spot_img
spot_img
Ana SayfaEkolojiSınıfın ve Emeğin Ekolojisi

Sınıfın ve Emeğin Ekolojisi

Tarihe birbirinden ayrılamayacak iki boyutuyla bakıyoruz: doğa tarihi ve insanlık tarihi. Marx’ın bu kritik vurgusu ekolojik sorunlara bakış açımızın da öncülünü teşkil ediyor. Kuşkusuz bu öncül, içinden geçtiğimiz tarihsel gerçekliğe uygulanarak geliştirilmeli ve yetkinleştirilmelidir. Olayları ve olguları anlamaya çalışırken bireysel ve toplumsal, özsel ve ilişkisel boyutları bir bütünlük içinde ele alabileceğimiz tarihsel bir yaklaşım ekolojik sorunlara nesnel bir bakış açısı geliştirmemize yardımcı olabilir. Marx’ın uyarısını ekleyelim: Bireylerin ve toplumların “belirli bir faaliyet biçimini, hayatlarını ifade etmenin belirli bir biçimini, belirli bir yaşam tarzını” ya da “hayatlarını ortaya koyuş tarzları”nı yani onların ne olduklarını anlamanın yolu, onların “ne ürettikleriyle olduğu kadar nasıl ürettikleriyle de örtüşür.” Çokça kullandığımız maddi üretim ilişkileri ile genel olarak kastedilen budur, özel olarak ise kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerin mantığı ya da içsel eğilimleridir. İster bireysel ister toplumsal açıdan bakalım, temel mesele bu ilişkilerin yeniden üretimi ve bu yeniden üretimin hangi yollarla, hangi usullerle gerçekleştiğidir. Aslında bu ilişkiler aynı zamanda ekolojik muhtevadadır zira bireylerin ve toplumların birbirleriyle, ürettikleri şeylerle, kendileriyle ve doğayla ilişkilerini yansıtır. Bu açıdan yeniden üretim, süreklilik içinde ve çok boyutlu olarak gerçekleşir. Ama bu ilişkiler rastlantısal değildir, tarihsel bir mantığı vardır ve nedensel olarak anlaşılabilirdir. Ekolojik sorunları da bu süreç ve ilişkilerin yeniden üretilme yolları itibarıyla anlayabiliriz.

Marx’ın yabancılaşma olgusunu çok farklı boyutlarıyla ele alması, üretim tarzının  çok boyutlu ilişkiler içinde tezahür etmesine dayandırılır. Bu boyutlardan birisi doğaya yabancılaşmadır ve bu boyut diğer üç boyuttan -etkinliğimize ya da geliştirdiğimiz ve geliştirmeye devam ettiğimiz türsel niteliklerimize (kapasitemize), ürettiğimiz ürüne ve diğer bireylere- ayrılabilir değildir. Ne var ki bu olgunun yeni görünümlerinin halihazırdaki üretim ilişkileri açısından yeniden ele alınması, toplumsal ilişkilerin yeniden kuruluşunda doğanın kullanılış tarzındaki dönüşüme bakılması ve ekolojik sorunların da bu bağlamlar üzerinden tartışılması zorunlu görünüyor. Bu noktada başvuracağımız temel uğrak ise kapitalizmin neoliberal formudur. Neoliberal sürecin bir görünümü olarak “yeşil kapitalizm” olgusu da, temelde doğal -canlı ve cansız-, toplumsal ya da bireysel her şeyin özel mülkiyetin konusu olabilebileceği, sadece kâr getirebileceği yönde “değer”lendirilmesi, serbest piyasanın küreselleşmesi ve piyasalaşmanın idealleştirilmesi yoluyla anlaşılabilir. Ekolojik sorunların çözümü olarak önerilen uygulamalar ya da ilişkiler de dahil her türlü üretimin piyasa sürecine eklemlenmesine zemin teşkil eden neoliberal uygulamalar, güncel ekoloji tartışmalarının da yapısal boyutunu teşkil ediyor. Bu nedenle yeşil kapitalizm olgusu kapitalizmin neoliberal formda yeniden üretimiyle doğrudan ilişkilidir. Dahası bu forma içkin bir anlayış ve ilişki tarzıdır. Yeni bir pazarın yaratılması olarak atıklar, üretici güçlerin yeni bileşenlerinden biri olarak çevre teknolojileri, biyoteknoloji, karbon ticareti gibi birçok olgu bizi temelde kapitalist üretim ilişkilerinin yeni görünümü olarak neoliberalizmi anlamaya sevk ediyor ve tersi.

Kapitalist üretim tarzının sürekliliği sadece bu tarzı içeren belirli ilişkilerin yeniden üretimi ile değil bu belirli ilişkilere içkin çelişkilerin ve çatışmaların da yeniden üretimi ile gerçekleşir. Ne var ki sınıf çelişkisinin ve mücadelesinin yeniden üretimine kaynaklık eden bu sürecin temel unsurları değişmez: Emek, değer, sermaye, kâr, iş bölümü, mülkiyet, üretici güçler, üretim ilişkileri, devlet, rekabet… Bu açıdan belirleyici temel çelişki aynı olsa da tarihsel doğası itibarıyla çelişkinin üretilme tarzı ve görünümü farklılaşır ve bu farklılaşma küresel ölçekte gerçekleşmektedir. Hem bu tarihsel çelişkiyi hem de bu çelişkinin özgül görünümlerini anlamaksızın nesnel bir ekolojik yaklaşım geliştirmemiz mümkün görünmüyor. Esas olarak emek ile sermaye arasında gerçekleşen ama “çeşitli yönlerin birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileri temelinde” (Marx) düşünülmesi gereken bu çelişkinin mantığını ve güncel formlarını görebildiğimiz ölçüde ekolojik sorunların kaynağını ve nedenlerini de görebilir ve ekolojik bir mücadeleyi nesnel saiklerle geliştirme, toplumsallaştırma ve güçlendirme olanağına  sahip olabiliriz.

Sermaye ve kâr odaklı üretim sistemi, tarihsel gelişimi içinde sonuçları gittikçe ağırlaşan bir ekolojik yıkım miras bıraktığı gibi gezegenin tüm yaşam türlerini tehdit etmektedir. Ekolojik tahribatın mimarı, sonuçlarına rağmen varoluşsal çıkarı için bu üretim sistemini devam ettirmek zorunda olan sermaye sınıfı ve onun devletidir. Bununla beraber ekolojik yıkımın etkilerinin dağılımında eşitsizlik derinleşmekte, bu etkileri önemli ölçüde ve en ağır biçimde emekçiler yaşamaktadır. Sermaye sınıfı ve devleti, bu yıkımın sorumluluğunu üstlenmek bir yana hem emekçilerin hem de ekosistemlerin üzerindeki yükü arttırmaya devam ederek krizi “sürdürülebilir bir büyüme”de tutmak istemektedir, ki sürdürülebilirlik yeşil kapitalizmin kategorilerinden biridir. Bu, yeni bir durum değildir. Değerin temel iki kaynağı olarak emek ve doğa, tarihsel bir süreç içinde benzer sömürü ilişkilerinin ayrılmaz iki asli unsuru olmuştur. Sömürü ilişkilerinin küreselleşmesi ile birlikte emek-doğa sömürüsü de kaçınılmaz biçimde küreselleşmiştir. İnsanın doğa ile kurduğu ilişki, sömürü ilişkilerinin dönüşümüne bağlı olarak yeni biçimler almıştır.

İnsanlık tarihinden bu yana doğa ve insan arasında var olan, insanı ekosistemin dışında konumlandırmayan, gezegenin metabolizmasına dahil eden yaşam pratikleri temelde mülkiyet ilişkileri ile bozulmuştur. Mülkiyet ilişkileri geliştikçe, ekosistemi tahrip eden faaliyetler sistematikleşmiş ve insan ile doğa arasındaki metabolik ilişki (Marx) görünmez hale gelmiştir. Kapitalizm öncesi dönemlerde de doğanın ve insanların  tahakküm altına alınması söz konusu olmakla birlikte bugün karşı karşıya kaldığımız kitlesel yok oluş tehdidinin yaratıcısı, hakim üretim sistemi olan kapitalizmdir. Ekosistemin tüm bileşenleri metalaştırılıp pazara sunuldukça, insanlar kadar diğer türler de sermaye birikimi için kullanılan araçlar haline geldikçe ekolojik tahribatın derinleşmesi de kaçınılmazdır.

Proleterleşmenin ve yoksullaşmanın yoğunlaştığı ve küreselleştiği tarihsel bir uğraktayız. Ekolojik tahribatın ve buna bağlı olarak yangınların, sellerin, kirliliğin, salgınların, kanser gibi önlenebilir hastalıkların artması proleterleşmeyi ve yoksulluğu artıran kapitalist üretim tarzının kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu nedenle toplumsal üretim tarzının yarattığı yabancılaşma, insanlar arasındaki ilişkilerde olduğu gibi insanlarla doğa arasındaki özsel ilişkide de tezahür ediyor. Öyleyse kapitalist üretim tarzının ve onun uzantısı olan her tür yabancılaşmanın ortadan kalkması basit bir dönüşüm ile değil, hem insanların birbirlerinin özgürlüklerini büyütecek çok yönlü ilişkiler geliştirmesinin hem de parçası oldukları doğayla yeniden birleşmelerinin yani insanların doğalarını gerçekleştirmesinin toplumsal olanaklarının yaratılması ile mümkündür. Nihai olarak bu dönüşüm, varolanı tersine çevirme değil, özgür yaşamı yani tüm canlıların doğalarını gerçekleştireceği bir toplumsal varoluş tarzını inşa etmektir.

Üretim tarzı, üretim ilişkileri, sömürü ilişkileri, üretici güçler, emek, değer gibi olgular ve kategoriler ekonomik olduğu kadar ekolojik olgular ve kategorilerdir. Toplumsal her ilişki temel bir yönüyle de doğayla olan ilişkimizi yansıtır, zira “insanlar daima tarihsel bir doğaya ve doğal bir tarihe sahiptir” (Marx). Emek-sermaye çelişkisi de çok boyutludur ve burada çelişkiyi sadece insan-doğa arasındaymış gibi yansıtmak, hem tüm insanlık uzlaşmışçasına doğayı sömürdüğü için ekolojik sorunlar ortaya çıkmış gibi düşününülmesine hem de bu çelişkinin temel görünümünün üretim araçlarına sahip olanlarla bu araçlara sahip olmayanlar arasında olduğu gerçeğini görmezden gelmeye neden olacaktır.

Kapitalizm insanmerkezci değil, kâr merkezcidir. Toplumun özgürleşmesiyle koşullu düşünülecek bir akılcılığa değil pragmatizme ve araçsal bir pozitivist akılcılığa dayanır. Türcülüğü ideolojik olarak kullansa da fiilen türcü bile değildir, zira öyle olsa doğa ve emek yoluyla edinilmiş tüm ürünler insan türünün tüm bireyleri arasında paylaşılırdı. Yine nüfus artışının -ekolojik de bir- sorun addedilmesi, temelde yoksulların çoğalmasının sorun olduğuna dönük bir göndermedir ve örtük bir faşizme dayanır. Bu saptamalar, bahsi geçen olguların sorunsallaştırılmaması yönünde bir  eleştiri değil, bu olguların doğru bağlamlarla ve kaynağının nesnel yollarla tartışılması gerektiği yönünde bir hatırlatmadır. Bu nedenle de temkinli olmamız gereken noktalardan biri, tarihsel bir sorunu ya da olguyu özcü bir yaklaşımla ele almamaktır. Sözgelimi insanmerkezciliği insanın doğası gereği ve akla sahip olduğu için onun doğayla karşıtlığının kaçınılmaz olacağı düşüncesi ile tanımlamak, hakim ideolojilerin de dayandığı özcü bir yaklaşımdır. Kadın mücadelesi ve ekoloji mücadelesinin yaygınca görülen bu türden özcü eğilimlerden arındırılması sınıf mücadelesinin hareket tarzını da güçlendirecektir.

Yer altına inen madencinin, saatlerce ofiste çalışan memurun, çiftçinin, depoda yük taşıyan işçinin, yerinden edilen göçmenin, kuryenin, mühendisin, avukatın, öğrencinin, öğretmenin, çocuklar ve erkeğin hizmetinde çalışan kadınların ve daha birçok toplumsal kesimin yani yaşamak için emek gücünü satmak zorunda olan tüm insanların gerçekleştirdikleri etkinlikler neticesinde sadece onların emeklerine el konulmaz, o emeğin kaynağını teşkil eden işçinin öz gücüne de el konulur. Ki bu güç doğanın sonsuz gücünün bireysel bir görünümüdür ve bu nedenle de herhangi bir  etkinlik tarzı işçinin doğasının olumsuzlamasını beraberinde ürettiği ölçüde onu ekolojisinden eder. İşçi emek gücünü satarken özünden verir, doğasından olur. Bu nedenle de işçinin emek gücüne el konulması karşısında direnmesi ve buna neden olan tüm ilişkileri, mekanizmaları, örgütleri, ideolojileri ortadan kaldırmak için gücünü birleştirmesi sadece tarihsel bir zorunluluk değil onun doğasını, varolma gücünü geri istemesi yönünde meşru bir direniştir ve bu yönde bir devrim kategorik olarak ekolojik muhtevadadır.

Sınıf mücadelesi dayandığı bireysel, toplumsal ve doğal kökenleri itibarıyla zorunlu olarak ekolojik bir boyutu ihtiva eder. Doğal ve toplumsal olanın tarihsel bir bağlaşıklık içinde kuruluşu, bu manada özsel ile ilişkisel olanın diyalektik bir birlik içinde ele alınması gerekliliği, sınıf mücadelesinin çok boyutluluğu nedeniyledir. İçinde bulunduğumuz tarihsel uğrakta nihai sorunumuz toplumsal özgürlüğün gerçekleşmesidir ve özgürlük, doğamızı gerçekleştirmek ve doğamız ise parçası olduğumuz sonsuz doğanın gücü olduğuna göre, meselenin düğüm noktasını -hem ontolojik hem de tarihsel bakımdan- güç ilişkilerinin teşkil ettiği kuşkusuz. Güç ilişkilerinin tarihsel kuruluşunu, bu ilişkileri ortaya çıkaran ve yeniden üreten unsurlar ve mekanizmaları, gelinen özgül durumda bu ilişkilerin geçirdiği dönüşümü ve bu dönüşüme içkin olanakları anlamaya dönük derinlemesine bir çaba olmaksızın toplumun oluşumundaki ve gelişimindeki ekonomik, politik, ekolojik, ideolojik boyutları birlikte düşünmek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte tarih bize toplumların -ve hatta bireylerin- oluşumundaki ana hattı yani -bilhassa postmodern, postmarksist vb. yaklaşımlarda tanık olduğumuz- ekonomi-politik boyutu göz ardı etmenin en başta emekçilerin sonra da tüm ezilenlerin devrimi önünde nasıl engeller teşkil ettiğini gösterdi, gösteriyor. Esas mesele, bireyi kendisine, ürününe, diğer insanlara ve doğaya yabancılaştıran toplumsal-tarihsel çelişkinin yani emek-sermaye çelişkisinin dayandığı iş bölümü ve özel mülkiyeti yeniden üreten tüm toplumsal ilişki tarzlarının köklü olarak ortadan kaldırılmasıdır. Bu, böylesi bir olumsuzlamanın kendiliğinden ekolojik sorunları çözeceği gibi bir aşamacılığı değil sınıf mücadelesi ile ekoloji, kadın, ırkçılık ya da faşizm karşıtı vb. mücadelelerin tarihsel doğaları gereği iç içe olduğu, olması gerektiğini vurgulamaktır. Bu açıdan ekolojik hareketlerde yaygın olarak gördüğümüz ve temelde ekonomi-politik eksenin -kısmen ya da tamamen- olumsuzlamasına dayanan anarşist, liberal, özcü, görececi, zaman zaman sosyal Darwinizme varan zaman zaman mutlak bir iradecilik görünümünde ortaya çıkan yaklaşımların karşıt gibi görünen argümanlarının özde benzerlik ihtiva ettiğini görebileceğimiz eleştirel bir yaklaşım, temel boyutlarından birini ekolojinin teşkil ettiği tarihsel mücadeleyi de güçlendirecektir.          

Umut-sen’in Ekoloji Yaklaşımı

Toplumsal ilişkilerin -kuşkusuz ki bu ilişkilerden ibaret olmamakla birlikte- itici gücü olan ekonomi-politik ilişkilerin tesisinde birçok etkenin olduğu, bu etkenlerin teşkil ettiği ağırlık noktalarını, taşıdığı eğilimleri ve bu etkenlerin birbiriyle ilişkisini nesnel olarak kavramanın, mücadele ve hareket tarzımızı bu kavrayışa dayandırmanın güç olduğunun ama bunu yapabildiğimiz ve mücadelenin seyrini bu nesnel kavrayışa dayandırabildiğimiz ölçüde ilerleyebileceğimizin farkındayız. Toplumsal ilişkilerin çok bileşenli ve çok boyutluluğu, mücadelenin de bu bileşenleri ve boyutları kapsayacak biçimde geliştirilmesi gerektiğini gösteriyor.

Ekolojik sorunlar tarihsel sorunlardır ve ne insan doğası gereği doğayla karşıtlık içindedir, ne akıl doğaya karşıt yasalarla işler, ne insan ilişkisinde birincil belirleyenin yine insanın olması her zaman ve her koşulda bizi insanmerkezciliğe ya da türcülüğe götürür, ne de bilim ya da teknolojik ilerleme ekolojik sorunların nedenidir. Tarihsel bir sorun tarihsel nedenleriyle açıklanmalıdır. Zira doğayla kurduğumuz ilişkideki yabancılaşma ya da “tarih ile doğa arasındaki çelişki tarihten çıkarılmalıdır” (Marx). Bu açıdan tüm insanlığın ekolojik sorunlardan sorumlu tutulması kadar, türcü, insanmerkezci gibi yaklaşımların ekolojik sorunların esas nedeni olduğunu söylemek de sorunun nedenleri değil sorunun ortaya çıkardığı sonuçlar üzerinden bir okumadır ve bu, neden-sonuç ilişkisini tersine okuma tarzı, anti-ekolojik bir ideolojiye değin götürür ve götürmektedir. Kuşkusuz bu, ekolojik sorunları tartışırken insanmerkezciliği, türcülüğü, pozitivizmi, pragmatizmi ya da teknolojideki gelişmeleri eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmemelidir. Ne var ki sorun, şeylerin kendinde değil şeylerle ilişki tarzımızdadır. Şeylere atfettiğimiz değerler toplumsal  ilişki tarzlarımız itibarıyla belirlenir. İnsan dışındaki canlı ve cansızlara, akla, bilime, teknolojiye ve daha birçok şeye bakış açımızı ve değer yargılarımızı belirleyen toplumsal ilişki tarzlarımızdır. Bu ilişkilerin tarihsel doğasını anladıkça ve bu ilişkileri dönüştürdükçe bakış açımız ve değer yargılarımız da dönüşür. Bu açıdan toplumsal ilişkilerimizin temel belirleyeninin maddi üretim tarzı olduğunu söylemek cinsiyetçi, ırkçı, doğa karşıtı ilişki tarzlarını reddetmek bir yana bu ilişkilerin de yeniden ve yeniden üretildiği özgül üretim biçimini anlama çabası yönünde bir vurgudur. Öyleyse doğaya, topluma, sınıflara, cinsiyetlere, değerlere ve daha birçok olguya bakış açımızı belirlerken bunların bize nasıl göründüğü değil bizim onlara bakış açımızdan bağımsız olarak bunları ortaya çıkaran etken ve süreçleri, bu etken ve süreçlerin bağıntısını ve mantığını anlamak perspektifimizi nesnelleştirebilir. Böylesi bir anlama çabası ise eylemde ve teorideki süreklilikle geliştirilebilir ve güçlendirilebilir.

 Canlıların ortaya çıkışı ve evrimleşmesinin bir uzantısı olarak düşünülmesi gereken insan evrimi, insan bireylerinin doğayla ve birbirleriyle çok yönlü ve karmaşık bir ilişki tarzı yoluyla gelişmiştir. Bu uzun ve karmaşık evrim süreci içinde farklı toplumsal yaşam tarzları hem iç içe hem de birbirinden evrilerek günümüze değin gelmiştir. Bu tarihsel sürecin doğal ve toplumsal olmak üzere iki boyutu olduğunu söyledik. İnsan diğer tüm canlılar gibi varolma çabası uyarınca hareket etse de bu çabanın evrimini toplumsal ve doğal etkenler diyalektik bir ilişki ve birlik içinde belirlemiştir. Zira toplum ya da bireyler kendisini hangi ilişki tarzı yoluyla üretiyorsa onların ne oldukları da ona göre belirlenir. Bu nedenle olan bitene ekolojik boyutuyla bakmak söz konusu olduğunda bunları belirleyen ekonomi-politik boyutu göz ardı etmek bizi ilişkilerin tarihsel doğasını anlamaktan alıkoyacağı gibi -yukarıda da bahsettiğimiz minvalde- sonuçlardan hareketle nedenleri açıklama yönünde idealist bir çizgiye sürükleyecektir. Veyahut idealizmle de ilintili düşünebileceğimiz bir tür anarşizme ya da liberalizme. Farklı hareket noktalarına ve tarihsel süreçlere dayanmakla birlikte ekolojik tartışmalarda ağırlık noktası teşkil eden liberal ve anarşist hat, ilki temelde özel mülkiyet hakkını doğallaştıran ikincisi ise her tür otoriteyi, merkeziliği reddi ve otonomiyi ilke haline getiren ve bir bakıma mücadelenin sınıf çelişkisi boyutunu ve siyasal karakterini reddeden bir bireycilikte -örtük ya da açık biçimde- uzlaşan yaklaşımlardır. Ekolojik mücadele -ve kadın mücadelesi- büyük ölçüde, özünde ‘bireyci”liğe yaslanan bu iki hat arasında salınmaktadır. Kuşkusuz bunları söylerken birey olgusunu reddetmiyoruz; birey söz konusu olduğunda onun doğal ve tarihsel gerçekliğinin oluşum koşullarını görmezden gelerek hareket edilmesini eleştiriyoruz. Bununla birlikte ekoloji ya da kadın hareketinin sınıflar üstü bir mücadeleyi temsil ettiği ve daha kapsamlı bir çelişkiyi ihtiva ettiği yönündeki iddiaya dayanmak da benzer savrulmalara neden olmaktadır.

Tarihsel olguları tarihsel ilişkiler yoluyla ele almalıyız: doğanın metalaşması emeğin metalaşmasından, bunların metalaşması sömürü ilişkilerinden bağımsız gelişmemiştir. Doğanın ve emeğin metalaşmasının yoğunlaşması ise sermayenin yoğunlaşmasıyla iç içe gelişmiştir, gelişmektedir. Ekolojik sorunlar kapsamında pratik ve teorik düzlemde vurgu yapılan insanmerkezcilik, nüfus artışı, aşırı üretim, enerji sorunu, kentleşme, sanayileşme, teknoloji, akılcılık, aydınlanma, türcülük, tüketim gibi birçok olgu tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de ne bilim ve teknoloji ne akılcılık ne de insanların ilişkilerindeki önceliğinin diğer canlılardan ziyade yine insan olması, ekolojik sorunların kaynağı addedilebilir. Ekolojik bir toplumda teknolojinin, bilimin, akılcılığın, insanın diğer insanlarla bağının ortadan kalkması ya da zayıflaması değil doğa yasalarına uygun yani ekolojik bir tarzda geliştirilmesinden ve güçlendirilmesinden bahsedilebilir. Bu bağlamda bir tür teknoloji, akılcılık, türcülük, insanmerkezcilik, tüketim gibi olguların eleştirisi kuşkusuz ki zorunludur. Ama bu eleştiri, çelişkilerin tarihsel nedenlerinin anlaşılmasıyla geliştirilebilir. Aksi bir okuma ideolojiktir ve anti-ekolojik bir çizgiye varması muhtemeldir. Sözgelimi, türcülük eleştiri kisvesi altında savunulan “aslında insan olmasa da olur” yaklaşımı “ekofaşizm” adıyla da anılabilecek ideolojik bir yaklaşımdır.

Toplumsal ölçekte ve tarihe yön veren temel çelişki sınıf çelişkisi olduğuna ve bireylerin kendileriyle, doğayla, türsel nitelikleriyle ve diğer bireylerle çelişkisi de bu temel çelişkiye dayandığına göre nedensellik uyarınca sınıf çelişkisi ortadan kalkmadan diğer çelişkilerin olsa olsa göreli ya da kısmen ortadan kalkabileceği kuşkusuzdur ki bu ortadan kalkma kuşaklar sürecek toplumsal bir deneyimi gerektirebilir. Bu, ekolojik sorunları görmezden geleceğimiz anlamına değil, bu sorunları tarihsel gerçeklerden hareketle görebilme ve ekolojik mücadeleyi de bu düzlemden hareketle tesis etme ihtiyacına dönük bir vurgudur. Mesele en köklü çelişkinin yani emek ile sermaye arasındaki çelişkinin güncel hareketinin bizi neyi anlamaya ve neyi yapmaya zorladığıdır, bu çelişkinin inkarına dayanan bir kısım yeni toplumsal hareketi nasıl ikna edeceğimiz değil. Bu açıdan amacımız bu hareketleri itibarsızlaştırmak değil bu hareketlerle gerçekçi ilişkiler kurma yönünde bir tartışma zeminine değinme olarak değerlendirilmelidir.

Umut-sen, sınıf mücadelesini tarihsel ve toplumsal bir bütünlük içinde düşünür ve tarihsel sürecin gerektirdiği şekliyle bu mücadeleyi büyütecek birçok hareketle, kesimle, sınıfla ittifak yapmayı tarihsel bir gereklilik olarak görür. Her zaman kestirilemez durumlar olduğunun farkında olmakla birlikte ama temelde yine sınıf mücadelesinin tarihsel gerçekliğine dayanmak kaydıyla. Zira her deneyimden öğrenme, tarihe ve geleceğe “deneyimin ışığından bakma” ve bu açıdan tüm ezilen kesimlerin gücünü terkip etme çabamız mücadelemiz açısından yaşamsaldır: “Bir işçi sınıfı hareketinin nasıl ve hangi koşullar altında ittifaklar oluşturacağı hâlâ kritik bir sorudur. Sosyalist hareketin diğer halk hareketleri ve muhalifleriyle oluşturacağı birliklerden kazanacağı ve öğreneceği çok şey vardır […] Ve tabii ki, devrim dışında, o ya da bu şekilde ittifaklar gerektiren önemli amaçlar vardır. Nükleer imha ve ekolojik felaketlerin tehlikeleri, şüphesiz ki bu soruna yeni bir boyut eklemiştir. Ancak bu tehlikelerin tepesinde hâlâ, kendi birikim baskısını, sadece kendi halkına değil, bütün dünyaya empoze edebilecek olan kapitalist koşullar varsa […] mücadele alanının kaydığını söylemek, yeni toplumsal dönüşüm görüşleri ve buna ulaşacak yeni kurumlar gerektiren kaçınılmaz bir kaçıştır. Kapitalizmi oluşturan iktidar ve çıkar yapısı hâlâ yol üzerindedir ve onun yıkımına yol açacak sınıf engelleri de hâlâ oradadır. Bunlar basitçe ittifaklar içinde çözülemez ya da varoluşu dışında teorize edilemez. Marksist teori, kapitalizmin değişen yapısını, işçi sınıfındaki dönüşümleri ve içindeki yeni bölünmeleri kavramak için gelişmek zorundadır” (E. M. Wood). Bu gelişim ise tarihsel materyalist yaklaşımın küresel ve özgül duruma uygulanmasını duyurur.

Umut-sen; kadın hareketi, ekoloji hareketi, ırkçılık ve faşizm karşıtı gibi hareketleri dışlamak bir yana bu hareketlerin sınıf mücadelesinin zorunlu boyutları olduğunun idrakinde ve bu hareketlerin ortaya çıkardığı deneyimlerden yararlanmayı bir tercih değil bir zorunluluk olarak görür. Sınıf mücadelesinin tarihsel gelişimi ekseninde hareket eden Umut-sen’in özellikle günbegün gelişen bu hareketlerden öğreneceği çok şey olduğu kuşkusuz. Bilhassa hareket noktası doğa olan ekolojiyle bizlerin tarihsel başlangıç noktası kesişir. Ne var ki bu başlangıç noktasının tamamlayıcı boyutu olan insanlık tarihi, hangi süreç ve koşullarla birlikte doğayla ilişkimizin çelişkili bir muhteva kazandığını bize gösterebilir. Öyleyse ancak ekolojik sorunları tarihsel materyalizm perspektifinden değerlendirmek ve bu süreci yani ‘gelişim halindeki çelişki’yi anlamak ve mücadele tarzımızı buna göre belirlemek bizi sahici bir ekolojik hareketin parçası yapabilir.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler