spot_img
spot_img
Ana SayfaÇeviriSavaş, kapitalizm ve ekoloji: Bruno Latour neden hiçbirini anlamıyor? - Maurizio Lazzarato

Savaş, kapitalizm ve ekoloji: Bruno Latour neden hiçbirini anlamıyor? – Maurizio Lazzarato

Rusya’daki savaşla kapitalizmin işleyişi ve ekolojik tahribatı birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Maurizio Lazzarato, ekolojik düşüncenin bu konudaki kavrayışı eksikliğine dikkat çekiyor ve savaş makinesinin toplumsal, ekonomik ve ekolojik sonuçlarını neden bir arada düşünmemiz gerektiğini açıklıyor. Topyekûn üretim ve topyekûn yıkım arasındaki ilişkiye odaklanan Lazzarato, savaşların kapitalizmdeki kurucu rolünü ve ekolojik felaketteki mutlak payını ortaya koyuyor. Ukrayna’da süregelen savaşın “emek” açısından ne anlama geldiğine dair bir kavrayış sunması umuduyla bu çeviriyi yayımlıyoruz.

Ukrayna’da savaşın patlak vermesiyle birlikte filozof-ekolojist de ortadan kayboldu. Hem Ukrayna hem de küresel ısınma trajedisiyle nasıl baş edeceğini bilmiyor, gelişmeler karşısında şaşkına dönmüş durumda. Tek önerisi, iki trajediden birini diğerinin önüne koymamamız. İki trajedi arasında yakın ilişki bulunmasına, hatta ortak kökenlerine rağmen bu ilişkiyi anlayamadı. Zira bu, iki savaşın ortaya çıktığı ve geliştiği çerçeve olan kapitalizmin varlığını kabul etmesini gerektiriyor.

Devletler arasındaki savaşlar ve sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet savaşları her zaman sermayenin gelişimine eşlik eder çünkü bunlar aynı zamanda ilkel sermaye birikimi temelinde onun varlık koşuludur. Sınıfların oluşumu (işçilerin, kölelerin ve sömürgeleştirilenlerin, kadınların); tahakküm kurucu ekonomik olmayan şiddetle birlikte galip ve mağlup arasındaki ilişkiyi devam ettiren, dengeleyen ve yeniden üreten şiddeti de işaret eder. Sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet savaşı ile savaşı idare edecek güce ve araçlara sahip devlet olmadan sermaye olmaz! Bu gerçeği unutsak bile, savaş ve savaşlar dışsal gerçeklikler değildir, sermayenin kurucu ilişkileridir. Kapitalizmde savaşlar bir tarafta kaba ve kötü otokratların diğer tarafta ise nazik ve arkadaş canlısı demokratların olması nedeniyle patlak vermez.

Birikim döngülerinin başında görülen savaş ve savaşları döngülerin sonunda yeniden görürüz. Kapitalizmde savaşlar öteki çağlarla kıyas kabul etmez derecede felaketlere yol açar ve ölüm saçar. 20. yüzyılın başında kapitalizmin savaş, devlet ve sermaye arasındaki ilişkiyi (Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” [creative destruction] olarak tanımladığı mekanizma) biçimlendiren görece yıkıcı gücü, mutlak hale gelir. Mutlaktır, çünkü pek çok türle birlikte insanlığı tehlikeye atar.

I. Dünya Savaşı ve mutlak yıkım

Neolitik, Amerika’nın fethi, Sanayi Devrimi, savaş sonrası büyük hızlanma vb. Antroposen müritleri mutlak yıkımın başlangıcı hakkında bir türlü anlaşamıyorlar. Hepsinin zararlı sonuçları bugünü etkilemekle birlikte I. Dünya Savaşı’nın yaratığı kopuşla yüzleşmekten itinayla kaçıyorlar.

20. yüzyıldaki iki başlı devlet/sermaye mekanizmasını değiştiren büyük dönüşüm 1929 finans krizinin patlak vermesinden çok önce, 1914 savaşında oldu. Büyük savaşın yeniliği; devlet, ekonomik monopoller, toplum, iş, bilim ve teknoloji arasında yarattığı bütünleşmeden kaynaklanır. Bütün bu unsurların savaş için muazzam bir üretim mekanizması inşa ederken ortaya çıkardığı işbirliği, her birinin işlevini kökten değiştirdi. Çünkü “olağanüstü hallere” yanıt vermek adına devlet, yasama ve yargı gücü karşısında yürütme gücünü kuvvetlendirdi. Monopollerin birleşmesiyle ekonomide de benzer politik güç yoğunlaşması yaşanmaktadır. Bu sırada (sadece iş dünyası değil) tüm toplum üretim için harekete geçti. Nihayetinde aşırı hızlanma devam ederken bilimsel ve teknolojik yenilik de doğrudan devletin kontrolüne geçti.

I. Dünya Savaşı’nın “kahramanı” Ernst Junger, savaşı “silahlı eylemden” ziyade “devasa iş süreci” inşası olarak tanımlıyordu. Üretim örgütlenmesi çok az şirketi ilgilendirirken savaşla birlikte toplumun tamamı üretime katıldı. “Ülkeler makineleşmiş, piyasa rolündeki kanlı tüketim süreci cephe için 7/24 kitlesel askeri hizmetler üretebilecek, devasa fabrikalara dönüştü.”

Üretim alanındaki her toplumsal işlevin kapsanması (Marksistlerin toplumun sermaye tarafından içerilmesi diye bahsettiği durum) savaşlarla açığa çıkmıştır ve öyle olmaya da devam edecektir. Her türden faaliyet, “makinede dikiş diken ev kadını bile” savaş ekonomisi emrindedir ve topyekûn harekete katılır.

Meydanlarda orduların savaşmasının yanı sıra ulaşım orduları, lojistik orduları, silah sanayii orduları, iş orduları, iletişim orduları, bilim ve teknoloji orduları vb. “yeni tür orduların ortaya çıkması” savaş lojistiğinin sermayenin ticari lojistiğinden daha etkili olduğunu gösterir.

Bu bağlamda “topyekûn savaştan” bahsedebiliriz. “Topyekûn üretim” ekonomik, politik ve toplumsal hareketi gerektirir. Savaş, monopoller ve devlet arasında liberalizmin çözemeyeceği hatta neoliberalizmin bile arz ve talep piyasası ile serbest rekabeti yeniden tesis edemeyeceği bir düğüm oluşur.

Marx’ın “genel zekâ” olarak nitelendirdiği şey (üretimin işçi emeğinin yanı sıra iletişim, bilim ve teknoloji vb. toplumdaki faaliyetlere ve işbirliklerine dayanması) savaş belirtileri sırasında ortaya çıkar. Marksist genel zekâda savaş olmamasına karşın, savaş fiili tesisiyle bütünü tamamlar. Topyekûn savaşın başlattığı kapitalizm, Marx’ın tarif ettiğinden farklıdır. Clausewitz’in çalışmalarını yayımlayan Hahlweg, 20. yüzyılın başında kapitalizmi etkileyen bu değişiklik için, “Lenin’de Marx’taki ekonomik krizin yerini savaş alır,” demektedir.

Keynes, kendi ekonomik programının sadece üretim güçlerinin imkânlarının sınırlarına itildiği savaş ekonomisinde uygulanabileceğini ileri sürer.

Savaş ve üretimin birleştiği bu müthiş makine bilim, teknoloji ve çalışma organizasyonunun gelişiminde bir sıçrama sağladığı için ivmelenmeye yol açar; farklı üretici güçlerin ve toplumsal işlevlerin koordinasyonu ve sinerjisi, üretimde ve üretkenlikte bir artışa dönüşür. Fakat üretim ve üretkenlik burada yıkımın hizmetindedir. Kapitalizm tarihinde ilk kez üretim yıkımla ilişkilenirken “toplumsaldır.” Üretimdeki artış, yıkım kapasitesini artırır.

Böylece sadece düşman ve ordusunu değil, ülkenin nüfusu ve altyapısını da yok etmek üzere yıkıcı güçlerin gelişmesini amaçlayan yeni icatlar ve keşifler için çılgınca bir atılım başlar. Bu süreç II. Dünya Savaşı’nda atom bombasının yapılmasıyla tamamlanır. Toplumsal varlığın yaratıcılığı ve üretkenliğinin en yüksek ifadesi olan bilim, yıkıcı gücü radikal bir şekilde genişletir: Bundan böyle insanlığın devamı, atom bombası tehdidi altındadır.

Günter Anders, I. Dünya Savaşı’ndan önce insanlar ölümlü, insanlık ölümsüz iken atom bombasıyla üretim ve yıkım özdeşliğinin insanlığı doğrudan ölümle tehdit ettiğini söyler. Tarihte ilk kez insan türü; kapitalistler, devlet adamları ve zengin sınıflar vb. insanlığın alt kollarının birinin gücünden kaynaklanan yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

İki başlı devlet/sermaye mekanizmasının ekonomi-politik örgütlenmesindeki bu sıçrayış, Avrupa’yı saran sosyalizm tehlikesine bir tepki, (yapılandığı örgütlere karşın) sosyalizmin içinde büyüyen sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet savaşlarına karşı önleyici bir eylemdi ve 20. yüzyıl boyunca da büyümeye devam edecekti.

Büyük Hızlanma

Düşmanlıkların sona ermesi, devlet/sermaye mekanizmasının yeni örgütlenmesini ortadan kaldırmadı. Çünkü “topyekûn üretim” için “topyekûn harekete geçme”, olağanüstü hal yönetimi, yürütme gücü ile ekonomik gücün yoğunlaşması, savaşın acilliğine dayalı geçici istisna halleri kapitalist yönetiminin gündelik normları haline geldi.

Ekolojistler, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemi “büyük hızlanma” olarak isimlendirdi. İki topyekûn savaş sırasında yaşanan benzer üretim ve yıkım özdeşliğini ekonomik “patlamanın” günlük işe ve tüketime tamamen yedirildiğini gördük.

Savaş sonrası yeniden inşa evresinde bütünleşmiş üretici mekanizma dağılmadığı gibi bir de yeniden yatırım yapıldı. Savaşın neden olduğu hasarın tamiri yeni, hatta daha korkunç bir yıkımı yapılandıracak. Büyük ivmeyle birlikte iklim ve biyosferik dengenin geri dönüşsüz biçimde bozulmasına doğru dev bir atım atıldı.

Savaş sonrası kapitalizm, topyekûn savaş sırasında doğan bütünleşmeyi sömürerek olağanüstü büyüme ve verimlilik oranları üretmeye devam etmekte ve gezegenin yaşam koşullarının da aynı oranda tahribine sebep olmaktadır. İnsan türü (diğer türlerle birlikte) ikinci kez yok edilme tehdidiyle karşı karşıya. Artık insanlığı “tehdit eden” “doğa” değil, ekonomi-politik mekanizmayı “yöneten” sınıflar.

Üretim ve yıkım özdeşliğinin koşulları daima savaşın kurduğu “barış” çerçevesinde oluştu. Hannah Arendt ve Carl Schmitt’in 1961’de söz ettiği “küresel iç savaş”; Kuzey’de soğuk ve Güney’de çok sıcak savaş olarak gerçekleşti. Bu “trente glorieuses”u [şanlı otuz yılı] bir barış dönemi olarak düşünmek ise ancak Avrupamerkezci bir yanılsamayla mümkündür.

Büyük hızlanma; I. Dünya Savaşı’na (vote des crédits [ödenek oylaması] biçiminde) destekle başlayan kapitalizm ve devlet bütünleşmesi, bu bütünleşmeyi yeniden güçlendiren işçi hareketinin uzlaşısı olmadan anlaşılamaz. Savaş sonrası dönemde Küresel Kuzey’de sermaye ve işçi arasındaki Fordist uzlaşı, kapitalizmin işlevselliğine bırakılarak “topyekûn üretim” için “topyekûn harekete geçildiği” üretim ve tüketim özdeşliğini örten sessiz bir mutabakata dayanır. İşin içeriğine ve üretim amaçlarına karar verme aşamasında, işçi hareketi kendini ücret talepleri ve işçi haklarıyla sınırlayarak bütün gücü devlet/sermaye mekanizmasına bırakır. Uzlaşı, hele de iş ve işçi kavramları sözkonusu olunca, üretim ve yıkımın özdeşliği sadece savaş zamanını ilgilendiriyormuş gibi işler. Günter Anders; bu kavramların kapitalizmin yeni gerçekliğinde yaşadığı anlam kaymasını ilk özetleyen kişidir. “Ürünün ahlaki durumu (zehirli gaz veya hidrojen bombası olması) üretime katılan işçilerin ahlakına gölge düşürmez” diye yazar. “Üretilen ürünün, en iğrenç ürün de olsa, işin kendisini kirletmesi” politik olarak düşünülemez. İşin “kokusu” yoktur, tıpkı para gibi. “Amaç, işi ahlaki olarak itibarsızlaştıramaz.”

Üretimin amacı işçiyi ilgilendirmemelidir ve “bizim zamanımızın en ürkütücü yanlarından biridir” iş. “Yaptığımız ne olursa olsun ahlâki açıdan yansızdır… İşin ürünü her zaman iyi ve kötünün ötesindedir,” diye düşünülür. Sendikalar ve işçi hareketleri, “emeğin yaptıklarının görünmediği veya bilinmediği” “gizli bir yemin” ettiler.

Çağdaş kapitalizm koşullarında durum daha da radikalleşti. Bütün iş (sadece “zehirli gaz veya hidrojen bombası” üretimi değil) ve bütün tüketim (sadece uçakla uçmak değil) yıkıcıdır. Birlikte ve aynı zamanda hem üretim hem de yıkım güçleri olmalarından ötürü çalışma ve tüketim varoluşu üretiyor mu yoksa imha ediyor mu, bilinemez.

Kapitalizmde bireyler çalışarak ve tüketerek yıkımı ürettikleri için yıkımın gönülsüz “suç ortakları” olduğu gibi, felaketi üretmeye zorlandıkları için sömürünün ve tahakkümün kurbanlarıdır aynı zamanda. Nesnel olarak bizi suç ortağı yapan itaat bağını koparmaktan, çalışma ve tüketim ilişkisinden kurtulmaktan, yani işi ve tüketimi reddetmekten başka çaremiz yok.

“Neoliberalizm” Dedikleri

Sermaye/devlet mekanizması sermaye-emek uzlaşmasının “topyekûn üretim” için “topyekûn harekete geçme” sloganını arsızca kullanır, ancak telkin etmez. Birinci Dünya Savaşı’nda ana hatları çizilen yeni küreselleşmenin olduğu, finanslaşmanın yoğunlaştığı, politik ve ekonomik gücün tekelleştiği ekonomi-politik yapı sadece otoriteryen ve anti-demokratik özelliklerini yücelterek üretici ve yıkıcı boyutlarını artırır.

Neoliberalizmin ortaya çıkışının tek sebebi Latin Amerika’daki iç savaşlar değildir. Tam aksine, Amerikalıların ve NATO’nun dünya çapında ilan ettiği bütün savaşlar; öncelikle yaratılmasına yardım ettikleri bir düşmandan (İslamcı terörist) ardından sömürgecilik karşıtı özgürleşim savaşlarından (mevcut savaşının gerçek hedefi Çin’dir) ortaya çıkan güçlerle karşıtlığından beslenir.

Çağdaş küreselleşme 19. ve 20. yüzyıldaki küreselleşmeden oldukça farklıdır. Geçmişteki küreselleşmenin amacı dünyanın sömürgeci biçimde bölünmesiydi, günümüzde ise Batı’ya tabi bir Güney’e artık bel bağlanamaz. Aksine, bu eski koloniler artık Kuzey’in bocalamasına neden olan ekonomik-politik güçlerdir ve Kuzey, silah dışında hegemonyasını sürdürmesini sağlayacak bir fikirden mahrumdur. Küresel Güney’in iki yeni sorunu var. Eski sömürgelerce benimsenen neo-kapitalizm biçimlerinde; merkez devlet-sermaye mekanizmasının faaliyetlerini (l’action) dünyanın geri kalanına yayamadığı gibi üretim/yıkım da genişler. Küreselleşen kapitalizmin hızı, savaş sonrası dönemde artırdığı tahribatı artık geri dönüşsüz noktaya taşır.

Paradoksal bir şekilde, yeni bir Amerikan yüzyılının başlangıcını sağlaması beklenen bir küreselleşmenin neden olduğu güçlerin ortaya konması, ABD’nin yıllardır açık savaşa dönüştürmeye çalıştığı emperyalizmler arasındaki çatışmayı yeniden alevlendirdi. Savaş açlığının körleştirdiği Küresel Kuzey, bugün azınlıkta olduğunu –sadece demografiden söz etmiyoruz–kavramakta güçlük çekiyor. (Mevcut savaşta ülkelerin büyük bir kısmı Kuzey’in yanında yer almadı. Çünkü egemen Yankee kibrinin kimi hedef aldığını ve almaya devam edeceğini biliyorlar.)

Geçmişle çarpıcı bir benzerlik de Avrupa’nın sömürgelerinde kullandığı şiddetin savaşlar ve faşizmlerle Kıta’ya geri dönmesidir. Aimé Césaire, Hitler’i “sömürgeci” yöntemlerinden ziyade onları beyazlara karşı kullandığı için kınadığımızı sıkça söylerdi. Amerikalıların ve NATO’nun dünya çapında sürdürdüğü savaştan otuz yıl sonra ABD’nin dayattığı devletlerin ve yerel seçkinlerin Amerikan iradesine tabi olmayı kabul ettiği silahlı şiddet, Avrupa’ya döndü. Hem intihar hem de cinayet projesi İmkânsızlık İmparatorluğu’nu kurana kadar Amerikalılar silahlı baskıdan vazgeçmeyeceği için savaş günümüzde de devam edecektir. Biden’ın “Amerika’nın dünyanın tekrar lideri olması için çalışmak” ifadesi, insanlığın gelecek yıllarda çekeceği çileyi özetlemektedir. Biden’ın başkanlığının gerçek programıdır bu. Başkanlık kampanyasındaki resmi açıklamaları –yeni çıkan iç savaşı durdurmak için– tedricen terk edildi.

Keynes’in sözleri savaş trajedisine uygun düştüğü kadar ekolojik felakete de uygun düşer: Birinci Dünya Savaşı’na yol açan finans kapital hegemonyasının “varoluşun her alanını” yöneten bir “öz-yıkım” kuralı vardı ki bu finansal öz-yıkım kuralı günümüzde de geçerliliğini sürdürmektedir. Kapitalistlerin ve devletin serbest bıraktığı şiddet zaten ekolojik felaketi içermektedir, çünkü kendilerini korumak için kâr, mülkiyet ve iktidar “güneşi ve yıldızları söndürebilir.”

İktidarların savaşı ile “Gaia”ya karşı savaşın kökeni birdir

Olası üçüncü dünya savaşının Rusya’dan kaynaklanacağına inanmak, I. Dünya Savaşı’na Saraybosna’daki suikastın nedeni olduğuna inanmaya benzer. Bu, entelektüel ve politik tembelliktir.

Rosa Luxemburg sermayenin tamamen küreselleşmesinin olanaksızlığını ve emperyal savaşın kaçınılmazlığını yüz yıl önce anlamıştı. Sermayenin “dünya biçimi olma eğilimi, gerçekte dünyanın üretim formu olma yetersizliğine çarpıp dağılır.” Artı değerin gerçekleşmesi ve artı değere el konmasının (özel mülkiyet kanunlar ve kuvvetle güvenceye alınır) yanı sıra “düzenleme” açısından da Ulus-Devlet’e bağlı olduğu için sermaye küreselleşemez. Deleuze ve Guattari’nin ortaya koyduğu gibi, devlet yoksa sermaye akışı ziyan olur.

Birikim mekanizması ve bitmek bilmeyen genişleme eğilimi (dünya pazarı), her ikisi de onun işlevine dahil olsa da, devlet ve sermaye arasındaki gerilime dayanır. Sermaye, gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir “küreselleşme eğilimi”ni ifade eder, çünkü emelleri için gerekli siyasi ya da askeri güce sahip değildir. Buna karşılık devlet her iki gücü de kullanır ancak bölgeseldir, sınırlar ve düşman devletlerle kuşatılmıştır. (Görece içkin) sermayeyi (somut egemenlik sahibi) devletin karşısına koymak faydasızdır, çünkü her zaman birlikte hareket ederler.

Çağdaş küreselleşmenin başarısızlığı, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başı arasındaki öncel küreselleşmenin başarısızlığına çok benzer. Finans kapital çöktüğünde devletler ve orduların dünya pazarı üzerinde hegemonya kurmak için rekabeti yine savaşla sonuçlanabilir.

Kim galip gelirse gelsin Amerikalıların imkânsız emperyal düzene (zaten başarısız olduğu için imkânsız) indirgemek istedikleri mevcut küresel “düzensizlik” (büyük alanlardan oluşmasına karşın merkezinde daima devletlerin olduğu çok sayıda güç merkezi), daha büyük bir kargaşaya dönüşme riski taşıyor.

Büyük küreselleşme kozmopolitlik yerine sadece kimlikçi mantıklar üretebildi zira 2008’deki finansal fiyaskonun ardından sermaye, çökmemek için devletin koruyucu kanatlarının altına –kapitalist “medeniyet”i de beraberinde götürerek– sığındı ve devlet de ancak kimliklerle; milliyetçilik, faşizm, ırkçılık, cinsiyetçilikle hayatta kalabilirdi.

Kapitalizmde farklar (fark felsefesinin ya ustaca ya da sorumsuzca iddia ettiği gibi) öngörülemez yenilikler üreterek kendilerini farklılaştırmazlar, ancak çelişkilere dönüşecek kadar kutuplaşırlar (gelir, varlık, okullaşma, sağlık vb. alanlardaki eşitsizlikler). Kendilerini devlet/sermaye makinesine karşıtlıklara dönüştüremeyerek, merkezinde her zaman beyaz adamın bulunduğu kimliklere sabitlenirler. Milliyetçi, ırkçı ve cinsiyetçi kimlikler, büyük ölçüde savaş öznelliklerinin üretim koşullarını yerine getirir. Medyanın serbest bıraktığı Rus karşıtı histeri, savaşanları ve kurbanları (beyazları beyaz olmayanlardan) ayırdıkları ırkçı nefret, bir faşistin savaş heyecanına kapılmasını sağlayacak öznelliğin “simgesel” yıkımına dair uzun bir çalışmayla bekleniyordu.

Bir yüzyılı aşkın zaman önce başlayan ve son 70 yılda ilerlemesi hızlanan süreci bitirmeye yakınlaştık. Özel mülkiyet bireysel ve kolektif yaşamın bütün yönlerini emdi ve “kamusal alan” kapandı. Agamben’in ilan ettiği “hijyen diktatörlüğünden” tamamen farklı bir kapsamın sürecidir bu. Olağanüstü hal, üretim ve yıkım kimliğiyle bir arada olması gereken bir normalliktir. Çünkü 20. yüzyılın başından beri süreç işlediğinden, barış ve refah vaatlerinin sadece “güzel çağda/ belle époque” yaşandığı devlet/sermaye mekanizmasına kendini iliştirmektedir.

Kapitalizm ve tarihinin yüzeysel analizinde bile bunu anlamak mümkündür. Çelişkilerine karşı zafer kazanmış gibi göründüğü çok kısa bir öfori döneminin (yüzyıl başı ve 1980’lerin sonları ile 1990’lardaki güzel çağ/ belle époque) ardından çıkmazlarının üstesinden gelebilmek için elinde sadece savaş ve faşizm vardır.

“Herkes için refah” zenginliğin birkaç kişide yoğunlaşmasına, finansal tahribat ve ekonomik hegemonya ile kaynaklara erişim kavgalarına dönüştü. Hobbes’tan beri “herkesin herkese karşı savaşı” tehlikesinde devletin güvenceye alması beklenen yaşamın korunmasına karşılık itaat değiş tokuşu, endüstriyel savaşın katliamlar düzenlemesiyle ve halihazırda insan türünün yok olmaya devam etmesiyle bir değil iki kez çürütülür.

Biyopolitika (“yaşa ve yaşat”) devletin silahlı gücünü kullanması için sermayenin şiddetini başlatan devlet/sermaye mekanizması gerçekliğiyle karşı karşıya kaldığında “ideolojik” yapısını ortaya serer. Bütünleşen iki şiddet, “yaşatma” ifadesiyle ima edilen hükümetin pasifleştirilmesinden oldukça uzaklaşmıştır.

1950’lerde Günther Anders’in bahsettiği atom bombası şiddetinin artmasıyla insanlığın olası yok oluşu; bugün küresel ısınmanın “yayılan şiddeti”, biyosferin bozulması, toprak yitimi, dünyanın aşırı kullanımıyla vb. yeniden gündemde. İki farklı zamansallık –bombanın aniliği ile ekolojik bozulma süreci– aynı sonuca yakınsar. Çünkü aynı kaynaktan üretim/yıkım kimliğinden doğar. Ukrayna’daki mevcut savaşta iki yönlü bir tehditle karşı karşıyız. Biri asla yok olmayan atomik  tehdit, diğeriyse “ekolojik” tehdit. Latour’un göremediklerini bize meydana gelen hadiseler gösterdi. Savaş en azından bir hususun, ekolojik düşünce ve çoğu prestijli entelektüellerinin tutarsızlığının ortaya çıkmasına hizmet edecektir.

Ek: Ontoloji Krizi

Üretim ve yıkım kimliği; üretici güç felsefesinin teyit etmeye uğraştığı varoluş kavramındaki (yaratılış olarak varoluş, büyümenin devam edegelen süreci, insanın ve dünyanın inşası) krize işaret eder. Varoluşun bu uzun tarihi Birinci Dünya Savaşı’yla tersyüz olur ve varoluşun kendini üretimi ve yıkımı aynı zamana rastlar. 1960 ve 1970’lerdeki felsefe yeni durumu katiyen kavrayamadığı gibi varoluşun icat, çoğalma ve farklılaşma gücünde ısrar etti. Toplam üretim rejimi altında varoluş, yaşanabilirlik koşullarını yok ederken dünyanın morfolojisini değiştirebilen “jeolojik” bir güçle kıyaslanabilir hale geldiği anda yıkımın olumsuzluğu düşünceden kovuldu. Negatifin eleştirisi Hegelci diyalektiğe yoğunlaşmasına karşın kapitalizmin yeni biçimindeki mutlak olumsuzlamayı sorunsallaştıramadı. Bu sırada varoluş sürekli yeni tekillikler üretimiyle daha da zenginleşmiş görünürken tüketiliyor, bitiriliyor ve hatta yok olma tehdidi ile karşı karşıya kalıyordu. Felsefenin veba gibi, kaçtığı tahmin edilemeyen bir durumdu bu.

Üretim ve yıkım kimliği, çalışma kategorilerinin yanı sıra varoluş gücünü miras edinmek isteyecek üretim güçlerini yeniden düşünmeye zorlamaktadır. Topyekûn savaş ve sermayenin, devletin, bilimin/teknolojinin ve işin ivmesinin birleşmesi üretim güçleri ve ilişkileri arasındaki Marksist muhalefeti işlevsizleştirir. Çünkü üretim güçleri aynı zamanda yıkım güçleridir. 19. yüzyılda iş ve paydaşları bilim ve teknoloji; üretim ilişkilerine (özellikle özel mülkiyet ile koruyucusu devlet) hapsolan yaratıcı bir güç inşa etmiş gibiydi ve devletin kontrolünden kurtarılmaları gerekiyordu. Böylece kâr, özel mülkiyet ve sınıf hiyerarşinin kısıtladığı üretim güçlerini geliştirebilirlerdi. Eşzamanlılık nedeniyle savaş sonrası kapitalizm koşulları altında işin üretim mi yoksa yıkım mı olduğuna karar verilemez. Bu nedenle, işin bir ontolojisi olmadığından politik eylem yöntemleri üzerinde yeniden düşünülmelidir.

Savaşlar, ret, isyan, işbirliği, “onarıcı” faaliyetler, dayanışmalar ve devrimler sürekli tartışılmaktadır ve türlerin yaşamı tehlikede olduğundan kapitalizmden kopuş her zamankinden daha gereklidir. Fakat hepsi üretimin bir gölge gibi yarattığı yıkımın varlığıyla radikal biçimde değiştirilmiş çerçeve içinde tezahür eder.

Çeviren: Nuray Turan

Düzenleyen: igno

Fransızcadan İngilizceye Çeviren: Eric Aldieri

Orijinal metin: War, Capitalism, Ecology: Why can’t Bruno Latour understand anything about them?

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler