spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetFelaketi örgütlemek mümkün mü?

Felaketi örgütlemek mümkün mü?

E. İrem Az

Benim acım acıların beyidir

Canıma bir doru kısrakla gelir

Öfkeyi sabırda eritir

Umut yer

Suyunu gözümden içer bir zaman

Dağlar of dağlar

–Gülten Akın[1]

Şubat 2024’ün ortasında Serinyol’da, Antakyalı genç fizyoterapist Ahmet’le konuşurken bir iş arkadaşımın Ermenistan’daki 1988 Gümrü depreminin devam eden coğrafi ve sosyal etkileri üzerine yaptığı araştırmayı andım. “Devam ediyormuş ha?” dedi. Bunun bir soru olmadığını bile bile, söyleyecek başka bir şey bulamayıp “Evet.” dedim. “İşte en büyük korkum o.” diye cevap verdi.

5–21 Şubat arasında Antakya’da görüştüğüm kişiler[2] arasındaki psikiyatristler, pratisyen hekimler ve psikologlar genç fizyoterapistin korkusunun ve ardından paylaştığı depresif duygularının Antakya’nın geneline hâkim olduğunu söylüyor. Deprem sonrası su, yemek ve barınma gibi akut ihtiyaçların yeni hafiflemeye başladığı, gönüllülerin ve STK’ların yaz ayları itibarıyla yavaş yavaş çekildiği Antakya’da, TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) ve depresyon semptomları yeni yeni görünür olmaya başlıyor. Çoğunluk için yas süreci yeni başlamış durumda. Ait olduğu sınıf, bakımından sorumlu olduğu kişilerin ihtiyaçları ve başka maddi sorunlar dolayısıyla hâlâ kayıplarını ve yaşadıklarını anlamlandıramayanlar da var.

Depremin üzerinden bir yıl geçmişken temel ihtiyaçların eksikliği, yoksulluk, işsizlik ve halk sağlığını etkileyen koşullar (asbest dahil olmak üzere hava kirliliği, aracı ve benzin alacak parası olmayanlar için ulaşım imkânsızlıkları, sosyalleşme ve hareket etme alanlarının kaybı, sağlık hizmetlerine ve psikolojik desteğe erişim) devam ediyor. Antakyalıları ve muhtemelen depremi yaşamış ve deprem bölgesinde yaşamaya devam eden herkesi çevreleyen maddi koşullar anlatmakla bitmez, bitmiyor. Burcu Arıkan 20 Nisan 2023’te, “Antakya’daki yıkımı insanları katleden bir suç olarak konuşmak ve bu şehirden geriye kalan şeye bir suç mahalli olarak bakmak gerekir” yazmıştı. Deprem bölgesi suçluların sürekli ziyaret ettiği, elini çekmediği ve sermaye birikiminin devam etmesi için yeni suçlular getirdiği bir felaket alanı. Sadece suçlular değil, hayatta kalanlarla dayanışmak, ölülerimizle helalleşmek için emek verenlerin bir kısmı da hâlâ bölgede.

Yine de Antakyalılar bir suç mahallinde yaşamanın haklı korkusuyla bakıyor geleceğe. Ahmet’in “en büyük korkum” dediği korku, kendi benliklerinden ve iyileşme ihtimallerinden ayırmadıkları Antakya şehrinin hiç iyileşmeyeceği korkusu. İnsanın canına, Gülten Akın’ın “Ağıt”ındaki doru kısrakla gelen acı.

Acının, yasın ve mücadelenin ortasında, suçlular ve dayanışmacılar dahil, Antakya’daki beş figürün ortaya koyduğu bir tablo var. Figürler şunlar: Gönüllü, İnsani Yardımcı, Solcu, Devlet ve Holding. Beş figürün ortaya koyduğu tablo ise şu:

Devlet kurumlarının yokluğunun, liyakatsizliğinin veya hırsızlığının bıraktığı boşlukta, bölgeye ve özellikle Antakya’ya yönelen değerli bir emek ve alaka oldu. Gönüllülerin ve solcuların gösterdiği ise maalesef ölümlü bir insani ve siyasi alaka[3]. Başka bir ifadeyle, deprem sonrası oluşan toplumsal ve siyasi ilgi sonlu bir alakaya dönüştü.

Depremin ve onu takip eden felaketin ilk ve dehşet verici etkileri karşısında, gönüllüler, solcular, muhalif siyasi parti mensupları ve insani yardım kuruluşları, yalnızca felaket sonrası ihtiyaçlara odaklandı. İlk aşamada bu durum doğal olsa ve yardım/alma-verme ilişkisi kurmak yerine etik olarak sağlam bir dayanışma ilişkisi kurulsa da felaket dayanışmasının kapsamı ve çerçevesi ilerleyen süreçte de değişmedi. Bu tür bir dayanışmanın sonu başından belliydi. Uzun vadeli bağlar yaratılamadı. Dolayısıyla halkın şehri ayaklandırabilecek siyasi bir irade kazanmasına destek olacak şekilde, öz örgütlenme olasılıklarına alan ve zaman açılamadı. Antakya’ya temelli yerleşmeye karar veren istisnai kişiler dışında, katkıları çok değerli ve pek çok hayata dokunmuş olan uzun vadeli gönüllüler de (farklı oluşumlara ve derneklere girip çıkıp iç çekişmelerden bıkmış olanlar dâhil) yaza doğru şehirden ayrılmayı planlıyor.

Antakyalılar, çoğu zaman siyasi görüşünü bilmedikleri gönüllülerin somut ve özverili emeğini sevgiyle ve şükranla anıyor. Bu esnada Türkiyeli insani yardım çalışanları, hem devlet kurumlarıyla birlikte çalışmak ve pazarlık yapmak zorunda oldukları için hem de (eğer uluslararası kuruluşlar ise) Batı merkezli ve yavaş iç bürokrasi süreçleri tarafından kısıtlanmış, çok küçük alanlarda çalışıyorlar. Bir kısmı işten kalan enerjisini, Batılı ve saha dışındaki diğer üstlerine, halkın insani yardım protokollerine uymayan gerçeklerini anlatmaya harcıyor.

Solcu, sosyalist ve komünist grupların ne kadar iz bıraktığı ise tartışılabilir, tartışılmalı. Her halükârda, Soma’daki madencilerin 301’den birkaç sene sonra idrak ettiklerini söylediği şeyi, bazı Antakyalılar da ifade etti: Bölgenin insanlarıyla bağlarını sürdürmek; acil ve uzun vadeli sorunlara, halkın somut ihtiyaçlarını da ciddiye alan biçimde ve birlikte çözüm aramak için değil, siyasi reklam yapmak için gelenleri tanıyorlar. Yerelde değil, merkezlerdeki muhalifler ve sosyal medya kullanıcıları arasında popüler olan bir Hatay belediye başkanı adayı belirleyen TİP’in seçimi, bu durumun en basit örneği.

Gelelim devlet ve holding ikilisine. Yerelde devlet aygıtı ve aktörleri, merkezdeki solcuların ve AKP karşıtlarının uzaktan gördüğünden çok daha heterojen deneyimleniyor. Örneğin; yalnızca engelli raporu olan engelli kişilerin ve ailelerinin kaldığı bir AFAD prefabrik konut kenti var. Ziyaret ettiğim sırada bu kentte farklı engellerin yarattığı ihtiyaçlara dair hiçbir fiziki düzenleme yoktu (rampa, tutamak, kapı zili ışığı vb.). Pefabrik konutların tek farkı konteynerlerden önemli ölçüde daha geniş olmaları. Sivil toplumcu ve engelli bir görüşmeci, tamamen veya kısmen engellilere ayrılmış birkaç prefabrik kentle ilgili engelli halk arasında farklı görüşler olduğunu söyledi. Bazıları, engelliliğe yönelik hiçbir fiziksel düzenleme içermeyen bu kentlerde yaşamayı toplumun geri kalanından izole edilmek olarak görür ve haysiyet kırıcı bulurken bazılarının ilk kez başka engelliler ve aileleriyle yaşamaktan ve sunulan maddi imkânlardan memnun olduğunu ifade etti. Mesela aralarından bir prefabrik kentin idarecisi, elindeki imkanları aktif kullanan, daha fazlası mümkün olduğunda inisiyatif alan ve kent sakinlerinin ihtiyaçlarını güncel olarak takip eden bir idareci/‘kaymakam’ olarak tanınıyor. Örneğin; toplu taşımanın hala berbat durumda olduğu şehirde bazı prefabrik ve konteyner kentlerden duraklara yürümek bile çok zor. Engelli kişiler ve aileleri içinse neredeyse imkânsız. Prefabrik kentin idarecisi ve kente gelip giden birkaç gönüllü, arabası olmayan ailelerin ulaşım ihtiyaçlarını karşılamak üzere STK’larla koordinasyon halinde araç ayarlıyor.

Bu esnada hemen yan ilçedeki başka bir konteyner kent idarecisi, mülakat yaptığım kişilerden birine, ilçenin Nusayri halkıyla ilgili “Bunlara hiçbir şey vermeyin, bunlar zengin” demiş. Tarımla uğraşmayan Nusayri ailelerin erkekleri, Arapça ve coğrafi yakınlık avantajlarını kullanıp ana dili Arapça olan Körfez ülkelerinde çalışıyor. İlçe halkı bu söylenenleri duymuş olsa da olmasa da Cumhurbaşkanı’nın da onayladığı farklı muamelenin ve AKP seçmenlerinin azınlık olduğu ilçelere gelmeyen hizmetin farkında.

Şehir genelinde devletin boş bıraktığı, gönüllülerin ve solcuların ise maddi ve felaket yönetimi açısından zaten yetemeyeceği boşluğun önemli bir kısmını, holdingler ve şirketler dolduruyor. Bir başka engelli görüşmeci Ciner Grubu’nun bağışladığı karşılıklı iki prefabrik kentten birinde yaşıyor ve şöyle diyor: “Ciner ‘bu prefabriklerin yüzde 55’inde engelliler kalacak’ şartı koşmasaydı, biz burada kalamazdık. Kendi insanlarına, adamlarına verirlerdi.”

Ciner, Limak ve Koç gibi holdinglerin; Hatay’daki OSB’lerde faaliyet MOBSAN Kooperatifinin (Antakya Mobilyacılar İhtisas Sanayi Sitesi) ve Noksel Çelik Boru Sanayi A.Ş. gibi çok sayıda şirketin; İstanbul Sanayi Odası, TÜRKONFED (Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu), SEDEFED (Sektörel Dernekler Federasyonu) ve HABİTAT Derneği gibi sermayedar birlikleri ile sermaye için sivil toplum projeleri üreten STK’ların kurduğu konteyner ve prefabrik kentler, AFAD’ın kurduğu konteyner kentlerden daha iyi koşullar sağlıyor. Tabii ki Ciner örneğinde olduğu gibi, konteyner ve prefabrik kentlerin nasıl düzenleneceğine, kimin nereye yerleştirileceğine dair güç holdinglerde ve şirketlerde. Örneğin MOBSAN, OSB’de çalışan işçileri ve ailelerini, konteyner kentin içinde, iş yerlerine en yakın, çıkışa en uzak olacak şekilde yerleştirmiş.

Antakyalıların korkusunun temel sebebi, devletin maddi olarak yalnızlaştırdığı şehrin mimari, sosyal-kültürel, ekonomik ve insani durumu. Ortodoks toplumu üyelerinin üstüne basarak söylediği gibi depremden dolayı çiftçilik işinden veya işçiliğinden kazanamayan, asgari ücretli sanayi veya hizmet sektörü işçisi olan, iş bulamayan ya da deprem sonrası sağlık sebepleriyle çalışamadığı için yoksullaşmış Antakyalılar, devleti en çok banka hesaplarında görüyor: Nakit deprem ve kira yardımlarıyla (5 bin TL’lik kira yardımına ihtiyacı olduğu için çadırda yaşayan aileler var), engelli maaşlarıyla ve tek seferlik veya düzenli diğer sosyal yardımlarla.

Holdingleri ve şirketleri ise en çok içinde yaşadıkları konteyner veya prefabrik evin duvarlarında (hem mecazi hem de gerçek anlamda/logolarıyla) ve ortak alanlarında görüyorlar. Sermayenin insafına bırakılmış halklar, ideolojik olarak nerede dururlarsa dursunlar, somut ve acil ihtiyaçlarını karşılayanlar arasında holdinglerin ve şirketlerin gücünü biliyor.

Bu noktada maalesef yaklaşan yerel seçimler ile CHP’nin adayı Lütfü Savaş’a kısaca değinmek gerekiyor. Hayatı boyunca AKP’ye oy vermemiş iki Alevi bir Hristiyan Antakyalı, şehirlerinde bir nebze düzelme olması için AKP’ye oy vermeyi düşündüklerini paylaştılar. İkisi, parti-devletin neden Hatay’a hizmet götürmediğini paylaşan Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından sonra mecburen CHP’ye oy vereceğini söylerken birkaç kişi de oy vermeyeceğini, çünkü depremden beri halk için dişe dokunur hiçbir şey yapmayan Lütfü Savaş’a bir kez daha oy vermek istemediklerini ifade etti. 2019 yerel seçimlerinde küçük farklarla CHP’yi seçen Hatay halkı, CHP’nin yaptırdığını iddia ettiği araştırmada neden Lütfü Savaş’a evet dedi? CHP’nin verileri, halk Lütfü Savaş’ı istediği için mi, yoksa şehrin azınlık halkları CHP’den başka bir şans görmediği için mi bu yönde? Asal Araştırma ve ORC Araştırma’nın yakın zamanda açıkladığı veriler niye aksini gösteriyor? AKP Maraş, Adıyaman, Malatya ve Kilis’te adaylarını değiştirmişken CHP Hatay’da neden, iyi veya kötü, seçmene bir yenilik umudu verecek herhangi bir seçenek sunmaktan aciz? Bu soruları ilgilenen okuyucuya bırakıyorum.

Hakikat şu ki, gönüllü, insani yardımcı ve solcu/muhalif siyasi parti, grup ve kişiler çekildiğinde, felaket yaşamış her halk gibi Antakyalılar da nihayet kimlerle baş başa kalacaklarının farkında ve çaresiz hissediyorlar.

Her şeye rağmen çoğu Antakyalı şehri terk etmiyor veya edemiyor, birbirlerini ve şehri bırakamıyorlar. Antakyalı olmayan ve deprem öncesinden beri orada çalışan psikiyatrist bir görüşmeci, en zengin hastalarından birinin bütün ailesini Ankara’ya taşıdıktan iki ay sonra şehre geri döndüğünü anlattı şaşkınlıkla. Genci ve yaşlısıyla, Hristiyanı, Alevisi (Nusayri), Sünnisi ve Ermenisiyle, Antakyalılar şehirlerini ve komşularını o kadar seviyorlar ki Tuğçe Tezer’in Antakya’ya dair her yazısında ve konuşmasında tarif ettiği bir kent deneyimi zenginliğine sahipler. Depremi felakete dönüştüren, bu kadar kaybın sebebi olan devlete ve karşılanmayan tüm ihtiyaçlara rağmen (ve bunlara inat) kentin sosyal ve tarihsel zenginliğini, hikâyelerini, kolektif ve kişisel kültürel hafızalarını aktarmayı sürdürüyorlar. Şule Can ve Levent Duman’ın sözlü tarih kitabı Keşke Kalsaydı: Yerel Tanıkların Gözünden Bir Antakya Tarihi, deprem öncesine dair çok zengin bir kaynak.

Deprem sonrası değişen her şeye rağmen, gitmek isteyenlerde bile şehre bağlılık duygusu değişmemiş durumda. Ortodoks toplumunun öncü kadınlarından biri olan Kristina Hanım, “Biz Antakyalıların bir aradalığı, dostluğu, ahbaplığı, komşuluğu o kadar özeldi ki. Biz Antakyalılar o kadar mutluyduk ki… İşte o mutluluğu kaybettik.” dedi. Başka biri ekledi: “Çocuklarımızın, gençlerimizin kadim toprağımızdan kopmasını istemiyoruz. Biz zoru seviyoruz herhalde. Kalacağız.” 20’lerinin sonunda, yurtdışına yerleşmeye hazırlanan, Antakyalı bir hemşire olan Sevgi ise, henüz vizesi bile çıkmamışken şunu söyledi: “Bu sokakları, bu caddeleri her gün bu halde görmek beni mahvediyor. Biz böyleysek yaşı benden büyük insanların o kayıp duygusunu hayal edemiyorum. En büyük isteğim Antakya’nın eski haline benzer şekilde yeniden kurulması. Bir şeyler değişse hiç düşünmeden geri dönerim.”

Walter Benjamin 1933’de, “Deneyim ve Yoksulluk” başlıklı yazısında ‘genel bir insani deneyim yoksulluğu’ndan yakınıyor ve soruyor: “Kültürümüz deneyimden koparsa ne değeri kalır?” (Benjamin 1933, 732). Yazının sonunda bir kehanet bir de dilek paylaşıyor:

Ekonomik kriz kapıda ve hemen arkasında, yaklaşan savaş var. Bir şeylere sahip olmak üç beş güçlü kişinin tekeline geçti ki Allah biliyor, çoğunluktan daha fazla insan değiller. Daha barbarlar ve iyi anlamda değil. Geriye kalan herkes uyum sağlamak zorunda—azıcık kaynakla yeniden başlamak zorunda. O az sayıda adamın sezgi ve vazgeçiş üzerine kurduğu, ‘mutlak yeni’nin peşindeki davaya bel bağlanmış durumda. Bu adamların davasının binaları, resimleri ve hikâyeleri ile insanlık, kültürü geride bırakarak yaşamını sürdürmeye hazırlanıyor. Umut edelim ki ara sıra birileri, kitlelere biraz insanlık atfetsin. O kitleler bunu er geç, faizinin faiziyle geri ödeyecek.[4]

Benjamin’in bu satırları yazdığı 1933 yılından 91 yıl sonra bile Antakya, kültürün deneyimden, yaşamın kültürden kopmadığı bir vaha. Ve Benjamin’in sözlerini Antakya’nın ötesine, felaketi örgütlemenin mümkün olup olmadığı sorusuna çekmek de mümkün.

Belki eskiden kültür, sadece Antakya gibi istisnai şehirlerde değil, pek çok yerde deneyimin kendisi olarak algılanıyordu. Ancak yüksek siyaset, kültürün aksine, tarihsel olarak nadiren halk kitlelerinin deneyimleriyle iç içe oldu. Türkiye’de yalnızca merkez sol ve demokrat olarak tanımlanan siyasi partiler değil, radikal sol gruplar da halkların insani deneyimlerinden uzak. Bu bihaberlik yetersizlikten değil, siyaseti algılama ve uygulama biçimlerinden kaynaklanıyor.

Soma Katliamından dört sene sonra, Haziran 2018’de kurulan Bağımsız Maden İşçileri Sendikası’nı ve bu kadar kısa bir sürede işçilerin ve emekçilerin gündemini belirlemekte oynadığı rolü düşünelim. Tahir Çetin, şu anki Bağımsız Maden-İş Genel Başkanı Gökay Çakır, Çetin Erkalkan ve daha sayısız sendikacı ve madenci, Soma Katliamını kendileri için bir dönüşüm anı olarak tarif ediyor. Sendikanın kuruluşuna giden uzun ve zorlu sürecin içinde yer alan az sayıda sosyalistin ve sivil toplum üyesinin katkılarına değer veriyor, öğrenme ve örgütlenme süreçlerinde dışarıdan gelenlerin rolünü görüyorlar. Ancak kazandıkları her şeyi, öz örgütlenmenin gücüyle kazandıklarını da biliyorlar.

Yani felaketi örgütlemek mümkün ve ancak akut ihtiyaçlar bittiğinde, yas yolunu bulduğu zaman, felaketi yaşayan halkların başı çekmesiyle mümkün. Bunun için üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmek, hayatta kalan halkı güçlendirmek isteyenler ise devletin, holdinglerin ve fon veren yerli-yabancı sivil toplum kuruluşlarının dayatmalarından bağımsız; örgütlü biçimde, istikrarlı, kararlı ve derin insani bağlar kurmayı, insanların gündelik deneyimlerine ortak olmayı öğrenmeli, öğrenmeyi istemeli. Yaşadığımız ve yaşayacağımız nice felaketin ardından koşarak dayanışmaya gitmek, bu refleksi göstermek çok değerli. Kişilerin yaşam süresini aşan, belki şahit olamayacağımız bir dönüşüme ve devrime katkı sunmayı arzulamak, nereye gidersek gidelim kişisel esenliğimizin kolektif dönüşüme katkı sunmaya bağlı olduğunu anlamak, bu ufukla emek vermek ise herhangi olası bir değişimin tek yolu.

20. yüzyılda seçimle kazanılan, seçimle yoktan var edilen hiçbir hak ve özgürlük yok. Hepsi (Türkiye’deki kadınların seçme ve seçilme hakkı dahil) ezilenlerin mücadelesiyle kazanıldı. Mayıs 2023’teki son genel seçimin ardından bir dakika durup düşünen herkes, Refah Partisi’nin sokakta ve evlerde aktif örgütlenme geleneğini devralan AKP’nin halklarla iç içe çalışarak kurduğu siyasi davanın 2003’ten on yıllar önce başladığını görebilir. Kitlelerin deneyimleriyle ve kültürüyle ilgilenmeyen, dertlerine ve sevinçlerine ortak olmayan siyasi partilerin yenilmeye mahkûm olduğunu görmek zor değil. Bugün AKP yerelde ve merkezde ekonomik, sosyal ve kültürel olarak işçi ve emekçi halklardan koptu kopacak; ama hiçbir kayda değer alternatifi yok.

İnsan deneyiminden kopmuş bir yüksek siyaset ya yenilmeye ya da AKP hükümetinin yaklaşık 2013’ten beri yaptığı gibi halkın sorunlarını sistematik biçimde görmezden gelmeye ve zor kullanmaya mahkûm. İnsani deneyimler yerine idealleri, teorileri, sosyal medyayı ve kişisel rekabeti merkeze alan, mücadeleyi AKP karşıtlığına indirgeyen, popüler solcuların yaşam süresini ve kişiliğini aşan bir davayı farklı sofralarda paylaşamayan, örgütsüz ve stratejisiz, yani halklara ölümlü bir insani ve siyasi alaka gösteren muhaliflik de yenilmeye mahkûm.


[1] Akın, Gülten. 2023 (7. baskı). “Ağıt.” Ağıtlar ve Türküler 1972 – 1983. İstanbul: YKY, s. 12.

[2] Doktora Sonrası Araştırmacı olarak yaptığım etnografik araştırmanın yanı sıra, kaydettiğim 20 derinlemesine mülakatın tarihlerini ve görüşmecilerin (analizi etkilemeyen) kişisel ve mesleki bilgilerini, güvenlik nedeniyle paylaşmıyorum. Yazı boyunca takma isimler kullanıyorum.

[3] Yazmakta olduğum “Zones of finite care: the volunteer, the humanitarian, the leftist, the state and the corporation” başlıklı makalede tartıştığım konuyu Türkçede bu şekilde ifade ediyorum.

[4] Çeviri bana ait.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler