spot_img
spot_img
Ana SayfaTeoriSendikaların Yapısal Krizine Karşı Radikal Bir Alternatif: Sendikalizm - Cem Gök

Sendikaların Yapısal Krizine Karşı Radikal Bir Alternatif: Sendikalizm – Cem Gök

Sendikalizm 20. Yüzyılın başlarından 2. Dünya savaşına kadar Avrupa, ABD ve Latin Amerika ülkelerinde etkili olmuş, 1936 İspanya İç savaşında devrimci bir sürecin politik söylemini, mücadele araçlarını, programını şekillendirmiş, devrim sonrasında toplumsal örgütlenme biçiminin nüvelerini oluşturmuş bir politik akım olarak Türkiye’de yeterince –neredeyse hiç- bilinmiyor ve tartışılmıyor. Osmanlı’da 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başında özellikle Ermeniler arasında anarşistler var olduğu bilinmektedir. Diğer yandan Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist Fırkası’nın kurucusu ve genel başkanı Hüseyin Hilmi’nin çıkardığı İştirak dergisinde anarşizm ve anarko-sendikalizmle ilgili de birçok makale yayımlanmıştı.  Ancak 1. Dünya Savaşı, 1915 Ermeni Soykırımı, 1921’de TKP üyelerinin katledilmesi ve SSCB’nin Kemalist Rejimle işbirliğine girmesi gibi pek çok etkenle genel olarak sosyalist (iştirakçı) hareket ve özel olarak da anarşist hareket tasfiye edilmiştir. 1960’ta Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön dergisine kadar sosyalist hareket kesintiye uğramıştır. Bu dönemde ise sosyalist hareket Rusya’daki devlet kapitalizminin ve Kemalizmin etkisi altında gelişmiştir. Türkiye solunun ana gövdesi -1971-80 arasındaki tabandan gelen militan işçi mücadeleleri, Yeni Çeltek, Alpagut, Fatsa gibi örnekler istisna olmak kaydıyla- Jakobenizmden etkilenen Kemalizmin etkisiyle bir taban hareketi olmaktansa bir okumuşlar/aydınlar/teknokratlar hareketi olarak gelişmiştir. Dolayısıyla devrimci değil, muhaliftir, devletçidir, kurumsaldır ve savunmacıdır.

Türkiye solu için sınıf mücadelesi söylemde kalan propaganda malzemesi veya politik devrimi yapacağı öngörülen partiye kan taşıyacak bir araçtan ibaret görülür. En çiğ haliyle sendika bürokrasisi ile ilişki kurmak veya sendikalara “adam yerleştirmek” başarı sayıldığından, bunun için pragmatik ilişkiler geliştirmek, ayak oyunlarına başvurmak mubah görülür. Son tahlilde sadece ekonomik bilince sahip işçiler sendikalar eliyle kontrol altında tutulacak ve işçi sınıfının öncü partisi devrimi gerçekleştirecektir. Teori kabaca budur ama pratikte “sınıfa gitmeye” karar veren devrimciler ya kendi küçük sendikalarını kurar ya da büyük sendikalarda bürokratlara dönüşürler. Dolayısıyla işçi inisiyatifine dayalı, tabandan devrimci sınıf örgütü kurma hedefi Türkiye solunun pratikleştiremediği bir şey değildir, onun geleneğine ve teorisine terstir. Bunun gerçekleşebilmesi bu gelenekten ideolojik bir kopuşu gerektirir. Bu yönüyle derinlikli politik tartışmalar yapılması, tarihin ve kavramların yeniden okunması gerekmektedir.

Buradaki sorumuz –dolaylı ve dolaysız bağlantılı pek çok soruyu es geçere-; devrimci bir sınıf hareketi nasıl mümkündür? Sendikalizm 19. Yüzyıl boyunca gelişmiş deneyimlerin ve politik tartışmaların filtresinden geçerek bu soruya bir cevap verme iddiasındadır. Dünya çapında sendikalistlerin bu iddianın gereğince hareket edip etmedikleri sorusu bir kenara sendikalizm bu iddia ile doğmuş ve teorik olarak bu iddiayı sürdürmektedir. Bu sorunun ışığında, sendikalizmi tarihsel kökenleri, ortaya çıkışı ve savunduğu fikirler bağlamında incelemeye çalışacağız.

Tarihsel Kökenleri

Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, teknolojinin, kitlesel üretim modellerinin gelişimi, demiryollarının çoğalması ve dağıtım olanaklarının artmasıyla büyük ölçekli kapitalist endüstri Batı Avrupa’dan başlayarak yayılmaya başladı. Bununla paralel olarak köylerden kentlere nüfus akışı arttı, eskinin şehirli zanaatkarları mülksüzleşti ve yoğun bir proleterleşme dalgası yaşandı. Sömürü koşullarında çalışmaya ve sefalet içerisinde yaşamaya mahkum edilmiş kitlelerinin varlığı, işçilerin ekonomik ve politik mücadelelerinin de yükseldiği bir döneme kapı aralamış oldu.

Sendikalar; bu koşullarda, bu koşullara karşı mücadele etmek için ortaya çıkmış ve uzun süre kitlesel üretim birimlerinde yan yana çalışan işçilerin gündelik-ekonomik sorunları için verdikleri mücadelenin organları olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Modern kapitalizmin ilk olarak ortaya çıktığı ve kurumsallaştığı İngiltere bununla paralel olarak ilk işçi mücadelelerinin de ortaya çıktığı yer oldu.

Önemli bir kısmı mülksüzleşen köylü ve zanaatkarlardan oluşan işçilerin ücretlerinin arttırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için örgütlenme faaliyetleri de 1799 tarihli Dernek Yasası (Combination Acts) ile yasaklanmıştı. Bu yasak doğal olarak işçileri daha radikal yöntemlere sevk etmiş ve özellikle 1810’dan itibaren makine kırıcılığı olarak da adlandırılan Luddizm; bir yanıyla mülksüzleşmelerini ve yoksullaşmalarını sağladıklarını düşündükleri makinelere karşı öfkenin yansıması, diğer yanıyla da işçilerin örgütlü bir mücadele ve pazarlık yöntemi olarak yükselmişti. [1. 1779’da Ned Ludd isimli Leicestershire’lı bir dokumacının iki örme makinesini kırdığı yönündeki efsaneye yapılan göndermeyle 1810’da İngiltere’nin pek çok yerine yayılan bu akıma Luddizm adı verilmiştir. Türkiye’de Luddizm üzerine olan hatalı ön yargıları aşan bir tartışma için http://sendika10.org/dosya/luddizm-tartismalari-makina-kiricilik-uzerine/] Buna karşı 1812’de parlamento tarafından makine kırıcılara ölüm cezası öngören bir yasa çıkartılmış, Ocak 1813’te Luddizm’den hüküm giyen on sekiz işçi York’ta asılmış, örgütlü pek çok işçi sürgüne gönderilmişti. Ancak işçi hareketi bu baskılarla durdurulamadı. Bir yandan radikal politik akımların İngiltere işçi sınıfı üzerinde etkileri artıyor, diğer yandan işçiler burjuvazinin ve orta sınıfların öncülük ettiği oy hakkı mücadeleleri içerisinde yer alıyorlardı. Nihayetinde 1832 yılında çıkartılan Reform Yasası ile burjuvazi, daha önce yalnızca aristokrasinin tekelinde olan Avam Kamarası’na girme şansı elde etmiş oldu. Ancak oy hakkı elde edemeyen işçiler için bu yasa hayal kırıklığına yol açtı. Bu, işçiler arasında bağımsız mücadele eğilimini güçlendirdi.

Bu durum karşılığını en üst düzeyde 1839’dan itibaren yükselen Çartist harekette bulmuştu. 1839-1850 yılları arasında yine İngiltere’de ortaya çıkan Çartist hareketin, ulusal çapta ve kitlesel olmasının yanı sıra burjuvaziden bağımsız kurumsallaşmış bir işçi örgütlülüğüne dayanması anlamında tarihsel önemi vardır. Çartist hareketin ortaya çıkmasından 5 yıl önce, 1834 yılında o döneme kadar dağınık olan işçi örgütlenmeleri GNC’nin (Grand National Consolidated Trades Union) kurulmasıyla bir federasyon altında birleşmişti. Daha sonra Çartist hareket içerisinde de yer alacak olan William Benbow tarafından 1832 yılında yayınlanan Büyük Ulusal Tatil ve Üretici Sınıfların Kongresi (Grand National Holiday,and Congress of the Productive Classes) isimli kitapçıkta bazı bölümler İngiltere’de 19. Yüzyılın ilk yarısının her anlamıyla bugüne kadar gelen işçi mücadelelerinin kozasından çıktığı dönem olduğunun göstergesidir.

Benbow işçi sınıfına –Komünist Manifesto’nun yazılmasından 15, 1. Enternasyonal’in kuruluşundan 32 yıl önce ve belki de ilk defa bu kadar güçlü biçimde- yeni bir dünya için üretimden gelen güçlerini bütün olarak kullanmalarını yani genel grevi şu sözlerle öneriyordu:

“Bir tatil (a holiday) kutsal bir günü (a holy day) ifade eder ve bizimkisi kutsal günler içerisindeki en kutsalı olacaktır. İnsanlığın mutluluğu ve özgürlüğünü desteklemeye –daha doğrusu yaratmaya- adanmış olduğu için en kutsalı, en mukaddesi. Bizim kutsal günümüz bolluğu sağlamak, yoksunluğu ortadan kaldırmak, bütün insanları eşit kılmak için yapılmıştır. Kutsal günümüzde biz, tatilimiz sırasında hazırlanan anayasayı bütün insanlık için yasa haline getirmeli ve her insanı aynı duruma getirmeliyiz. Eşit haklar, eşit özgürlükler, eşit yararlanma, eşit emek, eşit saygınlık, üretilenlerden eşit pay alma: bu kutsal günümüzün -mukaddes günümüzün,- bizim festivalimizin amacıdır.

Bir aylık tatilin zemin ve ihtiyaçları, bizim içine düşürüldüğümüz koşullardan yükselmektedir. Bizler kelimenin tam anlamıyla mazlumuz, her şeyden mahrum bırakılmış durumdayız, mülkümüz, servetimiz yok, ürettiklerimiz başlarının eline gittiği sürece emeğimizin bize faydası yok. Kendi çabamız dışında her şeyi denedik; hükümetlerimize ihtiyaçlarımız ve sefaletimizi tekrar tekrar söyledik, onların iyi ve bilge, ve cömert olduklarını düşündük; biz çağlar boyunca onların sözlerine güvendik, ve yüzyıllarca koşullarımızı düzeltmek yerine sabır gösterdikten sonra, günümüzde, kendimizi bulduk, tüm mirasımızın elimizde olduğuna ikna olduk. Efendilerimiz ve sahiplerimiz benimseyebileceğimiz hiçbir plan önermediler, sefaletin kaynağının ne olduğunu söylerken bile kendileriyle çeliştiler. Bir tanesi bir şey, diğeri başka bir şey söyledi. Bir alçak, günahkar, kafir bir alçak “Aşırı üretimin bizim perişanlığımıza yol açtığını” söylüyor. Fazla üretimde gerçekten! Biz yarı aç durumdayken, üreticiler bizim tüm çabamızla, yeterli miktardaki bir üretimde olduğu gibi bir şey elde edemiyorlar. Kendi kurtuluşumuz tüm çağ veya ülkelerde, bir ilk olacak. Tarihte ilk kez ve dünyada sadece burada bolluk yokluğun gerekçesi olarak öne sürülmüştür. Yüce tanrım! Nerede bu bolluk? Yiyecek bolluğu! İşçilere ve makinecilere onu nerede bulduklarını sorun. Onların bir deri bir kemik bedenleri en iyi cevaptır. Kıyafet bolluğu! İnsanların çıplaklığı, titremesi, astımları, soğuk algınlıkları ve romatizmaları kıyafet bolluğunun kanıtlarıdır! Efendilerimiz ve sahiplerimiz bize çok fazla ürettiğimizi söylüyorlar; o zaman çok iyi, biz üretimi bir ay için durduracağız, böylece efendilerimizin ve sahiplerimizin teorisini pratiğe dökeceğiz.”

Ve bu broşürün yazılmasından tam 10 yıl sonra, 1842’de modern işçi hareketinin ilk genel grevi yine İngiltere’de gerçekleşecekti. İngiltere, Galler ve İskoçya’nın kömür bölgelerinde tüm sanayiyi durduran büyük genel grev dalgası GNC tarafından organize edilmişti. İngiltere’de kapitalist gelişimle paralele olarak yarım yüzyıl boyunca süren işçi hareketi 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kıta Avrupa’sından, Rusya’ya, ABD’den Latin Amerika’ya yayılacak bir hareketin fikirsel ve eylemsel öncüsü niteliğindedir. 1850’lere gelindiğinde koza çatlamış, modern işçi hareketi tüm dünyada dalga dalga yayılırken, içerisinde yeni adil bir dünya kurmaya dönük radikal düşüncelerin gelişiminin tarihsel zeminini yaratmıştı.

1850 yılına gelinirken Avrupa 1848 devrimleriyle çalkalanıyordu. Aynı yıl Karl Marx ve Friedrich Engels Komünist Manifesto’yu yazmış, Bakunin Dresden ayaklanmasına katılması nedeniyle tutuklanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştı. 2 yıl önce, 1846’da Proudhon “Sefaletin Felsefesi”ni yazarken, Marx 1847’de buna cevaben “Felsefenin Sefaleti”ni yazacaktı. Bu dönemde bir yandan milliyetçilik yükselirken, sosyalizm, komünizm ve anarşizm, işçi sınıfının yeni öncü kuşakları ve burjuva entelektüeller arasında yoğun biçimde tartışılıyor, geniş kesimler içerisinde karşılık buluyordu. Kapitalizmin ilk küresel buhranı olarak kabul edilen 1857 krizi Fransa ve Almanya başta olmak üzere pek çok ülkede ücretlerin yükselmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi gibi taleplere başlayan kitlesel grevlerin ve eylemlerin gerçekleştiği işçilerin yeni bir mücadele dalgasına yol açmıştı. Amerika’dan Avrupa’ya yayılan 1857 krizi Marx’ı motive etmiş, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (1859) ve Kapital’in I. Cildi (1867) halini alacak çalışmalarını hızlandırmıştır.

1850 sonrası işçi hareketi uluslararası bir nitelik kazanmış, öncesinde yaşanan mücadelelerle sağlanan kazanımlarla, örgütlenme özgürlüğünün görece fazla olduğu İngiltere uluslararası dayanışmanın da merkezi haline gelmişti. Nihayetinde Avrupa’nın hala grevlerle sarsıldığı bir dönemde, 28 Eylül 1864’te Londra’da St. Martin’s Hall’de gerçekleştirilen toplantıda 1. Enternasyonal olarak da bilinen Uluslararası İşçiler Birliği kurulmuştur. İşçilerin uluslararası dayanışma ihtiyacının ürünü olarak 1. Enternasyonal; günümüze kadar gelen pek çok ideolojik/politik tartışmanın yaşandığı, işçi sınıfının mücadelesinde halen güncel dersler barındıran muazzam bir deneyimdir. Sosyalizmin içindeki iki temel eğilim olan, Marksizm ve anarşizmin (Proudhon ve Bakunin’in takipçileri) mülkiyet, politik eylem, grev, devlet, toplumsal devrim, sendikalar gibi pek çok başlıkta tartışma ve eğilimler bu zeminde gerçekleşmiştir. Bu tartışmalar aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesi içinden çıkmış olan bu iki sosyalist akımın kendi iç tartışmalarını ve evrimlerini de beslemiştir. 1. Enternasyonal içindeki iki temel politik akım arasındaki nihai ayrışma, Eylül 1872’de gerçekleşen Lahey kongresinde Bakunin ve Guillaume’nin tasfiyesiyle sonuçlanması ayrışmayı resmileştirdi. Enternasyonalin yönetim merkezi New York’a taşınırken, anarşistler İsviçre’nin St. Imier kasabasında Anarşist Enternasyonali kuracaklardı. Marksistlerin hakimiyet sağladığı 1. Enternasyonal Temmuz 1876’da, Anarşist Enternasyonal ise 1877’de feshedildi. Bu dönemden sonra anarşistler 1880-1890 arasında anarşist enternasyonal kurma çabalarında bulundularsa, başarılı olamadılar. 1889 İkinci Enternasyonal’in kurulmasının ardından anarko-sendikalistler bu sürece dahil olmak için çaba harcadılarsa da 1896’da nihai olarak ihraç edildiler. Bu dönemden sonra devam eden çalışmaları 1907 Amsterdam Kongresi ile sonuç verdi. Amsterdam Uluslararası Anarşist Kongresi 14 farklı ülkeden delegenin katılımıyla 24 Ağustos-31 Ağustos 1906 tarihleri arasında toplandı. Bu kongrede Errico Malatesta, Luigi Fabbri, Benoît Broutchoux, Pierre Monatte, Amédée Dunois, Emma Goldman, Rudolf Rocker, Christian Cornélissen gibi 20. Yüzyıl anarşizminin en önemli isimleri de yer alıyordu.

Anarko Sendikalizm ve Devrimci Sendikalizmin ortaya çıkışı

Her ne kadar 1872 Lahey Kongresiyle pratik bir kopuş yaşanmış olsa ve bugün her birine farklı anlamlar yüklesek de yalın bir tarih okumasıyla görüyoruz ki Marksizm ve anarşizm günümüze kadar birbiriyle etkileşim içerisine girmiş, kavga etmiş, ayrışmış, kendi iç bölünmelerini yaşamış ancak köken olarak işçi sınıfı hareketi içerisinden çıkmış iki akımdır. Diğer yandan sınıfsal çelişkileri ve tarihsel koşulları –en azından pratikte- göz ardı eden veya tali olarak gören ve kendini anarşizm veya Marksizm içinde tanımlayan akımlar da olmuştur. Anarşist ve Marksist teori ve stratejiler bir yandan işçi sınıfının kitlesel mücadelesi içinde, diğer yandan iradeci, silahlı mücadeleyi savunan sekter gruplar içinde karşılığını bulmuştur. Örneğin kendini anarşist olarak tanımlayan Neçayev’le, Marxist olarak tanımlayan Che Guevera, Baader-Meinhof, -hatta elimizi korkak alıştırmayalım- Mahir Çayan arasında devrimci adanmışlık, kendi varlığını feda etmeye hazır devrimcilerin sıkı disiplinli örgütünü kurma gerekliliğini savunmak –ve buna uygun davranmak- açısından rastlantısal olmayan bir benzerlik vardır. Benzer biçimde “Halka giderek” devrim havariliği yapmaya çalışan ama başarısız olunca bireysel/grupsal silahlı eylemlere girişen Narodniklerin[2. Narodnik Rusça “Halkın Dostları” anlamına gelmektedir.  Narodnikler 1870’li yıllarda itibaren Rusya’da ortaya çıkan, Piyotr Lavrov ve Mikhail Bakunin’in düşüncelerinden etkilenen, köylüler tarafından gerçekleştirilecek bir toplumsal devrimin gerektiğini savunan politik akımdır. Daha çok şehirli okumuş gençlerden oluşan Narodnikler özellikle 1874’ten itibaren köylere giderek devrim propagandası yapmaya çalışmışlardır. Rus Devletinin yoğun baskısına, tutuklamalara maruz kalan, pek çoğu cezaevlerinde ölen Narodniklerin önemli bir bölümü Ekim 1877’de başlayan ve Ocak 1878’de sona eren yargılamaların ardından “silahlı mücadele” aşamasına geçmiştir.] ideolojik ve politik miraslarının taşıyıcılarını günümüz solu içinde bulmak zor değil.

Bu yönüyle, 19. yüzyıl anarşizmin de politik olarak kendini bulduğu, mücadeleler, tartışmalar ve hatalardan çıkartılan deneyimler içerisinde biçim ve içerik kazandığı bir dönem olmuştu. Köylü bir aileden gelen ve matbaacı olan Proudhon 1840 yılında yazdığı “Mülkiyet Nedir?” kitabıyla anarşist sıfatını tarihte ilk kez olumlu anlamda kullanır, sahiplenir ve modern anlamıyla anarşizmin tohumlarını atar. Bu kitabında “Gelecekte hükümet biçimi ne olmalıdır?” diye sorar ve şu yanıtı verir: Bazı okuyucularımın şu yanıtı verdiklerini duyuyorum: “Böyle bir soruyu nasıl sorabilirsin? Sen bir cumhuriyetçisin” Bir cumhuriyetçi! Evet ama bu sözcük hiçbir şey belirtmez. Res publica; yani kamusal olan. O halde kamu meseleleriyle ilgilenen herkes, hangi hükümet biçimi altında olursa olsun, kendine cumhuriyetçi diyebilir. Krallar bile cumhuriyetçidirler. “O halde sen bir demokratsın.” Hayır… “Peki o zaman nesi?” Ben bir anarşistim.

… İnsanın eşitlikte adalet araması gibi, toplum da anarşide düzen arar. Anarşi – bir efendinin, bir hükümdarın olmaması- günden güne yaklaştığımız hükümet biçimidir. Der.

Aynı kitapta ünlü şu sözleri söyler: “Kölelik nedir?” diye sorulsaydı ve ben tek kelimeyle “Cinayettir!” diye yanıt verseydim, ne demek istediğim hemen anlaşılacaktı. Bir insanın düşüncesine, iradesine, kişiliğine el koyma iktidarının hayata ve ölüme dair bir iktidar olduğunu ve bir insanın köleleştirmenin onu öldürmekten farklı olmadığını göstermek için daha fazla tartışmaya gerek olmayacaktı. Peki o zaman diğer soruya, “Mülkiyet nedir?” sorusuna neden aynı şekilde “Hırsızlıktır!” diye yanıt vermeyelim. “

“Mülkiyet Hırsızlıktır!” sözü özellikle Fransa’da işçi sınıfı ve orta sınıf entelektüeller içinde güç kazanan 19. Yüzyıl anarşizminin en önemli sloganlarından biri olacaktır. Proudhon’un “üretim araçları üzerinde hakkın ortak ama üretilenler üzerinde hakkın kişisel” olacağı bir toplum tasavvuru vardı. Ürünlerin değerinin, onu üretmek için harcanmış olan iş saatlerin sayısı ile ölçüleceği ve insanların üretime ve kamu hizmetlerine harcadığı saat kadar “çalışma senedi” alacağı bir ekonomik sistem öneriyordu.

1871’e gelindiğinde Fransa’da Proudhon’un takipçisi karşılıkçıların yanı sıra Bakuninciler etkindi. Bakunin kolektivizmi ve devrimlerden, hatta grev silahından uzak duran Proudhoncuların aksine bir toplumsal devrimi savunuyordu. Paris Komünü’nün kanlı biçimde bastırılmasının ardından sağ kalan anarşistler sürgüne gitmiş ya da yer altına çekilmişlerdi. 1880’lere gelindiğinde ise Fransa’da ve başka pek çok yerde anarşistlerinin önemli bir bölümü anarşist komünizmi benimsiyorlardı. 1880 yılına gelindiğinde ise Jura Federasyonu’nda konuşan İtalyan devrimci Carlo Cafiero anarşist komünist tezleri savunan ve kolektivizmi eleştiren şu sözleri söyleyecekti. “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz. Gerçekten de, sınırlamaya dair en ufak bir ipucu, otoriterliğin tohumlarını taşıyacaktır. Ve bunu seri bir şekilde türeyen kanunlar, mahkemeler ve jandarma olmaksızın düşünemeyiz. Komünist olmak durumundayız çünkü kolektivist safsatayı anlayamayan insanlar, Reclus ve Kropotkin arkadaşların da belirttiği gibi komünizmi kusursuz bir şekilde kavrayıp benimseyebilirler. Komünist olmak zorundayız çünkü bizler anarşistiz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.”

Bu konuşma anarşizmin, 1840’lardan beri süregelen tartışmaların sonucunda, uğruna mücadele verdiği toplumsal, ekonomik ve siyasal bütünlüğe sahip dünya hakkında bütünlüklü bir bakışa kavuştuğunun resmidir. Anarşist komünistler, özetle, kapitalizmin bir toplumsal devrimle yıkılarak yerine komünist bir toplumsal sistem kurulmasını hedefler. Ancak Marksistlerin tersine devletin komünist topluma geçişte işçi sınıfının kullanabileceği bir aygıt olamayacağını söylerler. Bir toplumsal devrimle kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesini, üretim araçlarının ve ürünlerin hızla kamulaştırılmasını savunurlar. Ancak toplumsal devrimi ve onun hedeflerini yerine getirecek aygıt olarak devleti değil; işçilerin işyerleri ve yaşam alanlarında kuracakları özyönetim organlarını görürler. Bunları yalnızca geçiş dönemi aygıtları değil, aynı zamanda gelecek toplumsal yaşamın örgütleneceği aygıtların nüveleri olarak görürler. Temsili demokrasi ve hiyerarşiye karşı doğrudan demokrasiyi, merkeziyetçilik yerine federalizmi görürler. Yine anarşistler ekonomik mücadele, siyasal mücadele ayrımını reddederler ve iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen politik güç olarak “Parti”ye karşı işçilerin devrimci eylemini ve devrimci misyonla donatılmış yeni bir sendikal anlayış ortaya koyarlar. Anarko sendikalizm veya devrimci sendikalizm olarak adlandırılan bu anlayış yukarıda sözünü ettiğimiz mücadeleler içerisinden doğmuş ve şekillenmiştir.

Avrupa’da Sendikalizm

Sendikalizm 1900’lerin başından itibaren, parlamenter siyasete yönelmiş reformist sosyalist harekete karşı tepkinin sonucu güçlenmiştir. Kökenleri 1. Enternasyonale dayanan bu akım Fransa’da parlamentarizme karşı çıkan Paris Komünü’nde savaşan Fransa İşçi Partisi’nin kurucularından olan Jean Allemane gibi Marxistleri de etkilemiştir. Allemane ve takipçileri 1895’te Fransa’da kurulan, ilk Sendikalist sendika olan CGT’nin (Confédération générale du travail, Genel Emek Konfederasyonu) kuruluşuna destek vermiştir. CGT’nin kuruluşundan önce sosyalist hareket içindeki parlamenter politik mücadele anlayışına karşı, sendikalizmin işçi sınıfı için temel mücadele aracı olarak gördüğü genel grev fikri yaygınlaşmıştı. Fransa’daki sendikal harekete genel grev fikri ilk olarak, ABD’deki 1886-87 genel grev hareketinden etkilenen Anarşist marangoz Tortelier tarafından kazandırılmış ve Alleman taraftarları tarafından benimsenmişti. CGT hem sayısal olarak hem de sahip olduğu etkiyle Avrupa’daki pek çok Sosyalist Parti’yi kuruluşundan kısa süre sonra çok geride bırakmıştı. Fransa’dan sonra Avrupa, Latin Amerika’daki pek çok ülke ve ABD’de sendikalist sendikalar kuruldu. Aralık 1922’de Berlin’de gerçekleşen kongreye, Arjantin, Şili, Danimarka, Almanya, İtalya gibi pek çok ülkeden yüzbinlerce işçiyi temsil eden sendikaların katıldığı Uluslararası Sendikalist Kongre’de Uluslarası Çalışanlar Birliği (IWA/AIT)’nin kurulması kararlaştırıldı. Kongre’de sendikalizmin ilkelerinin konulduğu bildiri yayınlandı. Yayınlanan bu bildiri, bugün hala sendikalizmin temel ilkeleri olarak kabul edilir ve dünyanın pek çok yerinden sendikalist sendikaların üyesi olduğu IWA’nın halen tüzüğüdür.

Sendikalizmin tartışmasız biçimde en etkili olduğu ülke İspanya olmuştur. 1910’da kurulan İspanya’daki CNT (Confederación Nacional Del Trabajo; Ulusal Emek Konfederasyonu) birkaç yıl içerisinde bir milyon yedi yüz elli binden fazla işçi ve köylüyü üye yapmıştır. Bu durum bir yönüyle İspanya’da 1840’lara uzanan militan işçi hareketi ve 1870’lere uzanan anarşist hareketin yarattığı güçlü gelenekle açıklanabilir. 1854’te tekstil ve inşaat işçilerinin grevinden sonra 1855’te gerçekleşen genel grev kanlı biçimde bastırılmış ve hareket yer altına çekilmiştir. 1868’de İspanyol işçiler Uluslararası İşçiler Birliği’nin (1. Enternasyonal) gözlemcisi olarak Madrid’e gelen İtalyan anarşisti Giuseppe Fanelli’nin propagandası ile anarşizmle tanışır. Anarşizm öğretisi, İspanya’nın batı ve güneyinde, sanayi işçileri arasında hızla yayılır, 1873’teki köylü ayaklanmalarında anarşistlerin gözle görülür etkisi vardır ve 1. Enternasyonal’deki tartışmalarda İspanyol işçiler anarşistlerden yana tavır alır. 20. Yüzyıl başında gerek güney ve batı İspanya’da, gerekse görece daha zengin olan Katalonya’da anarşizm etkin hale gelmişti. Nihayetinde 1907’de yayınlanmaya başlayacak olan Solidaridad Obrera (İşçi Dayanışması) isimli yayın etrafında bir araya gelen işçiler tarafından 1910’da CNT’nin kuruluşu ile bu gelenek kendine örgütsel biçim bulmuş oldu.

CNT kuruluşundan itibaren toplu sözleşmelere katılan, işçilerin maddi gelirlerini düzeltmek için çaba gösteren bir politika izlememişti. Kentlerde üyelik aidatları çok azdı. Köylerde ise üye olmak aidata bağlı değildi. Bir milyonun üzerinden üyesi olan CNT’nin para karşılığı çalışan yalnızca bir sendika görevlisi vardı. Temel mücadele aracı olarak grevin yanı sıra, sabotajdan, kamulaştırmaya ve silahlı eyleme uzanan mücadele yöntemleri kullanıyorlardı.

1927’ye gelindiğinde, CNT üretim ve tüketim süreçlerindeki kontrolü eline almıştı. Diğer yandan sendika içinde legal ve illegal çalışma arasındaki ilişki sorunu ortaya çıkıyordu. FAI (Federación Anarquista Ibérica; İberya Anarşist Federasyonu) böyle bir ortamda oluşturuldu. Öz savunma, silah ve para sağlama, tutukluların kurtarılması gibi eylemler FAI militanları tarafından gerçekleştiriliyordu. FAI’ye kayıtlı olan aynı zamanda CNT’ye üye sayılıyordu, bu üyeler sendikanın ideolojik ve eylemsel olarak “sert çekirdeğini” oluşturuyordu. Ekim 1931’de, Cumhuriyetçi hükümet kurulduğu dönemde İspanya’da grevler, köylü ayaklanmaları ve sokak eylemleri yoğunlaşmıştı. Cumhuriyetçi hükümetin bu mücadelelere tepkisi eski hükümetlerden çok da farklı değildi. Kasım 1933’te gerçekleşen seçimlerle ise sağcı partilerin kurduğu blok olan CEDA (Confederación Española de Derechas Autónomas; Özerk Sağcı İspanyol Konfederasyonu) parlamentoya girdi. Gil Roberts’ın başında bulunduğu CEDA, Alejandro Lerroux’un başında bulunduğu merkez sağ Radikal Cumhuriyetçi Parti ile birlikte koalisyon hükümeti kurdu ve 1933-1935 yılları arasında “iki kara yıl” olarak tanımlanan dönem yaşandı. Bu dönemde yaşanan Asturya Komünü deneyimi iç savaşın habercisi ve İspanya işçilerindeki devrimci dinamiklerin göstergesiydi. Ekim 1934’te üç CEDA üyesinin hükümete bakan olarak dahil edilmesi üzerine, başta madenciler olmak üzere Asturyalı işçiler genel grev ilan etti ve ayaklanma başlattı. CNT’nin oldukça etkin olduğu Halk Cephesi Komitesi, eyaletin başkenti olan Oviedo’yu ele geçirerek ve komün ilan ettiler. Bir aydan fazla süren Asturya ayaklanması General Franco’nun emrindeki yabancı lejyonerler ve Mağrip alayları tarafından kanlı biçimde bastırıldı. Bu dönemde devrimcilere yönelik artan baskı sadece Asturya ile sınırlı değildi. 1935’in sonunda İspanya’daki hapishanelerde otuz binin üzerinde siyasi tutuklu vardı.

Nihayetinde Şubat 1936’da gerçekleşecek olan seçimleri CNT’nin seçimleri boykot etme tutumundan vazgeçmiş olmasının da etkisiyle “Halk Cephesi” kazandı. Nihayetinde Franco’nun 17 Temmuz 1936’da faşist darbeyi gerçekleştirmesinin ardından iç savaş patlak verdi. Üç yıl süren iç savaşta CNT-FAI tüm yalıtılmışlık ve zorluklara rağmen, İspanya’da faşizme karşı verilen mücadelenin bel kemiği olmasının ötesinde, etkinlik sağladığı bölgelerde devrimci adımlar attı. Üretim ve dağıtımın kontrolü sendikalar, tarım kooperatifleri ve kent meclislerinin eline verilmişti. Kamulaştırılan işyerlerinde işçiler komiteler aracılığıyla fabrika yönetimi ellerine almışlardı. Köylerde ise beylerden zorla alınan topraklar yoksul köylülere ve tarım işçilerine dağıtılıyor, köy ekonomisi kolektifleştiriliyordu. 1937’ye gelindiğinde CNT’nin üye sayısı bir buçuk milyonu aşmıştı.

ABD’de Devrimci Sendikalizmin Ortaya Çıkışı

ABD’de ilk işçi örgütlenmelerinin ortaya çıkışı 1825’ten itibaren yerel örgütlenmeler şeklinde başladı. Amerikan İç Savaşı öncesi Ulusal Şapka Yapıcıları Birliği, Kuzey Amerika Demir Kalıpçıları Sendikası, Ulusal Sigara Yapıcıları Sendikası, Kuzey Amerika Makinistler ve Demirciler Sendikası daha çok meslek sendikası denilebilecek örgütlenmeler kuruldu. 1861-1865 yılları arasında süren Amerikan İç Savaşı sırasında da bu örgütlenmeler varlığını devam ettirdi.

Kapitalizmin Avrupa ve ABD’yi etkisi altında alan 1873-1879 arasındaki “uzun depresyon” olarak adlandırılan krizi esnasında ABD işçi hareketi ivme kazanmıştı. 1869’da kurulan “Emeğin Şövalyeleri” bu dönemde güç kazanmış, özellikle 1880’li yıllar boyunca ABD işçi hareketinin en kitlesel örgütü haline gelmişti. Kasım 1881 yılında ise FOTLU (The Federation of Organized Trades and Labor Unions, Örgütlü Meslek ve İşçi Sendikaları Federasyonu) kuruldu. Daha sonra AFL (American Federation of Labor, Amerikan İşçi Federasyonu) adını alacak olan FOTLU 1 Mayıs 1886’da 8 saatlik işgünü talebiyle grev ve kitlesel eylemler düzenlenmesi kararı çağrısı yaptı. Çağrı yankı buldu, 1 Mayıs ve daha sonraki günlerde ABD çapında yaklaşık beş yüz bin kişinin katıldığı belirtilen grevler ve yürüyüşler gerçekleştirildi.  3 Mayıs’ta Chicago’daki McCormick Hasat Makinesi Şirketi’ne ait fabrikanın grevci işçileri fabrika yakınında buluştular. Ancak mesai süresinin bitiminde içeriden çıkan grev kırıcılarla karşılaşan grevci işçilerin fabrikaya doğru yönelmesiyle birlikte polis işçilere ateş açtı. En az 4 işçi öldürüldü, onlarcası yaralandı. Bu saldırıyı protesto etmek için 4 Mayıs’ta Haymarket Alanı’nda miting düzenlendi. Miting dağılması sırasında belirsiz bir yerden kürsünün önüne atılan ve polisin önünde patlayan bir bomba nedeniyle 7 polis öldü. Bu devlet tarafından özellikle Chicago’da etkin olan 8 saatlik işgünü mücadelesini bastırmanın bahanesi olarak kullanıldı ve bu mücadeleyi örgütleyen anarşist işçi önderlerinden Albert Parsons, August Spies, Adolph Fischer, George Engel, Louis Lingg, Samuel J. Fielden ve Michael Schwab’ın idama, Oscar Neebe ise 15 yıl hapse mahkum edildi. Albert Parsons, August Spies, George Engel ve Adolph Fischer asılarak idam edildiler. Louis Lingg, içeri gizlice sokulmuş bir dinamit lokumuyla hücresinde intihar etti. Michael Schwab ve Samuel J. Fielden’in idam cezaları ise vali Richard James Oglesby tarafından ömür boyu hapse çevrildi. 1889 yılındaki 2. Enternasyonal toplantısında, bir komplo ile idam edilen işçi önderleri ve 8 saat işgünü talebiyle 1 Mayıs 1886’da başlayan grevlerde öldürülen diğer işçiler anısına 1 Mayıs’ın işçilerin uluslararası birlik ve dayanışma günü ilan edilmesine karar verildi.

Haymarket katliamı ve sonrasında yaşananlar ABD’deki işçi hareketin mücadeleci eğiliminin zayıflamasına neden olmuştu. Bununla paralel olarak “İşçi Partileri” güç kazanacak, işçiler seçimlere yönlendirilecekti. Bunun en önemli örneklerinden biri 1886 yılında Henry George’nun ULP (United Labor Party, Birleşik Emek Partisi)’nin adayı olarak New York’ta valiliği için seçimlere katılmasıydı. Nihayetinde ABD’de de 20. Yüzyılın başından itibaren devrimci bir işçi örgütlenmesi kurulması için arayışlar başlamıştı. 1905 yılı Ocak ayında Chicago’da düzenlenen konferansta bir manifesto yayınlandı ve Haziran ayında ikinci bir konferans düzenlenmesi çağrısı yapıldı. 27 Haziran’da sosyalist, Marxist ve anarşistlerden oluşan 200 civarında sendikacının katıldığı konferansta IWW’nin (Industrial Workes of the World; Dünya Sanayi İşçileri) kurulması kararlaştırıldı. IWW’nin savunduğu prensipler ve mücadele yöntemleri Fransa’da ortaya çıkan anarko sendikalizmle pek çok ortak noktaya sahip olsa da Marxizm’in etkisi daha fazlaydı. IWW bir süre sonra Kanada, İsveç, Avusturalya, Güney Afrika ve İngiltere gibi başka ülkelere de yayıldı.

Devrimci Sendikalizmin Temel Fikirleri

Sendikalizm fikri tartışmasız biçimde anarşizmden etkilenmiş ve tarih boyunca dünyadaki anarşistler sendikalist sendikaların en sıkı militanları arasında olmuşlardır. Ancak sendikalist sendikalar anarşist örgütler değillerdir. Fransız sendikacı ve CGT’nin kurucularından Pierre Monatte’nin şu şekilde ifade eder; “Sendika anarşist, ya da Guesdist veya Allemanist ya da Blanquist olamaz, olmamalıdır da. O sadece işçi sınıfı olmalıdır. Çoğunlukla çok ince ve yüzeysel olan fikir ayrılıkları sendikada ikinci sıradadır ve anlaşma bu şekilde sağlanır. Pratik hayatta çıkarlar fikirlerden önce gelir. Okullar ve hizipler arasındaki tüm çekişmelere rağmen, işçilerin çıkarları, hepsinin ücret yasasına tabi olması nedeniyle birbirinin benzeridir. Ve onlar arasında tesis edilmiş olan uyumun sırrı budur, sendikalizmin gücünü oluşturan […]sır budur.”

Sendikalizmin temel iddiası işçilerin karar alma ve uygulama süreçlerinin tamamen ellerinde olduğu, genel büyük bir sendika etrafında örgütlenmeleridir. Sendikalistler, klasik sendikalardan farklı olarak işçilerin, iş kolları veya mesleklerine göre değil, endüstriyel birlikler şeklinde örgütlenmesini savunur. Sendikalizm yalnızca bürokratik, profesyonel sendikacılığı değil, iş kolu veya meslek sendikacılığını da, işyerlerinde toplu iş görüşmeleri yapan ve yasaların koyduğu kurallarla kendini sınırlandıran resmi sendikacılığı da reddeder. Sendika birliklerden oluşur, grev kararı almak, eğitim çalışmaları düzenleme, üyeler adına görüşmeler yapma gibi tüm işlevler birliğe aittir ve karar alma yetkisi yalnızca birlik meclislerine aittir. Meclis, üyelerin doğrudan katıldığı en yüksek karar-alıcı organdır. Meclisler dışında karar alabilecek kurul, komite, delegeler konseyi, idareci, yönetici ya da kendi inisiyatifiyle birlik adına hareket eden kişiler yoktur. Birlik meclisi, alınan kararları uygulayacak, birliğin hedeflerini gerçekleştirebilecekleri ve teknik işleri yürütecek bir komite görevlendirir. Komite üyelerine hiçbir ödeme yapılmaz, komite üyelerinin görevleri sürekli değil bir ya da iki seneyle sınırlıdır. Bu ve benzeri uygulamalar, bürokratizm ve politik kariyerizm gibi örgütlenme içinde karşımıza çıkan işçi hareketini yozlaştıran durumlara karşı yaşamsal öneme sahip yapısal önlemlerdir.

Hangi iş kolu veya hangi meslekten olduğuna bakılmaksızın tüm işçilerin tek bir sendika altında ve yalnızca işyerlerinde değil, aynı zamanda yaşam alanlarında da örgütlenmesini hedefler. Pek çok örnekte sendikalistler bir yanıyla dayanışma sandıkları ve kooperatifler gibi gündelik yaşamı kurarken, diğer işsizlerin, göçmen işçilerin veya güvencesiz işçilerin örgütlenmesi için de çalışır. Sendikalizm pazarlık yaparak kazanım elde edilemeyeceği, kazanmanın tek yolunun mücadele etmek olduğu anlayışı üzerinden şekillenmiştir. Mücadele aracı olarak sembolik eylemler ve protesto yerine şartlara göre grev, boykot, blokaj ve sabotaj gibi patronu boyun eğmeye zorlayacak doğrudan eylem taktiklerini kullanır. Patronlarla pazarlığın veya protesto gibi sembolik eylemlerin bizi başarıya ulaştırmadığını, küçük ya da büyük tüm mücadelelerde kazanımın ancak patronlara (veya karşımızda konumlanan kimse) boyun eğdirecek doğrudan eylem biçimleriyle mümkün olduğunu gösteren tarihsel ve güncel onlarca örnek vardır. Diğer yandan grev yalnızca ekonomik mücadelelerin değil, aynı zamanda politik taleplerle verilen mücadelelerin veya başka bir işyerindeki işçilerle dayanışmanın da aracı olarak görülür. Genel grev ise en önemli ve etkili mücadele aracı olarak görülür. Genel grevin önemi –gerçekleştirildiği sektörün niteliğine ve önemine de bağlı olarak- tüm ekonomik sistemi bir darbeyle sekteye uğratabilme potansiyelidir.

Tüm bunların temelinde sendikalistlerin sendikayı işçilerin yalnızca gündelik ekonomik talepleri için mücadele eden değil, kapitalizme ve devlete karşı da politik mücadele veren bir aygıt olarak olarak görüyor olması yatmaktadır. Sendikalizmin parlamentarizm karşıtlığı politik mücadele karşıtlığı olarak algılansa da durum bunun tam tersidir. Sendikalistler için sendika gündelik, ekonomik ve politik mücadele aygıtıdır. IWA’nın bugün halen yürürlükte olan tüzüğünde amaçları şu şekilde açıklanır:

“Devrimci sendikalizm, kendini sınıf mücadelesine dayandırır, kendini sermayenin ve devletin çifte boyunduruğundan özgürleştirmek için kavga eden mücadeleci ekonomik örgütlerdeki bütün işçileri birleştirmeyi hedefler. Hedefi, işçi sınıfının devrimci eylemi yoluyla toplumsal yaşamı Liberter Komünizme dayalı olarak yeniden örgütlemektir. “

 “Devrimci Sendikalizm her tür ekonomik ve toplumsal tekelin tüm biçimlerinin açık bir düşmanıdır ve herhangi bir devlet veya politik partiye tabi olmaktan tümüyle kurtulmuş bağımsız konseyler temelinde çiftlik ve fabrika işçilerinin ekonomik komünleri ile idari organları yoluyla onu yıkmayı amaçlar. Devletin ve partilerin politikasına karşı emeğin ekonomik örgütlenmesini koyar, insanların yönetilmesine karşı eşyaların kontrol altına alınmasını koyar. Sonuç olarak, amacı, politik gücün ele geçirilmesi değil, devletin toplumsal yaşamdaki her türlü işlevinin yok edilmesidir. Mülkiyet tekeli ile birlikte, tahakküm tekelinin de ortadan kalkması gerektiğini ve proletarya diktatörlüğü dahil herhangi bir devlet biçiminin daima yeni tekelleri ve yeni ayrıcalıkların yaratıcısı olacağını; asla kurtuluşun aracı olamayacağını düşünür.”

Sonuç olarak

Sendikalizmin güncel durumu ve sendikalizme yönelik farklı yönlerden yapılan eleştiriler daha uzun bir tartışmanın konusudur. Bu yöndeki tüm tartışmalar baki kalmak kaydıyla, sendikalizm yöntem olarak mücadeleci olmasının ötesinde, hedefleri yönünden de radikal bir kitle hareketi yaratabilmenin araç ve yöntemlerini sunması anlamıyla yol göstericidir. İşçilerin iş kolları veya mesleklerine göre değil, endüstriyel birlikler şeklinde doğrudan demokrasi ilkesine göre örgütlenmesi anlayışı; uzlaşmacı değil, mücadeleci, devrimci, toplumsal yaşamı yeniden kurmaya dönük, işyeri ve yaşam alanı arasında bütünlüklü bir hat sunması, Türkiye’de bürokratik, resmi sendikal anlayışların çok ötesinde bir bakış açısı olmasının ötesinde güncel bir ihtiyaca da denk düşmektedir. Gezi Direnişi’nin taşıdığı dinamiklerin yanı sıra, Greif’te, Seyitömer’de, Halkalı TEMA Park’ta başlayan işçi sınıfının kendiliğinden doğrudan eylemli mücadele dalgası, Bursa’da başlayıp yayılan metal işçilerinin mücadelesinden, inşaat işçilerinin çeşitli yerlerde başlayan ve hızla kazanımla sonuçlanan mücadelelerine giderek çoğalan örnekler bir arayışa işaret ediyor. Bu arayış, işçi sınıfının tarih boyunca yarattığı uluslararası deneyimler ve Alpagut, Yeni Çeltek, 15-16 Haziran gibi bu topraklarda ortaya çıkan tabandan radikal mücadeleler ışığında karşılığını bulabilir.

Kapitalizmin küresel düzeyde yapısal krizi savaşların yaygınlaşmasına ve şiddetlenmesine, yönetimlerin otoriterleşmesine, sağ radikalizmin güç kazanmasına yol açarken; diğer yandan toplumsal hareketler yükseliyor. Sözü edilen ihtiyaçları karşılayabilecek bir politik hat ve pratik oluşturulabilmesi halinde devrimci bir alternatifin ortaya çıkması olasılık dışı değil. İçinde yaşadığımız için bize eşsiz ve zaman zaman da katlanılmaz gelen olaylar ve durumlar çaresizlik hissi verse de devrimci olanakları içinde barındırıyor. Ancak bunu kavramak için bugüne gelecekten bakmak gerekiyor. Bu da bugünden geçmişi tekrar tekrar okumayı ve “olağan” zamanları, alışkanlıklar ve ezberlerden, dogmatizmden uzaklaşarak yeniden tartışmayı gerektiriyor. 150 yıl önce devrim için mücadele eden insanların yaşadıkları sorunları bugün Kadıköy’de, Taksim’de ya da Kızılay’da ne yapalım diye konuşan genç devrimciler de yaşıyor. Ayrıntılar değişse de toplumun işleyişinin temel dinamikleri, çelişkiler, olanaklar, zorluklar benziyor. Sistem bir yandan egemenlik/güç/kaynak paylaşımları noktasında çelişki üretiyor. Bu yüzden savaşlar büyüyor, yönetimler vahşileşiyor, ulusal çelişkiler sürüyor. Ancak temel çelişki yine sınıfsal düzlemde sürekli patlak veriyor ve ancak sınıfsal düzlem içinde verilecek bir mücadele tutarlı biçimde, yeni bir toplum yaratma hedefini taşıma anlamında, devrimciliğini sürdürebiliyor. Sonuç olarak işçi sınıfın tarihsel deneyimleri ve bugünkü pratikleri yolu gösteriyor, burada doğru konum alan politik anlayışlar karşılık bulma şansına sahip olabilecek, diğerleri ise bugüne kadar süren ve yenilmeye mahkum anlayışları tekrar eden döngünün içinde kaybolacaktır.

Kaynaklar

Anarko Sendikalizm – Rudolf Rocker – Kaos Yayınları

Kapitalizmin Tarihi 1500-2010 – Michel Beaud – Yordam Kitap

Uluslarası İşçiler Birliği (Birinci Enternasyonal) – Halil Çelik – Prinkipo Yayınları

Birinci Enternasyonal – Jacques Duclos – Sorun Yayınları

Anarşizm, Bir Düşünce ve Hareketin Tarihi- George Woodcock – Kaos Yayınları

Mülkiyet Nedir – Pierre Joseph Proudhon – İş Bankası Kültür Yayınları

Anarşinin Kısa Yazı – Hans Magnus Enzensberger – Ayrıntı Yayınları

Beş Kızkardeş – Barbara Alpern Engel, Clifford N. Rosenthal – Ataol Yayıncılık

https://libcom.org/library/working-class-movement-america-eleanor-marx

meydangazetesi.org/gundem/2015/09/anarsistlerin-teori-ve-pratik/

https://www.marxists.org/history/england/chartists/benbow-congress.htm

http://www.iwa-ait.org/content/statutes

http://www.iww.org/history/chronology

http://struggle.ws/turkey/syndrbr3_t.html

http://www.isyan.8m.com/CNT_anarkosendika.htm

http://ermenistan.de/ermeni-anarsist-aleksander-atabekyan/

https://en.wikipedia.org/wiki/Anarcho-syndicalism

https://en.wikipedia.org/wiki/General_Confederation_of_Labour_%28France%29

https://en.wikipedia.org/wiki/Confederaci%C3%B3n_Nacional_del_Trabajo

https://en.wikipedia.org/wiki/International_Anarchist_Congress_of_Amsterdam

https://en.wikipedia.org/wiki/Haymarket_affair#cite_ref-55

 

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler