emeği de dâhil olmak üzere, mümkün olduğu kadar her şeyi metalaştıran yeni, radikal bir siyaset yürütülüyor.

İşçi sınıfının psikolojik dirençliliği kendi için sınıf olma bilinci ile bağdaşıktır. Sınıfın örgütlülüğü umut ilkesini diri tutar, insanın insan olma hikâyesini tarihsel olarak hep güncel tutar. Türkiyeli bir devrimciye atıfla şöyle söyleyebiliriz: Sınıf için düşünmek entelektüel bir uğraşıdan – o da olsun elbette- ziyade yaşamak uğraşıdır.

Sonuç olarak, ruh sağlığımız için sermaye ile mücadele etmeli ve insanlık için onu yenmeliyiz.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler