Avrupa Birliği (AB) 28 üye ülkesi için (2012-2014) ölümlü iş kazasında hayatını kaybedenlerin toplam sayısı, yıllık bazda, ortalama 3 bin 789 kişi (Eurostat). 2016 yılında Türkiye’de iş cinayetleri yüzünden kaybettiğimiz kişi sayısı ise en az bin 970 kişi (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi).
Bu veriye göre AB ülkelerinde iş cinayetleri nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı Türkiye’dekinin 2 katı. Bu yazdıklarım üzerine “Biliyordum. İşte bak kendiniz itiraf ettiniz! Avrupa Birliği’nde iş cinayeti sayısı Türkiye’den fazla. Türkiye’yi karalamaktan vazgeçin. İş kazası işin doğası. Her ülkede oluyor” diyenler çıkabilir. Çıkacaktır.
Ancak AB üyesi 28 ülkede toplam çalışan sayısı Eurostat’a göre 2016’da 222 milyondur. Türkiye’de 2016 yılı için istihdam edilen kişi sayısı ise TÜİK’e göre 27 milyon. AB üyesi 28 ülke için istihdam edilenlerin sayısı Türkiye’dekinin 8 katıdır. Ücretliler üzerinden bu fark 10 kattır (yaklaşık 18 milyona, 180 milyon şeklinde). Kabaca çalışan kişi sayısı başına düşündüğümüzde Türkiye’de AB ülkelerine göre iş cinayetinde hayatını kaybetme olasılığı 4-5 kat daha fazladır. O da ülkemizde iş kazalarının ve cinayetlerinin kayda alınması konusundaki sıkıntılara rağmen.
Madenleri ele alalım. Şırnak’ta önceki gün yaşanan maden kazasında 7 işçi öldü, 1 işçi ise ağır yaralandı. Maden kaçak. Ölüm ise devlet büyüklerine göre bu işin doğasında var. AB üyesi 28 ülkede bir yılda madenlerde hayatını kaybeden toplam işçi sayısı, Türkiye’de bir yılda madenlerde hayatını kaybedenlere denk. Yani Türkiye’de madenlerde iş cinayetlerinde ölenlerin sayısı tek başına 28 AB ülkesinin toplamına eşit. 70 kişi civarında.
Soma’da yaşanan katliamda ise bir günde, 28 AB ülkesindeki madenlerde 4 yılda hayatını kaybedenlerden daha fazla sayıda işçimizi toprağa verdik.
Geçen hafta Türkiye’nin en büyük şirketi olan TÜPRAŞ’ta yaşanan patlamada 4 işçi hayatını kaybetti. İşçilerle yapılan röportajlarda, Koç Grubu’na devredilen Türkiye’nin en büyük şirketinde iş güvenliğinin göz ardı edildiği ifade ediliyor. İşler yetişmiyor. Her türlü ihmalin yaşandığı taşeron firmalar ortalıkta cirit atıyor.
Özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesizlik Türkiye’de çalışma hayatının alamet-i farikası olmuş, üretimden hizmete tüm sektörlerde hâkim hale gelmiş durumda.
Rafinerilerde ihmal ve iş cinayeti çok sık yaşanan bir şey değil. Güvenlik önlemlerinin üst düzeyde olması beklenen yerler rafineriler. Nitekim Avrupa Birliği İstatistik Kurumu verilerine AB ülkelerinde kok kömürü ve rafine edilmiş petrol ürünleri imalatı sektöründe ölümlü iş kazası sayısı 3 yılda sadece 4 kere yaşanmış. Yani Türkiye için iş güvenliğinin kritik olduğu yerlerde bile ihmal artık mümkün.
İş mahkemeleri
Türkiye’de sınıflar arası mücadele, sermayenin devlet desteği ile önünde hiçbir engel tanımaksızın bir bir mevzileri ele geçirdiği ağır bir saldırıya dönüşmüş durumda. İş cinayetleri bu durumun sadece görünen yüzü. İşçi sınıfı, mevzilerini çatışmadan bir bir terk ediyor. İşçi örgütleri bozguna uğramış durumda.
En son örnek iş davalarında arabulucuya başvuruyu zorunlu hale getiren İş Mahkemeleri Kanunu’nun kabul edilmesi. TBMM’nin 26’ncı döneminde ilk yaptığı işlerden biri bu kanunu kabul etmek oldu. Henüz 7’nci oturumda kabul edildi tasarı.
Kanunun amacı iş mahkemelerinin yükünün azaltılması. Yasanın gerekçesinde iş mahkemelerinde dava görülme süresinin ortalama 434 güne ulaştığı belirtiliyor. Yani özcesi adalet işlemiyor.
“Geç gelen adalet, adalet değildir” diye bir slogan var. Sendikal örgütlenme sürecinde anayasal hakkını kullandığı için yasadışı bir biçimde işten çıkartılan işçiler sıklıkla, uzun ve bitmek bilmeyen yargı süreçlerine mahkûm edilir. İşçilerin direncini kırmak için işveren işçiler arasında kimilerini çağırıp para teklif eder. Bu teklifler işçinin mahkeme sürecinde alacağından daha düşük tutarlardır. Ama borçtur, kiradır, evin masraflarıdır, çocuğun masraflarıdır derken, bu teklife teslim olanlar çıkar. Direniş çatırdar. İşçi sendikasız bir biçimde hem anayasal hakkından hem de onurundan vazgeçerek, arkadaşlarını satma pahasına fabrikaya girer ve çalışır. Çünkü yargı sürecinin uzaması dayanışmayı da, direnci de azaltır. Adalet yerini bulmaz. Uzayan süreç işverenin hanesine kâr olarak yazar, sendikasızlaştırmanın aracı olur.
Adalet büyük kaynaklar harcanarak inşa edilen soğuk devasa binaların içinde, küçücük hale gelen insan bedeninin çaresizliğini örgütlemek değildir. Adalet, adaleti zamanında yerine getirmektir. Bunun için dava sürelerinin kısaltılmasıdır. Ancak dava süresinin kısalması işverenin lehine değildir. O zaman işçiyi hakkından vazgeçirme süresi kısaltılmalıdır ki yeni yasa ile yapılan zorunlu arabuluculuk sisteminin özü budur.
Konuyu somut bir olay üzerinden okumak isterseniz, Murat Özveri hocanın yazısına bir bakın derim.