Seksenlerden itibaren Batı Akademisinde ve tabi ki Türkiye’de proletarya diye bir sınıftan bahsedilemeyeceğini zira imalat sektörünün yerini finans, hizmetler ve bilişimin almakta olduğunun altını çizen yaklaşımlar yaygınlaştı. Bunlar aynı zamanda zımnen kapitalizmin doğasının da değiştiğini ima ediyorlardı. Bunlara pek çok kuramsal yanıt verildi, fakat veriye dayanan yanıt Beverly Silver’ın çalışmasıyla açıkça ortaya kondu. İmalat sanayi Batıda ortadan kalkıyor olabilirdi ama yok olmuyor tam tersine küresel güneye taşınıyordu. Artık dünyanın sanayi merkezi Güney Kore, Çin, Hindistan, Güney Afrika gibi ülkelerde bulunuyor. Fakat bu sanayi merkezlerinde faaliyet gösteren firmalar genelde kuzeydeki çok ulusluların taşeronları olarak çalışıyor dolayısıyla kapitalizmin batı merkezli işleyişinde bir değişiklik görülmüyor.
Bununla birlikte işçi militanlığında beklenebilir bir değişiklik gözüküyor ve işçi hareketliliği bu ülkelere doğru kayıyor. Bu veriyi hem Silver’da hem de İmmanuel Ness’in çalışmalarında görebiliyoruz. Özellikle Ness’in çalışması bu yeni güneyli işçi militanlığının söz konusu ülkelerde ithal ikameci dönemlerde oluşan eski sendikal merkezlerin dışında oluştuğunu gösteriyor. Bu ülkelerde, belki uzun süre askeri diktatörlükler altında mücadele etmiş Güney Kore istisnası dışında, var olan ve genelde de Hindistan’da olduğu gibi çeşitli artık müessesleşmiş siyasi partilerle ilişkileri olan sendikalar, çok uluslularla ortak onların taşeronu olan firmaların hakim olduğu ihracat sektörlerinde örgütlenmek noktasında bile isteksizler. Bizdeki taşeron işçiliğe benzer işçi hareketini bölen uygulamalar karşısında da etkisiz ve tepkisiz kalıyorlar. Zorunlu olmadıkça güvenceli kadroları olan işçiler dışındaki kesimleri örgütlemeye yanaşmıyorlar.
Bu noktada en çarpıcı örnek Güney Afrika’da COSATU’nun durumu. COSATU seksenli yılların ortasındaki kuruluşundan sonra sınıf kavgasını apartheid karşıtı siyasal söylemle birleştiren tutumuyla örnek gösterilen bir sendikal merkez haline geldi. Güney Afrika sermayesinin dünyaya entegrasyonun önünde bir engel haline gelen apartheid rejimi büyük bir halk hareketi ve uluslararası dayanışmayla yıkılınca, oluşan yeni sistemde COSATU ülkenin işçi hareketini yeni iktidarın küresel kapitalizmin amaçlarıyla uyumlu siyaseti doğrultusunda kontrol eden bir sermaye devleti kurumu haline gelmiş oldu. Öyle ki COSATU üyesi madenciler sendikası 16 Ağustos 2012’de yaşanan 34 madencinin güvenlik kuvvetlerince öldürüldüğü Marikana Katliamının sorumluluğunu bağımsız madenciler sendikasının üstüne atıp madeni işleten çok uluslu firma ve hükümet arasındaki ilişkinin üstünü örtmeye çalışıyordu.
Türkiye imalat sanayi noktasında kuşkusuz Çin ya da Hindistan değil fakat yukarıda bahsettiğimiz tüm etkileri daha düşük nispetlerde olsa da yaşıyor. Ülkede yoğun bir proleterleşme ve çok ulusların taşeronu olan siyasetle ilintili firmaların hakim olduğu ihracata dayalı bir ekonomi var. Siyaset bağlantısı özellikle bu taşeron firmaların emek maliyetlerini düşük tutmaları ve çevre regülasyonları benzeri dışsallıklardan kurtulabilmeleri için gerekli, aynı zamanda tabi ki ballı krediler ve arsa tahsislerinden de faydalanıyorlar; ancak bu şekilde küresel rekabette ayakta kalabiliyorlar.
Sendikalar da bu noktada işlevsel, onlardan da işçi hareketini kontrol ederek sosyal meseledeki bu küresel dibe doğru yarışta Türkiye’nin geride kalmaması için sorumluluk almaları bekleniyor. Hak İş bu anlayışın sendikal merkezi ve bu dönemde rekor oranda büyümesi tesadüf değil. Fakat bu sendikal model sadece o konfederasyonla sınırlı değil. Türk Metal’in soğuk savaş zihniyeti ve Türk kontrgerillasıyla birlikte geliştirdiği yaklaşım başka bir kökenden gelse de aynı işlevi görebiliyor. Öte yandan mesela belediye sendikacılığı da artık Türkiye’de belediyeye hakim siyasi partiden ayrı düşünülemiyor. Dolayısıyla bu model bütün ülke sendikal hareketine tıpkı zararlı bir virüs gibi etki ediyor.
Kimisi liberal temsili demokrasiyle yönetilmeyen bu ülkelerde işçi hareketi var olan işçi temsiliyeti dışında kendi yolunu bulabiliyor, yani devlet sendika ve firmadan oluşan bu kurumsal mimari normal yurttaş haklarının olmadığı ülkelerde bile aşılmaz değil. Tabandan yeni sendikalar yükseliyor ya da önemli kopuşlar yaşanıyor. Mesela COSATU’nun en büyük bileşeni metal işçileri sendikası NUMSA konfederasyonun iktidarla olan ilişkisini eleştirdiği ve bağımsız madenciler sendikası ile dayanışması yüzünden COSATU’dan ihraç edildi. Bugün Güney Afrika’da işçi örgütü denince akla bir metal işkolu sendikası olan NUMSA geliyor.
Türkiye’de uzun süredir sendikal kriz tartışıyoruz ve tartışma başlıklarımız için hep kuzeye bakıyoruz. Açıkçası Çin ya da Hindistan değiliz ama ülkemizdeki süreci anlamak için ABD, Fransa ya da İtalya’daki örneklere odaklanmak da daha yararlı değil. Hizmet sektörü, beyaz yakalı ya da göçmen işçilere dair tartışmalar kadar hatta onlardan fazla küresel güneyin imalat sektöründeki mücadelelerden öğreneceklerimiz var. İthal ikameci dönemde geliştirdiğimiz bazı anlayışları bırakmamız gerekiyor. Bağımsız sendikalardan, işyeri sendikalarından çekinmek artık anlamsız. Sendikal hiyerarşi ve disiplin konusunda da tabanın inisiyatifini arttıran her düzenleme iyidir; ve en önemlisi her sendika da iyi değildir.
Küresel güneyde ve ülkemizde adı sendika olan ama aslında sermaye devleti adına işçi hareketini kontrol etmekle görevli olan yapılar var. Bunlar kelimenin bildiğimiz anlamıyla sendika değil, dolayısıyla gerici hatta gangster sendika bile diyemiyoruz bunlara. “Gerici sendikalarda bile çalışma yapmak” lafzının bu tür sendikalarla bir ilgisi yok. Gerici sendika, sermaye devletinin ulusal politikalarına entegre ancak sermayeyle tekil iş yeri, iş kolu düzeyinde üyelerinin ya da kendi örgütsel yapısının çıkarları doğrultusunda çelişkili bir ilişki içinde olan ve işleyiş kültürü üyelerinin hayat biçiminden uzak olmayan yapıları anlatıyor. Yerel İtalyan mafyasının genelde Katolik işçilerin çalıştığı New York limanlarında örgütlü sendikaları kontrol etmesi gibi. Bunlar şirketlerle işçiler arasında bir tür aracılık yapıyor. Oysa bugün gördüğümüz bazı sendikalar doğrudan firmanın bir uzantısı olarak şirketin insan kaynakları departmanı işlevini görüyor. Bunlar tabi oldukları yasa dışında sendika kavramıyla hiçbir bağlantıya sahip değiller.
Ülkemizde kayıtlı iş gücünün yüzde onu “örgütlü” ve bu örgütlü iş gücünün ancak yüzde beşinin toplu sözleşmelerden yararlanabildiği biliniyor. Ülkemizdeki sendikal yapılar hem sermayenin ulusal politikalarıyla barışık (şoven) hem de tekil iş yeri, iş kolu düzeyinde işverenin iş yeri denetimi ve işleyişi şemasına entegre bir haldeler. Şirketlerin insan kaynakları ve muhasebe departmanları gibi çalışan, işyerinin çıkarlarını dolayısıyla işverenin çıkarlarını esas alan bir sendikacılığa kavramsal olarak “Gerici Sendikacılık” diyemeyiz. Kuşkusuz bu türden yapılarla, gerici bürokratik sendikalar arasındaki çizgilerin giderek bulanıklaştığı örnekleri ülkemizde görmek mümkün. Özellikle kamu hizmet sektörü sendikacılığında sağ-sol düzen içi siyasi patronaj tüm sendikal zeminleri teslim almış durumda. DİSK’in üye sendikalarında bile temsilcileri atamak, delege seçimlerini masada belirlemek, işçilerin iradelerini gasp etmek, yüksek ücret almak, işverenlerle samimi ilişkiler içinde olmak olağan sendikal işleyişe dönüşüyor.
Bağımsız sendikaların kuruluşu ve işçi militanlığını temel alan sendikal odakların çoğalması tam da bu yüzden önemli. Bağımsız sendikal zeminlere mesafeli yaklaşan “soldan” fikirlerin geri planına baktığınızda söz konusu sendikal yapılarla pragmatik ilişkiler içinde oldukları görülüyor. Konum “fikri” üretiyor. Bu duruma düşenlere üzülürüz. Unutulmamalı ki, bu türden sözde sendikaların esas görevi işçileri bölmek ve dolayısıyla birleşik bir işçi hareketinin oluşmasını engelleyerek emek maliyetlerini düşürmek noktasında dibe doğru yarışta ülkeyi çekici hale getirmektir. Bu analiz çerçevesiyle ülkemiz sendikalarına bakınca karmaşa büyük oranda ortadan kalkar. Bu tip yapıların içinde çalışmak değil dağıtmak sınıf mücadelesinin önünün açılması açısından önemli bir görev. İşçileri bu yapılardan kurtarmaya dönük bir çağrıcılık, teşhire dayalı bir sınıf pratiği ve propagandası elzemdir.
Metal Fırtına’nın ve son metal sözleşmesinin bize gösterdiği Türkiye’nin önemli yönlerden imalat sanayinin kaydığı güney ülkelerine benzediğidir. Buralarda yükselen sınıf mücadelesinin taşıyıcısı önemli oranda taban inisiyatifine önem veren, eski ezberlerinden kopmaya cüret eden sendikal yapılar. Türkiye’de de bu türden gelişmelere ihtiyacımız var ama ilk adımı aşağıdaki işçi militanlığının önünü açacak, oralardaki örgütlenme ve direniş çabalarını muktedir kılacak yapıları oluşturarak atabiliriz. İşçi mücadelesi yok olmadı yer değiştiriyor ve gittiği yerlere mücadele geleneğini taşımak da bizlerin görevi.