spot_img
spot_img
Ana SayfaTeoriNeoliberal Düzende Sermayenin Kenti - Akın Emre Pilgir

Neoliberal Düzende Sermayenin Kenti – Akın Emre Pilgir

1970’li yıllarda yaşanan kriz ve sonraki on yıllarda uluslararası finansal kuruluşların ABD ve İngiltere ile birlikte tüm dünyaya dayattıkları ekonomik programlar refah devletinin sonunu öngörmekteydi. Kapitalizmi “kendi kendisini yıkacak” savaşlardan ve çelişkilerden kurtarmak için tasarlanan Keynesçi politikalar (yani iç pazarın güçlendirilmesi, devlet yatırımları ile toplumsal refahın artırılması, kamusal hizmetlere ve altyapıya yapılan yatırımlar) birden topa tutulur oldu. Bir kez daha devletin ekonomik müdahalelerden kaçınması, ekonomik yaşamın piyasaların kendi kendisini düzenleyen “görünmez eline” terk edilmesi savunulur olmuştu. Klasik iktisadın devlete ve politika üretimine karşı takındığı tavrın yeniden canlanışı neoliberalizm olarak adlandırıldı. Oysa refah devletinin geniş halk kitleleri için taşıdığı tüm kazanımlarını, başta gelişmekte olan ülkelerde ama 2000’li yıllarda artan şekilde Batı dünyasında da, yok etme kararlığı onu “ultra” liberal bir ekonomik ve politik düzleme taşımıştı. Bu politikalar, kendisini sürekli mekanda üreten kapitalizmle (sermayenin hâkimiyetinin yeniden üretimi ile sermayenin değerlenimine aracılık etmesinde mekanın rol oynadığı açıktır) ilişkili olduğundan, bu radikal liberal hamlenin kentin çehresini de değiştireceği aşikardı.  Nitekim 1970’lerden itibaren gerek dünya ekonomisine merkezlik yapan kentler, gerekse gelişmekte olan ülkelerin metropolleri önemli değişimler geçirdi. İşte bu yazıda, bu kentsel düzende yaşanan değişimin izleri ekonomik politik olarak değerlendirilmeye çalışılacaktır.

Rennie’nin yapmış olduğu gibi kentler, kapitalist üretim tarzı ve bu tarza ilişkin düzenleyici ilişkiler çerçevesinde incelendiğinde, sermaye hareketleri, sınıflar arasındaki çatışmalar, birikim rejimleri kendilerini kentsel çatışmalarda gösterirler. Veya kentin kamusal mekânlarında tezahür eden çatışmalar, yükselen talepler ve kent çehresindeki fiziksel değişimler, diğerlerini açığa çıkarmaktadır. Dolayısıyla araştırmacılar için neoliberal politikaların kent düzleminde yarattığı değişiklikleri yakalamada inceleme nesnesi olarak ele alınabilirler.

Kapitalizmin kent üzerindeki etkileri üzerinde duran araştırmacılar ve düşünürler sermayenin hem yaratıcı hem de yıkıcı özelliğine dikkat çekmişlerdir. Harvey, 19. yüzyılda kentin büyük planlamalar doğrultusunda düzenlenmesiyle ilgili olarak “yaratıcı yıkım” tabirini kullanmıştı. Önceki yıllarda sermayenin mekandaki görünürlüğü gitgide kentin merkezi haline gelen fabrikalarla işçi mahalleleri biçimini almıştı. Oysa bu ilişkiler içinde eşitsiz konumdaki sınıfların çatışmaya girmesi, kent mekanlarının yeniden düzenlenmesini gündeme getirmişti. Çünkü sermayenin birikimi, kent mekanlarında toplumsal bir tabakalaşma yaratmaktaydı. Kısaca, mekânsal ilişkiler sermayenin dışında kalan bir olgu değildi.

Marksistler için en başta sınıfsal ilişkilerin yeniden üretildiği bir alandı. Hatta Castells kenti, sınıfsal çatışmaların sahnelendiği mekanlar olarak görmekteydi. Sendikal hareket kent kökenli bir hareketti. Kent, işçi sınıfının oluşmasından önce de, tüm politik ve ideolojik talepleriyle politikanın üretildiği kamusal alanlara ev sahipliği yapmaktaydı. Bastille Kalesini 14 Temmuz 1789’da zapt eden ayaklanma, iki gün öncesinde kentin en gözde kamusal alanlarından birinde başlamıştı. Diğer yandan kentsel mekanların toplumsal olarak üretildiği gerçeği üzerinde de durulmuştu.

Ancak çağımızın kentlerine bakıldığında karşımıza neoliberal düzenin etkileriyle, postmodernizm ve post-fordizm gibi kavramlar çıkmaktadır. Politik ekonomik analizler çerçevesinde hareket edilecekse, en başta kapitalizmin birikim rejiminin değiştiğini, emeğin sömürülmesinde daha esnek bir sistemi dayattığını, ekonominin genel olarak taleplere değil kaynaklara ve arza yönelik olduğu, mekanın da buna göre standartlaştığı bir sistem olarak tanımlanmaktadır post-fordizm. Post-modernizm ise bu esnek birikim modelinin adeta ideolojik ve kültürel kılıfı olma işlevi taşımaktadır. Çünkü Fransız Devrimi’nin zirvesinde Saint-Just’ün mimari tasarımlarıyla yapmaya çalıştığı gibi yeni bir imgenin yaratılmasını değil, (tüm genel anlatılarla birlikte imgeleri yıkma misyonuyla) Sovyetlerin yıkıldığı bir dönemde (reel sosyalizm de olsa) onun inşa ettiği tüm kentsel düzenin ortadan kaldırılmasını hedeflemişti. Her şeye rağmen bu kılıfın saklayamadığı şey, bu rejimin regülasyonu ortadan kaldırmadığı, aksine yeniden bir düzenleme (re-regülasyon) getirdiğiydi. Bu genel hatların sunulmasından sonra, neoliberal kent düzeni, sırasıyla 70’ler sonrasındaki değişimlerin kentlerin fiziksel yapısı, toplumsal durumu, sınıfsal ilişkilerdeki denge, yöneten sınıfın niteliği ve sermayenin kentteki akışkanlığı üzerindeki etkileri incelenerek kavramsallaştırılabilir. Ayrıca kapitalizmin özgünlüğünün, dönemsel ayrımları aşan bir genelleştirme içinde mekan üzerinde gözler önüne serilmesinin de önünü açabilir.

Neoliberal Düzende Kentin Fiziksel Çehresi

Neoliberal politikaların dünyada hız kazanmasıyla birlikte, gerek gelişmiş ülkelerde gerekse azgelişmiş coğrafyalardaki kentlerin tanık olduğu değişiklikler, belki de en çarpıcı ve akıcı dille Mike Davis tarafından aktarılmıştır. Davis neoliberal politikaların ötesinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki sermayenin yeniden genişlediği dönemde, mekansal radikal değişimlerin izini sürer. Bu radikal ve aynı zamanda yapısal nitelikteki dönüşümlerden ilki kentsel büyümenin, tarihte ilk kez tarımsal nüfusu kentsel nüfusun gerisine düşürecek bir boyuta gelmesidir. Hatta kırsal alanlarda birbirleriyle bağlantılı ve nerdeyse tüm gezegeni saran yeni kentlerin varlığı dikkat çekmektedir. Davis bu gelişmeyi “kısmen kentleşmiş kırsal bölge” olarak niteler ve bu bölgelerin bir melezleşmeye veya ağlaşmaya tekabül ettiğini belirtir.

İkinci radikal dönüşüm ise kentleşme olgusunun sanayileşme ve kalkınma-gelişmeden kopmasıdır. 20.yüzyılın ortalarına dek toplumsal, bilimsel ve ekonomik gelişmenin uzantısı olarak büyüyen kentler, artık gelişme olmaksızın büyür hale gelmiştir. Bu da paradigmatik bir kırılmaya işaret etmektedir. Yoksulluğun büyüdüğü kentlerin adeta mantar gibi heryerde biter hale gelmesi, akla kapitalizmin dayattığı gelir uçurumunun, eşitsizliğin ve yoksulluğun kendilerini mekan üzerinde göstermekte olduğu düşüncesini getirmiştir. İşin kötü yanı, yukarıda belirtildiği gibi büyük tarım tekellerinin dayatmaları sebebiyle, gelişmemiş ülkelerde tarımsal üretimi sınırlayan politikalar, kendine yeten, çevreyle uyumlu ve ekonomik gelişmeyi teşvik edecek toplulukların oluşmasını imkansız hale getirmektedir. Diğer yandan kent merkezlerinde çökelti mekanlarının oluşumu, enformel sektörün büyümesi ve gecekonduların sayısıyla birlikte kentin çeperlerinin sürekli genişlemesi, aşağıda görüleceği gibi toplumsal ilişkiler üzerinde önemli etkiler bırakmıştır.

Kentlerde Toplumsal Sınıflar ve Aralarındaki İlişkiler

Demografik ve toplumsal değişimlere bakıldığında, gecekondu mahallelerinde ve çökelti mekanlarında yeni kent yoksullarının oluştuğuna tanık olunmaktadır. Davis’in de belirttiği gibi 2020’de kent yoksullarının sayısının, toplam nüfusun yarısına ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu öngörü, gelir uçurumunun geleceği boyuta dair de bir fikir vermektedir. Gelir dağılımındaki bu korkunç uçurum ile en başta belirtildiği gibi esnek veya enformel düzenleme biçimlerinin başat hale gelmesi, kent yoksullarını farklı tutunma stratejileri izlemeye itmektedir. Bir diğer deyişle, 70’li yıllar ve öncesindeki fordist düzenleme rejiminde baskın olan ve işverenlerle işçiler arasındaki ilişkileri düzenleyen sendikalar, mahalle ve il örgütlenmeleri yerini pre-kapital ve dini unsurların ağırlık sahibi olduğu yapılara bırakır olmuştur.

Davis’in ifadesiyle ev haneleri ellerindeki birikmiş kaynakları kullanarak (ve aslında kapitalist olmayan duygusal, ataerkil, akrabalık ilişkilerini metalaştırarak) gruplaşmak mecburiyetinde olmuşlardır. Kanaat önderleri, dini liderler, cemaatin önde gelenlerine sadakat üzerinden insanların koruma ve çıkar sağladığı patronaj ilişkileri yaygınlaşır hale gelmiştir. Diğer yandan kadınların hane içindeki becerilerinin kente tutunmada taşıdığı önem, kadınlar üzerinde yeni baskıcı ve özgürleştirici dinamiklerin aynı anda gelişmesini sağlamıştır. Yeni kentsel mekanlarda emeğin aldığı biçim ise karamsar bir tablo sunmaktadır. Davis, gecekondularda ve çökelti mahallelerde mikro sömürü ağlarının, kayıt dışılığın ve patronaj ilişkileriyle çevrelenmiş esnek çalışma biçimlerinin yaygın olduğundan bahseder. Ona göre bu ağlar içinde tutunmaya çalışan kişiler, geçmişte yedek işgücü veya lümpen proletarya olarak adlandırılan yedek işçi ordusundan farklıdır. Onlar aslında yeni işgücünün bir parçasıdırlar, diğer deyişle “aktif işsizdirler.”

Burada Davis’in vurguladığı şey, neoliberal politikalarla bu tür bir kitlenin oluşmuş olmasının temelde kapitalizmin olgunlaştığına delalet ettiğidir. Bu konuya daha sonra dönülecek olsa da, kast edilen kapitalizmde yeni bir dönemden ziyade bir olgunlaşmanın yaşandığı, toplumun kendi kendisini yok etmeye teşvik ettiği veya toplumun en uç sömürü koşullarında düzenlenmesi meselesini patronaj ve dini bağlara terk ettiğidir. Harvey’in dikkat çektiği bir diğer unsur da sanayinin ve üretimin kentlerden koparılması sonucunda, sömürünün toplumdan ve kamusal alandan uzak işyerlerine hapsedilmesi yani sömürünün görünmez hale gelmesidir. Adeta neoliberal düzenin devamlılığını sağlayacak sağcı partiler ve politikalar için bir kitle yaratılmaktadır.

Neoliberal politikaların etkisiyle yaşanan değişim, sivil halkın kentsel örgütlenmelerinde yaşanan niteliksel dönüşümde de görülebilir. Bu anlamda Agnotti’nin Amerika’daki kent hareketlerini 70’ler öncesindeki ve sonrasındaki örneklerle kıyaslaması aydınlatıcıdır.  Öncelikle 70’li yıllar ve öncesinde kentsel talepler ve sınıflar arasındaki uzlaşmalar (çatışmaların düzenlenmesi) toplumsal mücadeleler ve örgütlenmelerle mümkündü. Bu dönem mahalle ve sokakların kendisi için örgütlendiği dönemdi. Nitekim Keynesçi politikaların uygulandığı dönemde, refah politikalarıyla toplumsal ilişkileri düzenlemede ağırlığa sahip olan devlet için, bu örgütler uzlaşmaların örgütlenmesi ve radikalleşmenin önlenmesi için de çok gerekliydi. Ayrıca sanayi üretiminin devamlılığının  sağlanması için kent emekçilerinin, mahallelerinde kurdukları topluluklar olarak kentin planlanmasına dahil olmaları desteklerinin alınması için önem taşımaktaydı.  Ancak neoliberal politikalarla birlikte sanayisizleşmenin başlaması veya sanayinin yer değiştirmesi, emeğin esnek bir şekilde düzenlenmesi ve hizmet sektöründeki genişlemeler – sermayenin kent üzerindeki eşitsiz hareketliliğiyle birlikte – parçalı bir yapı oluşturmuştu. Örnek olarak soylulaştırılan (yenilenen) mekanlarda yaşayan eski sakinler, ekonomik olarak bu mahallelerde yaşayamaz hale gelip yer değiştirmeye başlarken, kent merkezi finans merkezlerinin istihdam ettiği beyaz yakalı uzmanlar ordusunun meskeni haline geliyordu. Dolayısıyla 1990’lar Agnotti’nin gözlemlediği gibi mahalle sakinlerinin farklı ekonomik, politik ve toplumsal ilişkiler içinde parçalandığı – birbirinden koptuğu ve ortak örgütlenme zeminlerinin ortadan kaybolduğu – bir dönem olmuştu. Çünkü artık toplumsal tarafların arazi veya mülkü kullanma öncelikleri farklılaşmıştı; ayrıca bu farklılaşma rant kollayıcı faaliyetler içindeki sermayenin de işine gelmekteydi. Örgütlenmelerinin ön koşulu ise artık temel talepleri hususunda ortaklaşmalarından geçmekteydi. Ancak günümüzün enformel mikro sömürü ağları, yani insanların tutunmak için birbirlerini sömürdüğü düzen bunu son derece güçleştirmekte.

Bu noktada yeni kent düzeninde, uzmanlık sahibi statülü mesleklerle uğraşan beyaz yakalıların konumu da önemli bir yer tutmaktadır. Önceki on yıllarda “aydın” sıfatıyla toplumsal-radikal taleplerin formülleştirilmesinde ve meslek örgütleri çatısı altında taleplerinin iletilmesinde ön planda yer alan bu uzmanlar-beyaz yakalılar ordusu bugün geçmiştekinden tamamen farklı bir işlev yerine getirmeye başlamışlardır.  Nitekim Rennie’nin dikkat çektiği gibi, neoliberal düzende bu grubun niteliği hem Wright gibi neo-Marksistlerin, hem de Bourdieu gibi sosyologların ilgisini çekmiştir.  Çünkü profesyonellerin sayısı bugün kentlerdeki işgücünün dörtte birini oluşturmaktadır. Ayrıca aşağıda üzerinde durulacak yöneticilere yardımcı olan, onların tahakkümünü Foucaultcu tabirle bilgi ve hakikat rejimini yeniden üreten ve yeni yönetici kitlesinin saflarına katılmak için birbirleriyle rekabet ettiklerinden kendi aralarında örgütlenemeyen (Callinicos’un tabiriyle “çelişkili mevkileri” meydana getirmekteler)  yine bu kişilerdir. Ayrıca yönetici sınıfa kadrolar açısından akışkanlık katmakta, ancak ideolojik ve toplumsal olarak müphemlik yaratmakta, iktidarı “omnipresent” (heryere hâkim) bir konuma getiren disipline edici/gözleyici bir rol oynamaktadırlar. Ancak yeni kentin sakinlerini oluşturan bu kalabalıklar, özellikle de bu profesyoneller, yeni kentin yöneticilerinin izi sürülmeden anlaşılamaz. Dolayısıyla neoliberal politikalarla devletin düzenleyici rolünün azaldığının iddia edildiği bir dönemde, yönetenlerin incelenmesi gereklidir.

Neoliberal Düzende Kentleri Yönetenler

Kentlerdeki değişimin izini şimdiye dek, kentin fiziksel görünümü ve toplumsal yaşam içindeki tabakaların aldıkları şekillerde sürmüş olduk. Ancak bu noktada salt politik biçimiyle, toplumsal ilişkileriyle birlikte iktidarın ele alınması gerekli. Çünkü iktidar ve yönetici sınıf, bugün sermaye değerlenimi için büyük önem taşıyan kent mekanının yönetilmesinden ve örgütlenmesinden doğrudan sorumludur. Sermayenin yeni kentsel düzeni içerisinde yönetici sınıfı tespit etmeye çalışan Simon Parker’ın belirttiği gibi, dikey ve hiyerarşik örgütlenmelere karşı otonomiyi, aşağıdan örgütlenmeyi ve yatay-demokratik ilişkileri savunan gruplar hep olmuştur. Ancak bunlar sermayenin karşısında yer alan emek kesimleriyle birlikte diğer muhaliflerin kurmaya çalıştığı, kent siyaseti yerine kentte kamusal politika yapılmasının yollarını arayan bireylerin özlemlerini ifade etmektedir.

Parker, yeni kent yöneticilerinin izini ilk olarak Rawls’ın yorumlarında bulur. Onun liberal çoğulcu teorisinde getirdiği açılımlar ve yorumlar, kapitalizmin olgunlaşmasını yansıtan bir nitelik taşır. Eksik olsa da şu tespitiyle Parker yeni mekansal düzen içinde, yukarıda bahsedildiği gibi yöneticilerin nasıl “akışkan” olduğunu göstermektedir: “Görünürde hiçbir belirgin grup yönetici olarak atfedilemez ancak oligarşik ve elitist grupların olduğu da bir gerçektir.” Ancak yine Parker’ın uyardığı gibi temel sorun, uzmanların oynadığı toplumsal-teknik rolden ve aralarındaki enformel – her an değişebilen – koalisyonlardan ötürü, bu yöneticilerin tespit edilmesinin güçlüğüdür. Ne var ki 1970’ler ve öncesinde olduğu gibi bürokratların, mafyanın, sermaye ve emek temsilcilerinin üzerinde mücadele yürüttüğü ve pazarlıklar yaptığı bir kentsel düzen de yoktur artık.

Bu yönetici grubu niteleyen ilk şey, enformel olmalarına rağmen istikrarlı bir elit grubu oluşturmalarıdır. Kurumsal kaynaklara sürekli erişim halindedirler ve farklı kişiler aracılığıyla olsa da sürekli karar alıcı rollerini sürdürürler. İkinci unsur ise sermayenin yeniden üretildiği kentlerin hem küresel hem de yerel unsurların ortak yönetişimi, koordinasyonu ve entegrasyonu aracılığıyla yönetilmesidir. Bu da yöneticilerin toplumsal, ekonomik, politik ve ideolojik olarak parçalanmış ancak birbirleriyle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde olan gruplar arasından çıkmasını gündeme getirmektedir. Kısaca “glokalizasyon” olarak adlandırılan şebekeler, ulus-devletlerin ve yerel politikacıların önemini azaltmamaktadır. Aksine ulusal ve uluslararası aktörler arasında farklı koşullara adapte olabilecek denli akışkan değişik koalisyonlar üretmektedir.

Sermayenin Kentsel İmparatorluğu mu, Neoliberalizmin Kentsel Düzeni mi?

Neoliberal politikalarla kesişen bu kentsel değişikliklerin tam olarak izinin sürülmesi için sermayenin kent üzerindeki etkisi üzerinde durulmalıdır. Bunun yanında kentlerin bu noktada pasif mi yoksa aktif mi rol oynadığının anlaşılması gerekmektedir. Yani kentler sermayenin aktığı ve neoliberal ekonomik politik rejimlerin kendilerini onların aracılığıyla var ettiği mekanlar mı; yoksa sermaye değerleniminin yaşandığı, sermayeyi yeniden üreten ve onun sayesinde kendisini yeniden üreten dinamik ve organik canlılar mı?

Bu noktada kent ve siyaset olgusuna değinen Neil Smith’in, analizine devleti ve sermayeyi katan geniş çaplı tartışması oldukça faydalıdır. Smith’e göre kentsel mekanlara ilişkin iki temel ekonomi politik analiz noktası çıkarılmaktadır. Bunlardan biri neoliberal politikalarda devletin daha da belirgin biçimde piyasaları tamamlayan bir fail olduğu (re-regülasyon) ve kapitalist üretimin etkilerine açık olan kentsel mekanların artık finans kapitalin belirleyiciliği altına girmesidir. İkincisi de finans kapitalle bağlantılı olarak konut piyasalarındaki canlanma içinde bir anomali olarak ortaya çıkan soylulaştırmadır. Anomali olmasının sebebi eşitsiz bir şekilde dağılması ve gayrimenkul gelişiminin sermaye değerlenimi (transformasyon sorunu) içerisinde fetişleşme unsuru olmasından ileri gelmektedir. Ancak nerede olursa olsun soylulaştırmanın, devletin sağladığı rantlarla beslenen bir pazar aracılığıyla bireysel mülk iddialarını harekete geçirerek, sermaye değerlenimi sorununa çözüm getirmenin fetişleşmiş bir yoluna dönüştüğü iddia edilmektedir.

Bu hususta yeni paradigmayı belirleyen unsurlar, i) kentsel mekan üzerinde devlet ile sermaye arasındaki ortaklığın yeni niteliği; (ii) emek gücünün yeniden üretilmesinin (Davis’in belirttiği gibi) pre-kapital ilişkilerin hegemonyasına terk edilmesi, Harvey’de görüldüğü gibi bu sömürünün “aktif işsizler” sayesinde artık umursanmaz hale gelmesi veya emek ithali ile hem Keynesçi politikaların altının oyulup hem de yabancı düşmanlığı ile kitlelerin sağcı politikalara çekilmesi (Avrupa’daki yabancı düşmanlığı gibi); (iii) toplumsal denetimin rıza araçlarından ziyade zor araçlarına dayanması (70’ler ve öncesindeki örgütlenme zemininin kaybolmasıyla birlikte) ve taban örgütlerinin taleplerine, isteklerine karşı devletin hoşgörüsüz/revanşist tutumu; ve (iv) kentlerin politik rolünün değişmesi (finans kapitalin değerlenim ilişkisine girdiği çevre metropollerin merkezin hegemonyasını karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde üretmesi). Örnek olarak yeni global merkezler bugün sermayenin yeniden üretilmesinin yarattığı tahribatların umursanmadığı – rant ve sermaye üretiminin dorukta olduğu – Asya ve Afrika metropolleriyken, hiyerarşik rolünü koruyan New York, Tokyo ve Londra gibi kentlerle arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi vardır.

Smith bu hususları saydıktan sonra aslında neoliberal kent üzerindeki okumalardan hareketle, en özgün haliyle liberalizme dönüldüğünü iddia eder. Bir diğer deyişle yeni düzen, piyasanın dayatmalarının her şeyin önüne geçtiği bir dönem olmakta ve en nihayetinde kârların sıkışması sorunuyla mücadele etmektedir. Kentin yeniden ölçeklendirilmesi aslında küreselleşme söylemleriyle ilişkilidir ona göre. Neoliberal paradigmanın liberalizme dönüşü simgelemesi, yeni kentin küresel sermayeye ait kent olması gerçeğiyle kristalize olmaktadır. Küreselliğin tanımlanış şekli ile kent tanımlanır. Örneğin ABD hegemonyasının dışında kalan, düşmanlaştırılan ve müdahale edilmesi gereken kentler birden kent olarak tanımlanmaz hale gelir; böylelikle o kentlerin hem tarihinin hem de insanlarının bombalanması sorun teşkil etmez (1990’lar ve 2000’lerde Bağdat ve 1980’lerde Tahran gibi).

Aynı zamanda bu durum, emperyalizm tartışmalarıyla ilişkilidir. Üretimin, finansal sermaye akışlarının ve spekülasyonların sınırları aştığı bir coğrafyada, coğrafyanın üzerinde tüm bu hareketlerin hukukunu kurup dayatacak “ekonomi dışı” araçlara ihtiyaç duyulmaktadır. Sermayenin imparatorluğunu çözümleyen ve geçtiğimiz günlerde kaybıyla sarsıldığımız Ellen M. Wood, devletlerin özerk ekonomik gücünün erozyona uğradığını ancak politik ve askeri olarak ulus-devletlere (ve tabii onların kentlerindeki zor güçleriyle gözetim araçlarına) büyük iş düştüğünü öne sürmüştü. Ne var ki yönetenler üzerinde dururken belirtildiği gibi, bu ulus-devletlerdeki profesyonellerin desteğiyle iktidarlarını yeniden üreten elitler kozmopolit bir nitelik taşır. Diğer bir deyişle küresel ekonomik bağları oluşturan şebeke içinden kadrolarını devşirir. Ancak böyle bir koalisyonun riske attığı şey, gecekondularda ve çökelti mekanlarında toplumsal üretimin aşırı sağa, dini köktenciliğe ve pre-kapital/ataerkil itaat-sadakat ilişkilerine terk edilmesidir.

Son olarak Lovering’in vurguladığı bazı önemli noktaların üzerinde durulması zorunludur. Sermayenin kent üzerindeki akışkanlığı üzerinde duran Lovering, kentlerin aşırı finans üretimine çare olması için büyük paraların aktığı ve kabaca emperyalizmin etkisi altına girdiği düşüncesine karşı çıkar. Sermayenin hareketliliği bir metanın bir yerden diğerine geçmesi kadar basit bir şey değildir. Beraberinde getirdiği metalaşma ve fetişleşme ile birlikte tüm toplumsal ilişkileri, mekansal ilişkileri değiştirmektedir. Ayrıca Marx’ın belirttiği gibi sermayeyi sürekli hareket halinde tutan ve finans kapitali sürekli spekülatif davranışlara iten şey kârlılığın sıkışmasıdır. Faizler yani gelecekteki kârların hiçbir garantisi olmadığı için sermayenin “spekülatif” bir şekilde akışkan olmasından başka bir çaresi yoktur.

Ancak bu meselenin sadece bir yüzünü kavramak olacaktır. Lovering’in de uyardığı gibi bunun yaratacağı yanılgı, onlarca yıl süren bir uzlaşma döneminden (Keynesçi politikalarla kapitalizmin kendini yok edecek sınıflar ve ülkeler arası savaşlardan kaçınmasından) sonra yeniden ilkel birikime (mülksüzleştirme yoluyla birikime) dönüldüğü bu günlerde, kapitalizmin yeni bir döneme (post-modern döneme) girdiğini söylemek olacaktır. Oysa Smith’in belirttiği ve Engels’in İngiliz işçi sınıfına ilişkin tahlilllerinde görüleceği gibi, kapitalizm ile onun ideolojisi klasik liberalizmde mülksüzleştirme, ilkel birikim sürekli karşımızdadır.

Dolayısıyla bir dönemselleştirme yapmak yerine, kapitalizmin pre-kapital unsurlarla uzlaşarak sürekli kendini yeniden ürettiği söylenebilir. Diğer bir deyişle neoliberalizm “kapitalizmin yarattığı gerçekliğin farklı bir kurgusudur.” Farklılığı yaratan şey tarihsel ilişkilerin asla tekerrür etmemesinden ileri gelir. Üstelik bugün birçok Marksistin uyardığı gibi, kapitalizmin olgunluğu kendisini en iyi kentlerde göstermektedir. Çünkü kentler bugün, on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi başına bir askeri valinin atanması ve manda idaresinin kurulmasıyla emperyalizmin buyruğuna sokulmamaktadır. Kentler kapitalist olmayan bir tarzla sömürgeleştirilmiyor artık. Bugün kentler yukarıda aktarılan unsurların (yöneticiler, mekansal ve toplumsal tabakalaşmalar) gösterdiği gibi, tüm varlıkları ve değerleri metalaştırmakta, böylelikle sermayenin dönüşümü için (P-P’) yeni değerlenim olanakları sunmaktadır. Yani sermaye “boş bir kaba” akmamamaktadır, sermayenin üretildiği yerde yeni kârların peşine düşmektedir. Kapitalizmin kentsel imparatorluğunda asıl analiz edilmesi gereken şey, bugün otoriter ve baskıcı bir çehreye tekrar bürünen devletin ta kendisidir. Çünkü devlet aynı zamanda (soylulaştırmada ve rövanşist hamlelerde görüldüğü gibi) hem sermayenin yeniden üretilmesinde kullanılan yöntemleri fetişleştiren hem de metalaşmayı teşvik etmesiyle değerlenim sorununa çözüm getirmeyi amaçlayan (kâr oranlarının düşmesi eğilimse devletin faaliyetleri karşı-eğilimsel bulunabilir) bir yapı olarak karşımızdadır. Üstelik gelişmekte olan ülkelerde sürekli kan dökmektedir.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler