spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizÖzel sektör öğretmenleri köleliğe karşı mücadele dersi veriyor - Burcu Çıra

Özel sektör öğretmenleri köleliğe karşı mücadele dersi veriyor – Burcu Çıra

Resmi verilere göre Türkiye’de 14 bini aşkın özel öğretim kurumunda en az 200 bin özel sektör öğretmeni çalışıyor. Sigortasız çalışan eğitim emekçilerini de düşününce bu sayının aslında 500 bin dolayında olduğunu söylemek mümkün. Bu yazıda, özel sektörde çalışan yüzbinlerce eğitim emekçisinin çalışma koşullarını, maruz kaldıkları sömürüleri ve hak gasplarını, itibarsızlaştırılan meslek onurlarını ve son birkaç yıldır Türkiye emek hareketine damga vuran özel sektörde eğitim mücadelesini ele alacağız.

Dünyanın her yerinde tüm işkollarında çalışanların haklarının çerçevelendiği, hem işverenlerin hem de çalışanların uymakla yükümlü olduğu kanunlar var. Türkiye’de sözde çalışanların haklarını korumak için konan meslek yasaları ise ne yazık ki çoğunlukla korumak yerine emekçilerin güvencesizliğini tescilliyor. Bu bağlamda, eğitim emekçileri Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nda yer alan 9. madde sebebiyle güvencesizlik koşullarında çalıştırılıyor.

“Özlük Hakları ve Sorumluluklar Madde 9: Kurumlarda çalışan yönetici, öğretmen, uzman öğretici ve usta öğreticiler ile kurucu veya kurucu temsilcisi arasında yapılacak iş sözleşmesi, en az bir takvim yılı süreli olmak üzere yönetmelikle belirtilen esaslara göre yazılı olarak yapılır. Mazeretleri nedeniyle kurumdan ayrılan öğretmen ve öğreticilerin yerine alınacak olanlar ile devredilen kurumların yönetici, öğretmen ve öğreticileri ile bir yıldan daha az bir süre için de iş sözleşmesi yapılabilir” ifadesinden de anlaşılacağı gibi öğretmenlik mesleğini belirli süreyle işsizlik tehdidine, tazminat haklarından yoksunluğa mahkum eden bir yasadan bahsediyoruz. Öğretmenler bu maddeyle yaz aylarında ücret ve sigorta primleri yatırılmadan, 10 aylık sözleşmelerle mevsimlik işçiler gibi çalıştırılıyor. Özel kurum patronlarının ellerini ovuşturduğu kârların bir bölümü buradan kazanılıyor.

Eğitim emekçilerini güvencesizlik kıskacına alan bir başka husus, özel sektör öğretmenlerini de içeren, sayısı 4 buçuk milyona varan, onlarca farklı sektör ve mesleklerdeki çalışanların dahil olduğu toplama işkolu halindeki 10 No’lu işkoluna tabi tutulan çalışanların maruz bırakıldıkları şartlardır. 10 No’lu işkoluna tabi çok sayıdaki çalışanın varlığı sendikal örgütlenmenin önünü tıkayan bir durumu ortaya çıkarıyor. Yüzbinlerce çalışanın olduğu eğitim sektörünün, tıpkı sağlıkta olduğu gibi ayrı işkolunda olması gerekirken, bu kadar çalışanı 10 No’lu işkoluna sıkıştırmak şu anlama geliyor: İşkoluna bağlı olarak 45 bine yaklaşan sendikal barajı aşmak oldukça güç olduğu için özel sektör eğitim emekçileri Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapamasın, grev hakları olmasın, örgütlenemesin. Eğitimin ayrı işkolu haline gelmesini tıkayan etkenlere baktığımızda patronların yanında konumlanmış, işçi aidatlarıyla zenginleşmiş, kokuşmuş, çürümüş sarı sendikaları ve konfederasyonlarını görüyoruz. Geçen aylarda Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası’nın (Öğretmen Sendikası) çağrısıyla 10 No’lu işkolundaki tüm sendikalar bir araya gelerek eğitimin ayrı bir işkolu olması başlığı altında görüşmeler gerçekleştirdi. Siyasi ya da sendikal konumlanışı fark etmeksizin tüm sendikalar bu akılcı yaklaşımda ortaklaşırken, Türk-İş Konfederasyon’undaki Koop-İş mücadeleye taş koydu. Sebebini ve olay döngüsünü açıklayalım.

“10 No’lu işkolunda çalışan sayısının yüzde 7’si örgütlü. Bu 7’nin 6’sını ise kamu kurumlarını oluşturuyor. Bakanlıklar, TBMM, kalkınma ajansları, kooperatifler, ‘yakın’ sendikaların büroları vs. Özel sektörde çalışan yaklaşık 4 milyon kişiden 104 bin kişi sendikalı. İşkolunda kamuda çalışan 255 bin kişi bulunuyor. Bunların 176 bini sendika üyesi. Toplu iş sözleşmesi hakkı bulunan iki sendika da aynı konfederasyona üye. İki sendikanın da ağırlıklı olarak üyesi bulunan yerler kamu binaları ve üniversiteler.”

Koop-İş de bu sendikalardan birisi. Sendika, kendi düzeni bozulmasın diye, 10 No’lu işkolunda bulunan sendika görüşmelerinde eğitimin ayrı işkolu olması fikrine kati suretle karşı çıktı. Sarı konfederasyonun sendikası yine rengini belli etmiş oldu, emek mücadelesi tarihine yine sarı damgasını vurdu.

Özel sektör öğretmenlerinin yaşadığı bir başka, hatta başat sorunlardan birisine daha değinelim. Yani akbaba sürüsü patronların asıl kâr odağı olan ücret politikasına. Eğitimin ticari politikalara kurban gitmesi özellikle 2014’ten beri zirveye oynuyor. 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun 9. maddesinin 2. fıkrası, 2014’te yürürlüğe giren 6528 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle yürürlükten kaldırıldı. Şimdinin Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin o dönemde MEB müsteşarıydı. Tekin, uygulamanın kaldırılması için uğraşan, dönemin önemli aktörlerindendi. 2013-2018 arası Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarı olan Yusuf Tekin, rektör olabilsin diye üç yıllık profesörlük şartının kaldırıldığı meselesi gündeme gelmişti. Tekin’in atamasının ardından kanun yeniden eski haline döndürüldü.

Yusuf Tekin, 2013’teki MEB Müsteşarlığı döneminde 19. Milli Eğitim Şurası’nda eğitimin karma olmasını zorunlu kılan bir hüküm bulunmadığını söylemişti. Milli Eğitim Bakanı olarak koltuğuna oturduğu ilk zamanlarda bu “parlak” fikri yeniden ortaya attı. Bağlamdan uzaklaşmadan 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nun yürürlükten kaldırılan maddesine bakalım: “Okullarda yöneticilik ve eğitim öğretim hizmeti yapanlara, kıdemlerine göre dengi resmi okullarda ödenen aylık ile sosyal yardım kapsamındaki ek ödeme tutarlarından az ücret verilemez.” Yani özel sektörde ve kamuda çalışan öğretmenlerin ücret koşulları Taban Maaş Kanunu’nun kaldırılmasından önce aynıydı. 2014’te bu kanun kaldırılarak, özel sektör öğretmenleri MEB eliyle asgari ücretin altında ve özlük haklarından yoksun çalışma koşullarına maruz bırakıldı. Sebebi açık, özellikle bu yıldan itibaren özel öğretim kurumlarının sayısı hızla artarken, kurum patronlarının kârlarını düşüren bir uygulamaya fırsat vermek bizimkisi gibi bir sermaye devletinin yapacağı iş değildi.

Taban Maaş Kanunu’nun kaldırılmasıyla özel sektör öğretmenleri asgari ücretle, asgari ücretin altında, hatta açlık sınırının da altında çalıştırılmaya başladı. Yani eğitim emekçilerinin sefalet pimi devlet eliyle çekilmiş, bununla beraber onlarca hak gaspının, usulsüzlüğün, sömürünün kapısı ardına kadar açılmış oldu. Örneğin, patron öğretmenin banka hesabına sözleşmede yazan ücreti yatırıyor, sonrasında baskı ve işsizlik tehdidiyle asgari ücret üzerinde kalan tutarı öğretmenden geri alıyor. Ya da sigorta priminden kâr elde edebilmek için asgari ücretli çalışan olarak gösterdiği öğretmene, yasal sınır olan asgari ücreti banka hesabına yatırıp geri kalanı elden, zarf içinde veriyor. Kaldı ki, özel bir okulda çalışan öğretmenin ücreti asgari ücret üzerindeyse de birkaç bin üzerinde, öyle eskilerde olduğu gibi yüksek farkları kimse beklemesin. Bu sefil uygulamalara maruz bırakılan öğretmen sayısı on binleri buluyor.

İstanbul’da bir evin kirasının ortalama 20 bin TL olduğu, yüksek enflasyonun dört elle halkın boğazına yapıştığı bir dönemde emekçilere asgari ücreti, yani asgari yaşamı dayatmak en hafif tabiriyle kepazeliktir. Elbette bu sefalet ücretleriyle geçinemeyen eğitim emekçilerinin önemli bir bölümü ulaşım, inşaat, boyacılık, gıda gibi sektörlerde, ek işlerde çalışıyor. Özellikle son yıllarda ek işlerde çalışırken iş cinayetlerinde katledilen, geçim kaygısı stresinden kalp krizi geçirerek ölen ama ölüm sebebi “doğal ölüm” sayılan, aynı sebeplerle intihar eden eğitim emekçisi sayısı gün geçtikçe artıyor. Öğretmenlerin kaderi Milli Eğitim Bakanlığı’nın, yani devletin eliyle patronların insafına bırakılmış durumda. Bu sebeple hayatını kaybeden, katledilen tüm öğretmenlerimizin canlarının sorumlularını uzakta aramamak gerekir.

Eğitim emekçilerine böylesi sefalet ücretleri, özlük haklarından mahrum bırakan bir çalışma yaşamı, daha doğru tabiriyle kölelik dayatılırken, patronlar kesiminde durum bambaşka. Son birkaç yıldır sosyal mecralarda da sıklıkla gündeme gelen, her geçen dönemde daha da artan özel kurumların ütopik kayıt ücretleri, halkın ekonomik gerçekliğiyle arasında uçurum oluşturacak seviyelere çıkarıldı. Anne-babalar devlet okullarında niteliksizleşen, bilimin doğrultusundan oldukça uzaklaşan sözde eğitim sistemine evlatlarını maruz bırakmamak adına kredi çekerek, varsa mülkünü satarak, uzun yıllar çalışarak kenara koyduğu birikimle çocuklarına iyi bir gelecek vaat etmeye çalışıp özel okulların korkunç sömürüsüne razı gelmek zorunda. Yani patronlar yalnızca eğitim emekçilerini değil halkı da sömürüyor, belki de tüm maddi varlıklarını, hatta borçlarını dahi gasp ediyor. Özel okullarda patronlar eğitim ücretlerine yüzde 100-500 arasında zamlar yaparken, aynı kurum patronları öğretmenlere yüzde 20-30 bandında “sadakaları” layık gördü. Bu, elbette kabul edilemez bir riyakarlık. Salt buradan bakıldığında dahi devletin emekçiden, halktan yana değil patrondan, sermayeden yana olduğunu açıkça görebiliyoruz.

Eğitim emekçilerine dayatılan bu sömürü ve kölelik koşullarına, mobbing’lere, rezil eğitim politikasına karşı örgütlenen, örgütlendikçe güçlenen mücadeleci öğretmenlerin oluşturduğu bir sendikanın varlığı emek mücadelesi tarihinde, özellikle de yeni Türkiye siyasi konjonktüründe oldukça önemli bir yere sahip oluyor. İki buçuk sene önce özneleriyle birlikte mücadeleye başlayan Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası (Öğretmen Sendikası) bu bağlamda somut, fiili, bağımsız ve meşru mücadelesiyle öğretmenlere ve sınıf mücadelesine örnek oluyor. Bunun en güncel ve güçlü örneğini sendikanın üyeleriyle birlikte “Taban Maaş yeniden kanunlaştırılsın, Meclis yasayı onaylasın” diyerek 29 Ocak’ta Ankara’da Milli Egemenlik Parkı’nda gerçekleştirdiği kitlesel eylemde görebiliriz.

Farklı illerden gelerek Ankara’da tek bir talebin ısrarında kenetlenen özel sektör öğretmenleri, kendilerini muhatap almayan Yusuf Tekin ile görüşmek ve 2014’te ellerinden alınan taban maaş haklarını yeniden istemek için sendikaları öncülüğünde yaklaşık yedi saat, Ankara’nın dondurucu soğuğu altında kararlı bir mücadeleye girdiler. Basın açıklamasının ardından polis ve çevik kuvvet ekiplerinin “müdahale ve gözaltı” anonslarına aldırmadan, kol kola girerek taleplerinde ısrar eden öğretmenler, polislerin üstüne üstüne yürüyerek, üç saat polis ablukası altında kalarak nihayetinde Milli Eğitim Bakan’ı yardımcısı Kemal Şamlıoğlu ile görüşme kazanımını elde ettiler. Bu bir kazanımdır, çünkü yüz binlerce eğitim emekçisini bir gün bile muhatap almayan bakanlık, kararlı irade sonucunda adım atmak zorunda kaldı. Dondurucu soğuk altında ablukadayken sosyal mecralardan direnişi takip eden DGD-Sen Genel Başkanı Neslihan Acar’ın “Soğuğun direnişi kırmasına izin vermeyin, dayanın” mesajı, devrimci işçi önderlerini heyecanlandırması açısından hepimize güç vermişti. Sendikalı öğretmenler olarak sonuna kadar soğuğa, gözaltı ve müdahale tehdidine, yıldırma politikalarına dayandık. İrade, sendikamıza duyduğumuz güven ve birlik en büyük dayanağımız oldu. Bıkkınlıka, yorgunlukla vazgeçileceği düşüncesine bir adım yaklaşmayan, hep ileri giden özel sektör öğretmenleri mücadele tarihine direnişlerini altın harflerle yazdırdı. Şamlıoğlu ile görüşmeye giden sendika heyeti saat 19.00 civarı kitleye açıklamada bulundu.

Bakan Yusuf Tekin bir hafta sonraya (5 Şubat, Pazartesi) görüşme randevusu verdi. Sendikanın iki buçuk senedir ısrarlı talebi olan Taban Maaş Kanunu hakkında düzenlemeye gidileceği aktarıldı. Şamlıoğlu’nun heyete verdiği bilgilere göre, bakanlık Nisan ayında “kamu ve özel kurum öğretmenlerini statü olarak eşitleyecek bir düzenlemeye gidecek.” Sendika bu programın ayrıntılarını istedi ve bu istek kabul edildi. Sendika’nın özel sektör öğretmenlerinin sorunları için her türlü adıma dahil olma talebi olumlu karşılandı.

Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası heyetinin 5 Şubat’ta Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin ile gerçekleştirdiği Taban Maaş Kanunu başlıklı görüşmenin sonuçları ise şunlar oldu:

-Özel öğretim kurumları öğretmenlerinin başta ücret sorunu olmak üzere birçok talebi hakkında bakanlıkla görüşme yapılmıştır. Taleplerin, bakanlık tarafından izlendiği ve bu doğrultuda çalışmalar yapılacağı bildirilmiştir. Sendika heyeti özellikle ücret politikasına ve Öğretmenlik Meslek Kanunu’ndaki eksiklere vurgu yapmıştır. Yusuf Tekin, öğretmenleri özelde ve kamuda statü olarak eşitleyecek bir Meslek Kanunu’nda düzenlemelere gidileceğini, düzenlemenin Nisan ayında kanun teklifi olarak Meclis’e sunularak ilerletileceğini belirtmiştir.

-Bakan Tekin, taban ücret için üç alternatif çalışacaklarını, Maliye Bakanı ile istişarede olduklarını belirtmiştir. Taban ücret uygulamasının, Eylül-Ekim aylarında yürürlüğe gireceğini ve bunun Nisan-Mayıs tarihlerinde uygulamadan önce yapılan sözleşmeleri kapsayacağını ifade etmiştir.

-Söz konusu tüm düzenlemelerin yalnızca özel okul ve kolejlerde çalışan öğretmenleri değil, özel öğretim kurumlarda çalışan tüm öğretmenleri kapsayacağı bilgisi verilmiştir. Öğretmen Sendikası, MEB’in planladığı düzenlemelere katkı sunma talebinde bulunmuş, Bakan Tekin sürecin ayrıntılarını konuşmak ve görüşmek için ilgili Bakan Yardımcısı Kemal Şamlıoğlu’nu yönlendirmiştir.

*****

22 yıldır maruz kaldığımız iktidara güven meselesini hepimiz çoktan aştığımız için bu vaatlerin arkasında durup durmayacaklarını elbette yaşayarak göreceğiz. Öğretmenlerin ve sendikalarının bundan sonraki işi, uyulmayacaksa bile bu vaatlerin mücadelesidir. Gidilecek uzun bir yol, verilecek çok mücadele olduğu açıktır. Ancak şu an bu kazanımların, “kıymetli işler yapıyorsunuz ama biz de çok denedik bir sonuç alamadık” diyen eskilerin mücadeleci isimlerini şaşırttığını, bilhassa o gün eylem alanında mücadele veren tüm özel sektör öğretmenlerine umut ve gurur yaşattığını, öğretmenlerin yanı sıra işçi ve emekçi sınıflara da ilham olduğunu düşünüyorum. Öğretmenler mücadele dersi verdi, vermeye de devam edecek.

Küreselleşen neoliberal dünyaya ayak uydurmakta zorlanmayan pozisyondaki Türkiye’de, emekçi ve işçi sınıfının fiziksel ve psikolojik olarak yaşayabilmesi, insanca yaşayabileceği koşulları yaratan bir iş düzeni altında çalışabilmesi oldukça güç. Depremde, selde, salgında, yangında, kısaca her zaman her koşulda sermayeden yana saf tutan bir devletle nefes alınan her an karşı karşıya gelmek bile başlı başına yorucu bir süreçtir, savaştır. Bu savaşı kazanmanın tek bir yolu var, gücünü birliğinden alan, üyelerinin çıkarlarından başka bir niyeti olmayan, fiili ve meşru mücadeleyi güvenle perçinleyen sendikalarda örgütlenmek ve birlikte hareket etmek.

Sermaye istiyor ki işçiler, emekçiler örgütlenmesin, birleşmesin. Çünkü biliyorlar ki bu birleşmenin sonucu saltanatlarını yerle bir edecek. Biz istiyoruz ki örgütlenelim, birleşelim. Çünkü biliyoruz ki servetleri ve saltanatları da bizden çaldıklarıdır. Bizim olanı alana kadar mücadeleye devam edeceğiz. İşçilerin ve emekçilerin bundan başka kurtuluşu yoktur. Eylemi bitirirken duyulan sloganımızı yazıyı bitirirken de kullanmak istiyorum: Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz.

Kaynak: e-komite

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler