spot_img
spot_img
Ana SayfaEkolojiYeşil Kapitalizm mitinin gölgesinde JES gerçeği

Yeşil Kapitalizm mitinin gölgesinde JES gerçeği

Ege Demirel

Neoliberalizmin çöküş döneminde olduğu ve kapitalizmin ciddi bir yapısal krizle mücadele etmeye çalıştığı burjuvazi tarafından dahi göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Bu nedenle burjuvazinin kendisine yeni siyasal ve ekonomik yönetim araçları aradığı bir dönem içerisinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Bu bağlamda “yeşil kapitalizm” ve beraberinde sıklıkla gündeme gelen “sürdürülebilir büyüme” burjuvazinin yeni propaganda araçları olarak bir süredir gündemde yer işgal ediyor. Peki gerçekten “yeşil kapitalizm” can çekişen kapitalizme çare olabilir mi? Bu soruyu yanıtlayabilmek açısından jeotermal enerji, güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisi gibi “yenilenebilir enerji” kaynaklarının tartışılması önem arz ediyor. Bu yazıda ise jeotermal enerji ve jeotermal enerji santralleri inceleyeceğiz.

İlk olarak, jeotermal enerjinin ne olduğunu tanımlamakla başlamak uygun olacaktır. Jeotermal enerji, “yer altından çıkan sıcak su veya sıcak su buharından elde edilen enerji” olarak tanımlanabilir.[1] Jeotermal enerjinin ısı bakımından sınıflandırması ise genellikle şu şekilde yapılmaktadır: Yer kabuğu ısı değerleri temelinde düşük entalpili sahalar (20°C-70°C), orta entalpili sahalar (70°C-150°C) ve yüksek entalpili sahalar (>150°C) olarak üç kategori söz konusudur.[2] Jeotermal enerjinin kullanım alanları ya da faydalanıldığı faaliyetler ise oldukça çeşitlidir. Bu açıdan elektrik enerjisi üretimi, merkezi ısıtma ya da soğutma, seracılık, kimyasal madde/mineral üretimi ve kaplıcalar jeotermal enerjiden faydalanılan alanlar olarak öne çıkmaktadır.[3]

Bu noktada jeotermal enerjinin avantajlarını ve dezavantajlarını kısaca ifade etmek yerinde olacaktır. Avantajları: “Sonsuz bir enerji kaynağı olma potansiyeli vardır. Jeotermal enerji santralleri elektrik üretmek için yakıt yakmadığı için yaydıkları hava kirletici madde seviyeleri düşüktür. Doğrudan kullanım uygulamaları (ısınma, pişirme, yiyecek kurutma, altın madenciliği ve süt pastörizasyonu, vb.) ve jeotermal ısı pompalarının çevre üzerinde neredeyse hiçbir olumsuz etkisi yoktur.”[4] Söz konusu avantajların jeotermal enerji üretim sürecinin gerekli teknik/bilimsel kriterler temelinde gerçekleştirilmesi hâlinde ortaya çıkacağı göz ardı edilmemelidir. Dezavantajları: “Kurulumu maliyetlidir. Jeotermal kaynaklar yeryüzünün belirli alanlarında bulunmaktadır (özellikle volkanik alanlarda). Kuyuların kapanma olasılığı vardır. Yeraltında bulunan tehlikeli unsurlar dikkatlice imha edilmelidir. Aksi takdirde yeryüzüne çıkma olasılığı vardır.”[5]

Türkiye’de lisanslı santral sayısı ise toplam 68’dir (Aydın-33, Manisa-16, Denizli-13, Çanakkale-4, İzmir-1 ve Afyon 1). Jeotermal elektrik üretiminde kullanılan jeotermal kuyu sayısı 695’tir. JESDER, 367 üretim kuyusunun geri kalanının reenjeksiyon kuyusu olarak kullanıldığını belirtmektedir. Mevcut santrallerdeki ortalama çalışan sayısı ise 2.500’dür.[6]

Bu teknik bilgilerin ardından Türkiye’de jeotermal enerjinin kullanımın pratikte nasıl işlediğini ele almak gerekiyor. Son dönemde jeotermal enerjinin kullanımı açısından bir değerlendirme yapıldığında sera ısıtmasının oldukça yaygınlaştığı görülmektedir. İzmir-Dikili, Balçova, Seferihisar, Manisa-Salihli, Afyon-Ömer, Sandıklı, Kütahya-Simav, Denizli-Kızıldere, Balıkesir-Edremit, Havran ve Şanlıurfa-Karaali jeotermalin kullanıldığı yerler olarak bilinmektedir. Türkiye genelinde 18 ilde sera ısıtması söz konusudur.[7] 2019 yılı verilerine göre Türkiye’de yaklaşık olarak 4.283 dönümlük alanda sera ısıtması kullanıldığı belirtilmektedir. Bu alanda Türkiye, dünya lideridir.[8] Dolayısıyla jeotermal enerjinin kullanım alanlarının ve faaliyet gösterdiği yerleşim bölgelerinin oldukça genişlediği ve mevcut duruma bakıldığında bu durumun güçlenerek devam edeceği öngörülebilir.

Bu noktada tarımsal alanlarla ilgili olarak sıklıkla gündeme gelen zeytinliklerin ve toprakların korunması meselesine özel olarak değinmek gerekiyor. Zeytinlik alanlar konusunda “3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun”da açıkça bu alanların korunmasına dair hususlar yer almaktadır. 5403 sayılı Kanun’un “Toprakların korunması” başlıklı 9. maddesinde toprak kullanımı açıkça düzenlenmiştir. Söz konusu maddede “Arazi kullanımını gerektiren her türlü girişim ve yatırım sürecinde toprakların korunması, doğal ve yapay olaylar sonucu meydana gelen toprak kayıplarının önlenmesi; arazi kullanım plânları, tarımsal amaçlı arazi kullanım plân ve projeleri ile toprak koruma projelerinin uygulamaya konulması ile sağlanır.” ifadeleri yer almaktadır. Bu yasanın 10. maddesinde arazi kullanım planları, 11. maddesinde tarımsal amaçlı arazi kullanım plân ve projeleri, 12. maddede toprak koruma projeleri ve 13. maddede ise tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı istisnaları düzenlenmiştir.[9] Yani, tarımsal üretimin korunması, çiftçilerin ve doğanın haklarının şirketler tarafından gasp edilmemesi için gerekli yasal çerçeve mevcuttur. Sorun, bu yasaların uygulanmaması ve gerekli denetimlerin yapılmaması sırasında ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca uluslararası uygulamalarda JES projelerinde Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamında bir kapasite alt sınır olmadığı; ancak Türkiye’deki uygulamada ısıl gücünün 5 MWe’ın altında olan projelerin Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Yönetmeliği’nden muaf tutulduğu ve kapsamlı değerlendirmeye tabi olmadığı görülmektedir. Fakat bu değer altındaki projelerde de ısıl gücü yüksek projelerdeki süreçlerin ve sorunların benzerleriyle karşılaşılmaktadır. Dolayısıyla çevresel ve sosyal etkiler söz konusudur. Sonuç olarak, JES projelerinin tamamı hakkında ÇED raporu istenmesi bir zorunluluk olmalıdır.[10]

Burada Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası raporunda yer verildiği üzere doğrudan çiftçilerden gelen şikayetleri ele almak yerinde olacaktır. Bu şikayetlerde “jeotermal enerji işletmelerinin koku emisyonları (H2S), gözlem ve kimyasal analizlerle tespit edilecek etkileri (bor vs.), görsel etkileri (borular ve buhar) ve işitsel (gürültü) etkileri” dile getirilmektedir. Ek olarak, jeotermal enerji santrali civarında yaşayan çiftçilerin ve diğer kişilerin “renksiz olsa da yaydığı çürük yumurta kokusu nedeniyle hidrojen sülfürün (H2S) kendilerini rahatsız ettiğini” ifade eden görüşler de söz konusudur. Ayrıca “yüksek konsantrasyonlarda olması durumunda hidrojen sülfürün bitki hücreleri üzerinde fitotoksik etkilerinin olabileceğini” söylemektedirler. “H2S çıkışının kontrol edilebileceği” hususu da hatırlatılmaktadır. Bunların dışında, su kaynakları bağlamında topraklardaki kirlenmeye neden olduğu iddia edilen “jeotermal akışkanların re-enjekte edilmeden salınması” da şikayetler arasındadır. Bu bağlamda “jeotermal akışkanlar içinde yüksek konsantrasyonlarda bulunduklarında toksik etki yaratabilecek ve çevresel problemlere sebebiyet verebilecek başta bor (B) olmak üzere cıva (Hg), flor (F), lityum (Li), ve arsenik (As) gibi bileşenlerin varlığı” oldukça önemli bir meseledir.[11]

Buraya kadar yapılan teknik/bilimsel çerçevenin ardından Türkiye’de halk sağlığı ve doğanın talanı bağlamında JES konusunda nelerin yapılabileceğini, hangi önlemlerin alınabileceğini konuşmak gerekiyor. JES’lerin uygun koşulların sağlanması ve bilimsel kriterler temelinde denetlenmeleri hâlinde faaliyet göstermelerinin mümkün olabileceği söylenebilir. Zira şu ana kadar çevresel etkilerinin hiç olmadığı yüzde yüz temiz enerji kaynağı olarak iddia edilebilecek bir enerji kaynağı söz konusu olmamıştır. Yenilenebilir enerji kaynakları fosil yakıtlara göre ilk bakışta oldukça temiz ve çevresel etkileri çok daha az olarak görünmektedir. Ancak bu enerji kaynakları da “faaliyet sırasında ortaya çıkaracakları insan ve çevre sağlığına zararlı maddeler” ve “ihtiyaç duydukları “hammaddeler” konusunda gerekli önlemler alınmadan kullanıldığında oldukça “kirli” ve “insan ve çevre sağlığına zararlı” hâle dönüşmektedir. Bu kapsamda JES açısından alınması gereken önlemler hayati derecede önem taşımaktadır.

İlk olarak, JES alanının konumu çerçevesinde “hava koşulları, hâkim rüzgâr yönü, reenjeksiyon kuyuları ile üretim kuyularının lokasyonları, akış ve performans ilişkisi, üretim sıcaklığı, kabuklaşma-korozyon ve jeotermal suların kimyasal özellikleri gibi” unsurlar kesinlikle dikkate alınmalıdır. Ayrıca ilgili arazinin “güncel, detaylı ve hassas harita, plan ve kesitlerin bulunması, 3 boyutlu sayısal yükseklik modellerinin” olması da bir gerekliliktir. Dolayısıyla “arazinin eğim ve bakı yönüne göre simülasyonlarının yapılması” göz ardı edilmemelidir.[12] Bu yüzden jeotermal santrallerin tasarlanabilmesi için bazı çalışmaların tamamlanması ve güvenilir verilerin ortaya koyulması oldukça önemlidir. Bunlar:

“• Üretim ve reenjeksiyon kuyularının akış performans ilişkisi

• Üretim kuyularının ortalama üretim entalpileri

• Santral çıkış sıcaklığının alt limiti

• Kondanse olmayan gaz (NCG) miktarı

• Kabuklaşma-korozyon, üretim ve enjeksiyon sırasında jeotermal suların kimyasal özellikleri • Kuyuların, santral yerinin ve boru hatlarının geçeceği güzergahın koordinat ve kotları

• Bölgenin uzun dönem ortalama sıcaklık, nem

• Hakim rüzgar yönü ve maksimum rüzgar hızı

• Acil durum deşarj hattı veya toplama havuzunun yeri

• Enerji bağlantı noktasının yeri, bağlantı gücü

• Depremsellik ve zemin parametreleri

• Çevresel duyarlılıklar (gürültü, deşarj sıcaklığı, emisyon sınır değerleri)”[13]

Ayrıca Anayasanın 56. maddesi “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” ve Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 1. maddesi “Memleketin sıhhi şartlarını ıslah ve milletin sıhhatine zarar veren bütün hastalıklar veya sair muzır amillerle mücadele etmek ve müstakbel neslin sıhhatli olarak yetişmesini temin ve halkı tıbbi ve içtimai muavenete mazhar eylemek umumi Devlet hizmetlerindendir.” bu açıdan üzerinde durulması gereken yasal hususlardır. Bu maddelerle devlet, açıkça sorumluluk üstlenmekte ve her vatandaşın da çevrenin korunması ve sağlıklı yaşam hakkını talep etmesinin güvence altına alındığı en azından mevzuatta ifade edilmektedir. Öte yandan jeotermal santrallerde çalışan emekçiler açısından “Çalışanların Gürültü ile İlgili Risklerden Korunmalarına Dair Yönetmeliğe göre (Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, RG Tarih: 28.07.2013, No: 28721) maruziyet sınır değerleri” ve “Çalışanların Titreşimle İlgili Risklerden Korunmalarına Dair Yönetmelik (Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, RG Tarih: 22.08.2013 No: 28743) kapsamında maruziyet sınır değerleri ve maruziyet etkin değerleri” de göz önünde bulundurulmalıdır.[14] Diğer sektörlerde olduğu üzere yine hatırlatmak gerekir ki işçi sağlığı ve güvenliği hiçbir kâr marjı hesabına kurban edilemeyecek kadar hayati bir meseledir. JES’lerde çalışan emekçilerin sağlıkları ve güvenliği konusunda gerekli tüm önlemler alınmalıdır.

Bu iç hukuk hükümlerine ek olarak uluslararası hukuk bağlamında da Türkiye’nin tabi olduğu kurallar ve sözleşmelerin olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Anayasasının 90. Maddesi yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmaları kanunla eşdeğer görmektedir. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler “biyoçeşitlilik, kültürel ve doğal mirasın korunması, iklim değişikliği, sulak alanlar, peyzajın korunması ve tehlikeli atıklar ve kimyasallar” gibi unsurları içermektedir. Dolayısıyla jeotermal santrallerin ÇED sürecinde bu sözleşmelere uyulmalıdır.[15] Sadece Türkiye’deki anayasa ve yasalar değil aynı zamanda taraf olunan uluslararası sözleşmelerin de uygulanması bir zorunluluktur.

Burada vurgulamak gerekir ki yasal çerçeve açısından çok ciddi bir sorun yoktur. Mesele, bu yasaların uygulanması ve şirketlerin denetlenmesidir. Emekçilerin sağlığı ve yaşam hakkı ile doğanın hakları gözleri kâr hırsından başka hiçbir şeyi görmeyen kapitalistlerin “yeşil enerji” masalına kurban edilemez! Sırf “maliyetler artacak” ve “kâr marjları düşecek” diye JES sürecinde halk ve çevre sağlığı heba edilemez!

JES hakkında burada sunulan veriler ve değerlendirmeler ışığında bir kez daha ortaya çıkmaktadır ki insanların ürettiği ve dönüşüm geçiren enerjilerin çevresel etkileri mutlaka olmaktadır. JES’in bundan muaf olması mümkün değildir. Bu kapsamda jeotermal sıvı içerisinde yer alan “bor, cıva, arsenik, kurşun, amonyak, antimuan, lityum, karbondioksit, hidrojen sülfür ve tuz çevreyi” maddelerin neden olduğu kirlilik ve tehlikeler bakımından önlem alınması son derece önemlidir.[16]

Türkiye’deki örnekleri incelediğimizde zararın minimuma indirilmesine dair gerekli çalışmalar yapılmamakta ve hukuki süreç de bu bağlamda zorlayıcı, sınırlandırıcı bir etki oluşturmamaktadır. Şirketler zararın minimuma indirilmesi için gerekli önlemleri daha fazla kâr elde etmek uğruna yerine getirmemektedir. Zararı minimuma değil kârı maksimuma ulaştırma gayreti nedeniyle şirketler halk sağlığını ve doğayı yok saymaktadır. Devlet ise Anayasa ve kanunlarda dahi en azından şeklen de olsa ifade edilen “halk sağlığı” ve “doğa”yı koruma sorumluluklarını yerine getirmemektedir. Buna karşı halkın yaşam alanlarını ve doğayı korumak adına yaptığı/yapacağı eylemlerin/direniş hakkının meşru ve haklı olduğu aşikârdır. Bu nedenle başta JES olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları konusunda da halk sağlığının ve doğanın haklarının en öncelikli konumda olduğu gerçeği burjuvazinin emekçi ve doğa düşmanı politikalarıyla/eylemleriyle üstü örtülemez. Burjuvazinin rant ve talan odaklı saldırılarına karşı yaşam alanları ve doğa için direnen emekçiler haklı mücadelelerinden vazgeçmeyecek!


[1] TDK, https://sozluk.gov.tr

[2] Selahattin Kahraman, “Türkiye’de jeotermal enerji ve elektrik üretimi”, MTA Doğal Kaynaklar ve Ekonomi Bülteni, 2022, 33, s. 31.

[3] TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, “Jeotermal Nedir”,

https://www.emo.org.tr/ekler/202e8558f654287_ek.pdf

[4] EIA (2019), Sbsciencematters (2019) ve BBC (2019)’dan aktaran Şerife Anatürk, Yenilenebilir ve Yenilenemeyen Enerji Kaynakları ile Ekonomik Büyüme Arasındaki İlişki: Türkiye Örneği, Anadolu Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 2019,s. 28.

[5] EIA (2019), Sbsciencematters (2019) ve BBC (2019)’dan aktaran Ş. Anatürk, a.g.t.,s. 28.

[6] S. Kahraman, a.g.m., s. 33.

[7] İbrahim Akkuş, TÜBA-Jeotermal Enerji Teknolojileri Çalıştayı ve Paneli, “Türkiye’de Jeotermal Enerji Gerçeği: Potansiyel ve Sorunlara Genel Bir Bakış”, Sunum Dokümanları ve Notları, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Afyonkarahisar, 19- 21 Şubat 2020.

[8] TMMOB, “Büyük Menderes Havzasında Jeotermal Enerji Santralları Gerçeği ve Aydın İlinde Kurulu JES’lerin Çevresel Etkileri”, 2021, s. 31.

[9] TMMOB, s. 51.

[10] TMMOB, s. 66.

[11] Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, “Türkiye’de Jeotermal Kaynakların Kümülatif Etki Değerlendirmesi Kümülatif Etki Değerlendirme Raporu”, s. 149-150.

[12] Eray Can, Hülya Keskin Çıtıroğlu ve Deniz Arca, “Jeotermal Enerji Santrallerinin (JES) Projelendirilmesinde Oluşması Muhtemel Risklerin Analiz Edilmesi”, Konya Mühendislik Bilimleri Dergisi, Cilt 10, Sayı 4, s. 855.

[13] Niyazi Aksoy ve Mehmet Şişman, “Jeotermal Elektrik Santralleri Proje Yönetim”, s. 294, X. Ulusal Tesisat Mühendisliği Kongresi – 13/16 Nisan 2011/İzmir.

[14] Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, s. 25-26.

[15] Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, s. 47.

[16] S. Kahraman, a.g.m., s. 34.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler