spot_img
spot_img
Ana SayfaDünyaFransa’da Devrim Provaları - Oya Gürsoy

Fransa’da Devrim Provaları – Oya Gürsoy

27 Haziran’da Nahel’in kolluk güçleri tarafından infaz edilmesinden beri Fransız egemen sınıfı—politik hükümdarlar ve sermayedarlardan oluşan günümüz üretim ilişkilerinin tepesindeki muktedirler—rahat uyuyamıyor, uyutulmuyor. Ayaklanan halk, odağına salt polis şiddeti veya ötekileştirilen azınlıklar için tazminatları almaktansa, sermaye-mülkiyet ilişkilerinin dışavurumu olan kentsel düzene karşı topyekûn bir savaş ilan etti. Sokaklara dökülen isyan vücut bulduğu sosyal bütünlüğü ve mekânsal aklını derinden kavradığını her gece tekrar kanıtlıyor: Nahel’in infazını biricikleştirmek veya müstakil bir ırkçılık çerçevesine indirgemekten uzak duran kitle, infazcılara cezadan ve yapısal reformdan fazlasını istiyor, çalınanı kamusallaştırıyor, “kent hakkına” talip oluyor.

Arka arkaya kurulan Macron rejimleri ve neoliberal küresel güç tanzimleriyle terbiye edilmiş Fransız halkı gelecek devrimin kostüm provasını mı yapmakta, yoksa 2020 George Floyd isyanları gibi devrimci harekette kalıcı bir etki yakalayamayan, kolayca sönümlenecek bir miyopik kitlesel alevlenme olmakla mı yetinecek henüz kestirmesi zor. Ancak izlediklerimiz sermaye toplumunun yeniden üretiminde bir tökezlemeden ibaret mi yoksa mücadelenin sözcük dağarcığını yeniden icat edecek bir ayaklanma mı bilmesek bile, sokaklardaki isyan ateşinin sınıf mücadelesinin korunda yandığı aşikâr.

Etki alanları her gün genişlese ve sokağa dökülen kitle çeşitlense de Paris banliyölerinde patlak vermiş bu isyanın nesnel analizi kentsel çeperleşmenin emeğin bakış açısından okunmasıyla başlamalıdır. Olayların infilak noktası diyebileceğimiz Paris’in kuzeybatısındaki Nanterre idari komünü kentleşmenin Fransa’daki sınıfsal düzenine has banliyö-gettolardan biridir. Fransız “banliyöleri” 20. yy.’ın son yarısında kapitalist kentleşmenin mekânsal aklıyla tasarlandılar. Ağırlıklı olarak kırsal Fransa ve Kuzey Afrika’daki Fransız sömürgelerinden gelen işçilerin, savaş ve yıkım vesilesiyle insansızlaşmış metropole göçünün teşvik edilmesiyle oluşan barınma sorunu şehre “yeterince yakın ve yeterince uzak” konuşlandırılmış sosyal konut yerleşkelerinin inşasıyla çözüldü. II. Dünya Savaşı sonrası pekişen sanayileşme patlamasının elzem kıldığı emekçi halka soylulaştırılmış, ticari ve finansal kurumlara tahsis edilmiş Fransız şehir merkezlerinde elbette ki yer açılmayacaktı; şehirlerin sınırlarında kendi özerkliğini örebilecek gecekondu mahallelerinin kurulması ise “istenmeyen ve tehlikeli” kesimlerin terbiyesini zorlaştıracağı için egemenler tarafından arzulanmıyor, kentleşmede estetik bütünlük ve genel güvenlik bahane edilerek engelleniyordu. Banliyöler ise brutalist mimarileri, yatakhane sistemleri, sert bölgeleme yasalarıyla emekçi halkın özel ve kamusal alanlarını sermayenin mutlak kontrol ve hizmetine atadılar. İnşalarından günümüze kadar hem Fransız sağ hem de Fransız solunun ne dili ne gündeminden düşmemiş bu mahalleler, Küresel Kuzey’de ekonomiler sanayileşmeyi geri sarıp hizmet sektörünü esas alarak yeniden yapılandıkça—kısacası sanayi sonrası Avro-Amerikan toplumları bir zamanlar meşrulaştırdıkları ve hatta teşvik ettikleri işçi göçünü yasaklamaya başlayınca—fakirliğin suçlaştırılmasının mekânsal teminatı haline geldiler.

Bu sebeple kimi politik kuramcılar Fransız banliyölerini apartheidGüney Afrika’sının göçmen işçi sistemiyle birlikte peydahladığı townshiplere benzetirler. Townshipler 20. yy.’ın ilk yarısında ırksal ayrımcılık kanunları hükmünce vatandaş veya hak sahibi özne sayılmayan siyah halkın köylerden kıyı şehirlere işçi olarak gelip, barınabilmeleri için kurulmuş gettolardı. Kamusal alan oluşturmanın, toplantı ve sosyal tüketimin tamamen yasak olduğu ve daimî kolluk gözetimi altında olan bu mahalleler, sadece ranzalar barındıran tek katlı prefabrik evlerden ibaretti. Yasal olarak beyaz halkın özel mülkü olan şehirlere ancak “işçi kartlarıyla” girebilen siyah iş gücü, tarımdan madenciliğe pek çok farklı iş kolunda Güney Afrika’nın ırk-esaslı sermaye düzeninin tabanını oluşturuyordu. Mevzu bahis ırk-esaslı sermaye düzeninin politik aklı beyaz şehirleri siyah emeğin omuzları üzerinde yükseltmek, emekçilere ise artı değer üretimini devam ettirecek asgari kent erişimini sağlamayı öngörüyordu. Bir başka deyişle: township denilen kent çeperlerine konuşlandırılmış yerleşkeler, iş gücünü politik, idari ve mekânsal olarak kuşatıp, hareketini tamamen kontrol altına almak; egemenlerin kanını emebilecekleri emeği yetiştirmeleri ve barındırmaları için kurgulanmışlardı.

Balibar’ın township ve banliyöler arasında dikkat çektiği yapısal ve işlevsel benzerlikler sermayenin mekân üretimini küresel skalada tekelinde tutmasının doğal tezahürüdür. Balibar’ın Paris’te gözlemlediği mekânsal akıl lümpen ve göç yoluyla işçileşmiş kesimlerin—en basit tabiriyle: tek varlığı emek gücü olan halkın—vahşi şehirleşmeyle çeperlere yerleştirilmelerini, merkezin ise sosyal konut, endüstriyel üretim ve ürettiği çevresel atıktan arındırılması ve soylulaştırılmasını temel alır. Bir yandan çeperde yaşamaya mahkûm bırakılmış kitlelerin hareketlerini artı değer üretimine göre dikte ederken, diğer yandan potansiyel bir isyanın altyapısının ezilenler arasında oluşmasını—yol güzergâh planları, toplu taşıma sistemlerinin işlevselliği, sosyal alanların kısıtlanması, kolluk ve kontrgerilla faaliyetiyle— engeller. Bu mekânsal aklın Fransa’daki izdüşümünün, 1848 devriminin monarşide yarattığı korku etkisindeki III. Louis-Napoleon Bonaparte’ın “yeni bir devrimi imkânsızlaştıracak” kentleşme tahayyülüne kadar geriye gittiğini söyleyebiliriz. Ancak “Güney Afrika townshipleri” benzetmesinin de berraklaştırdığı üzere Fransa örneği münferit değildir.

Küresel olarak tekerrür eden bu mekânsal akıl ve refakatçisi mülkiyet ilişkilerini yorumlayan David Harvey “kent hakkı” denen bir kavram öne sürer. Harvey içinde yaşadığımız ve çalıştığımız şehirlerin toplumsal üretim ilişkilerini tayin eden belirleyici etken olduğunu; sermaye birikim süreçleriyle özdeşleşmiş kentleşmenin ise yeni hayat stilleri, estetik zevkler, tüketim ağlarını yetiştirdiğini vurgular. “Kentleşme” egemen sınıfların mülksüzleştirmek, işçileştirmek ve işçi halkları “artı değer” temelinde terbiye etmek için kullandığı bir nesnel araç ise, bu sömürge ağlarını ilmek ilmek sökecek devrimin de fethetmesi gereken bir cephedir. Diyebiliriz ki: “kent hakkı” hayatımızın yaşanılabilirliğini dikte eden şehirleri ve altyapılarını kontrol etme hakkımızdır. Egemenlerin özelleştirerek soyunu tükettiği kamusal alanlardan, refah devletine mal edilecek nitelikli barınma hakkımıza kadar işçi halklardan gasp edilmiş şehirleri geri kazanmak devrimci hareketlerin önceliğinde olmuştur ve olmaya devam etmelidir.

Nahel’in infazının tetiklediği isyan, yaşadıkları çeperlerde sosyal hayat ve fakirlikleri suçlaştırılmış, kolluk güçlerinin keyfi şiddet ve zulmüne terkedilmiş halkların hayatlarının yaşanılmazlığına karşı ayaklanmasıdır. Lüks tüketimi sembolize eden mağazaları, devletin yapısal ırkçılığını temsil eden idari daireleri hedef alan kitleler politik ufuklarını liberal reformizme kaybetmediklerini gösterdiler. Günümüz Fransız post-endüstriyel ekonomisinin zapt etmeye çalıştığı proletarya, kendisine reva görülmüş hayat şartlarını reddediyor, kent hakkını talep ediyor. 70’lerde Soweto’da apartheidin üzerine yürümüş township gençliğinden banliyö gençliğine miras kavgacı mücadele Paris’i 2005’ten beri yakmaya devam ediyor.

Biliyoruz ki gün geçtikçe ivmelenen sermayenin ideolojik nüfuzu, mekânı üretme ve manipüle edebilme kuvvetidir. Bu kuvvetin çalıp biriktirdiklerini, kitlesel birliklerindeki kuvvetle geri alanlara reva görülen yaftalamalar egemen liberal mantığın söylemsel hizmetkârları olmaktan öteye gidemeyecektir. Provalar bitip, Marx’ın bahsettiği heyula perdelerin arkasından belirdiğinde ise proleter halklar kendi kentlerini kuracak, yöneteceklerdir.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler