spot_img
spot_img
Ana SayfaÇeviriBugün sınıf ne demektir? - Gabriel Winant, Amelia Horgan

Bugün sınıf ne demektir? – Gabriel Winant, Amelia Horgan

1 Mayıs 2023 tarihinde Common Wealth’in web sitesinde yayımlanan ve Verso Books tarafından da paylaşılan bu söyleşide, Chicago Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Gabriel Winant “sınıf” kavramının, Marksist çekirdeğini koruyarak geçirdiği zorunlu ve gerekli tarihsel dönüşümü anlatıyor. Umut-Sen Çeviri Kolektifi olarak çevirdiğimiz söyleşiyi, sınıf hareketi için de toplumsal hareketler için de bilgilendirici ve dönüştürücü olmasını umarak paylaşıyoruz.

Amelia Horgan

Sınıf deyince ne anlamalıyız?

Gabriel Winant

Bu konu hakkında konuşmamıza çok sevindim çünkü sosyalist sol içerisinde ‘sınıf’ kavramına olan bağlılığımıza rağmen, her zaman aynı şeyi kastetmediğimizi düşünüyorum. Sınıfı anlamanın en iyi yolunun onu bir süreç olarak ele almak olduğu kanısındayım. Harry Braverman, işçi sınıfını tanımlarken bir şablon kullanma eğiliminde olsak da, aslında yakından baktığınızda her zaman kalıplaşmış bir şeyden çok akışkan bir şeye baktığınızı söyler. Bu, üretim güçleri ve ilişkilerindeki sürekli dönüşümdür. Toplumsal yeniden üretimin işçi sınıfı üzerindeki baskıları, işçi sınıfı yaşamının toplumsal gerçekliklerini sürekli yeniden kuruyor ve yeniden oluşturuyor. Bunu da ampirik dikkat ve aynı zamanda, bence bir dereceye kadar kavramsal esneklik gerektiren bir biçimde yapıyor. Yani, proletarya içinde olmanın ne anlama geldiğine dair sert, tartışmaya kapalı bir kavramsal çekirdek olsa da, bunun etrafında geniş bir olumsallık yelpazesi var.

İşsizliği ele alalım. İşsizlik ve eksik istihdamı küresel proleter deneyimin önemli bir parçası, emek piyasasına koşullu bağlanma biçimleri olarak açıklamak son birkaç on yıldır yapılan klasik bir müdahale. Daha önce benzer bir sav üzerine, işçi sınıfının sosyolojik olarak karşıtında kalan orta sınıf profesyonelleri ve onların sınıf ile olan bağlantılarını nasıl anladığımızla ilgili yazmıştım. Böylece, sınıf analizinin sert Marksist çekirdeği etrafında bu tür ampirik ve bir ölçüde kavramsal esnekliklere izin verdiğimizde, ırk ve sınıf ya da cinsiyet ve sınıf ilişkileri hakkında düşünmek için yeni araçlar da kazanıyoruz.

Toplumsal yeniden üretim teorisi ve ev işleri etrafındaki tartışmalar, benzer türden bir yeniliğin başka bir versiyonu olabilir. Sınıf analizi yaparken yaptığımız çalışmanın ana çekirdeğinin bozulması gerekmiyor. Fakat bu analiz yeni ampirik araştırma biçimleri, kavramsal düzenleme ve bu durumda en önemlisi de Marksistlerin feminizmden içgörüler edinmesini gerektiriyor. O zaman bu tür şeylerin tartışmalı hale gelmesinin nedeni, siyasi eylemlilik ve olası dayanışma alanları hakkında yeni sorular ortaya çıkarmasıdır ki bence bu tanımlama biçiminin yaratıcı yanı da bu. Bu da Marksistler ve işçi sınıfı iktidarıyla ilgilenen insanlar olarak bize, görünürde klasik sınıf ilişkilerinden kaynaklanmayan yeni toplumsal mücadelelere yanıt verme gücü veriyor. Böylece kendi ilkelerimizden vazgeçmeden ve diğerlerini bir çeşit yanılgı ya da yanlış bilinç olarak görüp kenara atmadan bu toplumsal mücadeleleri anlayabilir, onlara cevap verebilir ve onlarla bağlantı kurabiliriz.

Amelia Horgan

‘Eğer doğru kavramları doğru sırasıyla kullanırsak her şey yerine oturur’ düşüncesindense kavramsal genişliğin gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum.

Gabriel Winant

Bana öyle geliyor ki, Marksizm’e sadık kalarak ve Marksizm’i okuyarak bunun olabileceğini düşünmek oldukça zor; nasıl olur da istikrarlı ve düzenli bir sınıf kavramı hayal edebiliriz ki? Üretim güçlerinin ve ilişkilerinin dönüşümünün tüm dinamiği ve yedek sanayi ordusunun oluşumu, bunu sosyolojik ve ampirik olarak (bir anlamda sadece Marx’ın yaptığı gibi) gerçekten ete kemiğe büründürmeye başladığınızda, bu tür bir genişliği gerektiriyor gibi görünüyor.

Amelia Horgan

Peki ırk ve cinsiyetin sınıfla ilişkisi nedir?

Gabriel Winant

Bu konuda farklı düşünme şekilleri var. Bunlar benim ilgilendiğim ve içinde bulunduğum tartışmalar, özellikle de cinsiyet konusu. Ancak burada da bu soruların analizinin mücadeleden öğrenilmesinin ve mücadeleler geliştikçe onlar tarafından dönüştürülmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şu an, kapitalizmin ve toplumsal mücadelelerin evrimindeki belirli bir tarihsel andan konuşuyorum. Herhalde on yıl sonra tekrar karşılaştığımızda bana bu soruyu tekrar sorarsanız, farklı bir şey söylerim.

Ancak 2023’ten baktığımızda bana öyle geliyor ki, ırk ve cinsiyetin merkeziyetini sınıf oluşumuna ve şekillenmesine dahil etmenin yolu, onları maddi olgular olarak görmek. Bu, bir ilk adım olarak kritik. Her ne kadar önemli ideolojik anlamları olsa ve çoğu zaman onları anladığımız ve onlara karşı çıktığımız düzeyi oluştursalar da bunlar salt ikincil olgular değil. Hem cinsiyet hem de ırk, maddi temelin görüngüleridir. Eğer bir temel-üstyapı metaforu kullanmak isterseniz, bunlar, üretim güçlerinin ve hatta özellikle bir üretim gücünün -emek gücünün- örgütlenme biçimleridir. Bunlar üretim maliyetini belirledikleri biçimlerde ve düzeylerde, yine tamamen şarta bağlı ve tartışmalı olarak, bu güçleri kullanıma sunar. Bunlar bir yandan emek gücünün maliyeti ve mevcudiyetine ilişkin bu türden maddi olguları meydana getirir, diğer yandan da sermaye birikiminin diğer boyutları arasındaki ilişkilere göre istihdam ya da işsizliğin biriktiği ya da birikmediği alanları oluştururlar.

Cinsiyet hakkında daha spesifik bir şey söyleyeyim. Bana öyle geliyor ki (bu görüşümü de arkadaşım ve yoldaşım Alyssa Battistoni’nin çalışmasına çok ama çok borçluyum ki 70ler ve 80lerde de bu tarz tartışmaların ve analizlerin çoğu bu eksendedir) hakkında yazdığım hizmet ekonomisindeki diğer ücretli ve cinsiyete dayalı emek türleriyle ev işlerinin ortak noktası şu: Buralarda kişiler arası ve nispeten somutlaşmış emek sürecine özellikle sabit sermayenin aracılık etmediğini görüyoruz.

Bunun, Alyssa’nın çok iyi gösterdiği gibi, bedenin kendisinin, insanın, canlı emeğin sermayenin tam boyunduruğuna girmeye direnç gösterme şekilleriyle ilgisi var. Onun ritimleri, toplumsal ve tarihsel bağlamlar tarafından önemli şekillerde değiştirilebilse de sermayenin değer ilişkisine, zamansallığına ve ritimlerine bütünüyle, hatta asla indirgenemez.

Bu nedenle, tamamlamak gereken birkaç teorik adımla birlikte, ev işi de dahil olmak üzere genel olarak hizmet işi (ev işini, hizmet işinin ücretsiz bir alt kümesi olarak görebiliriz) üretkenlik artışlarına dirençlidir, bu nedenle tipik olarak kapitalist üretim tarzının sınırlarına itilir: ya evde olduğu gibi hiç metalaştırılmamış ya da devlet sübvansiyonu yoluyla sadece kısmen para ekonomisine dahil edilmiştir. Bu, pek çok hizmet sağlama biçimi veya çok düşük marjlı, genellikle insanın kendi kendini sömürdüğü işlerde, örneğin bir temizlikçi olarak çalışan biri için geçerlidir. Yemek hizmet sektörü de bazı yönlerden benzerdir. Bu durumlarda bir maddilik vardır ve somut emek süreçlerinin birikim fırsatlarıyla ilişkisi söz konusudur. Genel olarak bu analizin versiyonları, proletaryanın sınıf, cinsiyet, ırk ve diğer kategorilere göre farklılaşmasının temelini oluşturur. Bu analizin bir versiyonunu belirli bir şekilde ırk için tekrarlayabiliriz. O zaman soru, Stuart Hall’un “eklemleme” dediği şeyin bir örneği haline gelir. Althusser’den ve bir dereceye kadar dünya sistemleri teorisinden hareketle, küresel kapitalist dünya sisteminde farklı konumlanmış birikim alanlarının birbiriyle bağlantılıdır ve bu farklılaşmanın kendisi de küresel kapitalizmin kurucu unsurudur.

Amelia Horgan

ABD’deki sınıf kompozisyona dair güncel tartışmalar hakkında bir şey söyleyebilir misiniz? Tartışmayı, insanların internette, Twitter’da veya başka bir yerde söyledikleriyle ilgili olarak, yani bunlardan neyin en yararlı veya alakalı olduğunu düşündüğünüze göre ele alabilirsiniz.

Gabriel Winant

Tartışmanın karşı tarafının en üretken versiyonlarını yeniden oluşturmaya çalışayım – bence burada yararlı bir şeyler var. Twitter ve Twitter’a benzer yazış tarzı bence pek yardımcı olmuyor. Ama orada gerçekten ilgilendiğim ve geçerliliği olduğunu düşündüğüm bir eleştiri olduğunu da düşünüyorum.

Bana öyle geliyor ki bu soru iki yönlü. Bir yanda, istihdamın gidişatından, işçi sınıfının bileşiminden nasıl bir anlam çıkarabileceğimiz sorusu var. Bu, şu ya da bu toplum hakkında kendimize sormamız gereken küresel bir soru. Diğer yandan bu bahsettiğimiz tartışma, küresel kuzey ve sanayileşmiş hizmet ekonomileri hakkındaydı. O yüzden şimdilik cevabımı bununla sınırlayacağım. Küresel kuzeydeki işçi sınıfının bileşimini nasıl anlamalıyız? Yörüngesi nedir? Hangi siyasi imkanları etkinleştirir veya devre dışı bırakır?

Sonra, sanırım aynı tartışmada sorulan sosyalizmde işbölümüyle ilgili ikinci bir soru daha vardı. Bu neye benzeyebilir? Bunun nasıl görünmesini isteyebiliriz? Bu benim açımdan ilginç olmayan bir soru değil, ama bir yandan da bana biraz boş bir egzersiz gibi geliyor. Tabii bu, bunu tartışmamız gerektiğini düşünmediğim anlamına gelmez. Ama benim bakış açıma göre, yani kendi çalışmalarımın tüm temeli, kapitalist emek piyasasından çıktıkları şekliyle işçi sınıfının dayanışma ve güçlenme olanaklarını her an inşa etmeye, sonra kazmaya ve yeniden inşa etmeye çalışmaktır.

Elbette birden fazla Marksizm vardır, bunun doğru Marksizm olduğunu iddia etmeyeceğim. Ama bu, Marksizmin her zaman benimsediğim ruhudur. Diyalektik bir yöntem olmasının nedeni de budur – gelişen sömürü ilişkilerine, gelişen işbölümüne bakmamıza ve bu sömürü ilişkileri içinde, bu işbölümü içinde, sermaye aracılığıyla dolayımlansa da yine de işçi sınıfı dayanışması, gücü ve toplumsal dönüşüm olasılığı yaratabilecek karşılıklı bağımlılık biçimlerini tanımlamamıza olanak verir.

Benim kendi çalışmam, bu analizin bir kısmını -geçen asır endüstriyel ekonomiler için yaptığımıza çok benzer olarak- sanayisizleşmiş hizmet ekonomileri için yeniden keşfetmeye çalışıyor. Kapitalizmin gelişimindeki herhangi bir noktadan itibaren toplumsal dönüşümün hemen gerçekleşme olasılığı olmadığını, ancak maddi temellerin her zaman mücadeleye yol açabilecek şekilde geliştiğini göstermeye çalışıyorum. Bu mücadeleler üretken olabilir ve sizi bir yerlere götürebilir. Ve bu, sanayi sonrası hizmet ekonomisinin olduğu kadar, farklı olsa da, sanayi ekonomisinin de karakteristik özelliğidir. Bu sadece ikisi arasında bir tür tekrarlayan kimlik değildir. Bu nedenle, sanayi sonrası hizmet ekonomisinin sonuç olarak nasıl eşdeğer imkanlar içerdiğini anlamak üzere yapılması gereken işler var. Çünkü bunlar eşdeğer imkanlardır, fakat 1900’de karşımıza çıkan imkanlarla aynı değildir.

Şimdi, bu argümanın diğer tarafı, 1) sanayi işçilerinin sahip olduğu ve hizmet işçilerinin sahip olmadığı farklı ekonomik güç biçimleri olduğunu söylemektir ki bence bu şu an itibariyle doğru. 2) endüstriyel üretimin hâlâ devam eden farklı ihtiyaçları var ki bu da bana mantıklı geliyor. İklim dostu ekonomiye geçiş sorularını, altyapımızı ve inşa edilmiş çevremizi elden geçirmeyi düşünürseniz, bu mantıksız bir fikir değil. Ancak 3) endüstriyel üretimin ya da mavi yakalı beden emeğinin belirgin bir şekilde insani, ödüllendirici boyutları olduğunu tamamen reddediyorum. Bu, bu işlerin burada saydığım niteliklere sahip olamayacağı anlamına gelmiyor, aslında çoğu zaman sahip olmadığını da söylemiyorum, ancak bunları diğer emek biçimlerinden farklı bir şekilde özünde barındırmıyor. Bana öyle geliyor ki, endüstriyel çalışma argümanının bu üç boyutunun birbirine karışmasına izin vermemeliyiz.

Hevesli olduğum ve desteklediğim Yeni Yeşil Mutabakat tipi programlar ve bunların ne tür bir emek içerdiğine dair sorulan önemli sorular var. Bu da işçi sınıfının gücü hakkında önemli, stratejik sorular sormak anlamına geliyor ve ben bu tür tartışmalara sonuna kadar varım. Ancak sonuç olarak belirli emek süreçlerini ne endüstriyel ürünlerin maddi gerekliliklerinden ne de endüstriyel istihdamın stratejik olanaklarından kaynaklanan bir fetişist ilişki olarak görüyorum. Çelik endüstrisi hakkındaki kitabımda göstermeye çalıştığım şey, bunların pek çok açıdan gayet iyi işler olmasına rağmen, insanları oldukça mutsuz ettiğiydi.

Sanırım daha az kibar bir ifadeyle, az önce belirttiğim üç noktanın bir araya getirilmesinin -stratejik ve maddi soruların hümanist bir soruya indirgenmesinin- bir tür nostaljiye işaret ettiğini söyleyebilirim. Ve bu nostalji genel olarak Marksizm ile tamamen çelişiyor gibi görünüyor. Bu, insanların daha önce bahsettiğim türden kavramsal ve ampirik değişikliklere neden bu kadar direnç gösterdiğine dair açıklamalara başvurmak istememe neden oluyor. Bana öyle geliyor ki burada garip bir karşı koyuş var.

Amelia Horgan: Çalışmanız, eylem alanından ayrı olmayan toplumsal yeniden üretim ve üretimin birbirine bağlılığını gösteriyor. Bu dolaşıklığın bilgisinden kavramsal ve pratik olarak ne çıkarılmalı? Bununla ne yapılabilir?

Gabriel Winant: Çok iyi ve aynı zamanda zorlayıcı bir soru. Burada iki taraflı bir mesele var gibi geliyor bana. Bir tarafta, toplumsal yeniden üretim teorisyenlerinin dediği gibi, toplumsal yeniden üretim bölgeleri arasındaki ilişki sorunu. Klasik olarak aile, ama aynı zamanda okullar, hastaneler, çocuk bakıcılığına yönelik kurum ve kuruluşlar, huzur evleri vb. sermayenin işgal ettiği alanlar olarak mücadele alanları haline geliyor. Bu mücadeleler emek mücadeleleri biçimini alabilir, hatta çoğu zaman da alıyor.

Örneğin, daha küçük sınıflar ve öğrencilere daha fazla yardımcı olmak için greve giden öğretmenleri düşünün. Bu durumun önemli bir dinamik olduğu Chicago’da yaşıyorum. Dahası, aslında şu anda oldukça riskli belediye başkanlığı seçimlerinin tam ortasındayız ve solun adayı, neoliberal Rahm Emanuel yönetiminin kapatmaya çalıştığı bir okulu açık tutmak adına açlık grevlerine katılmış, daha sonrasında öğretmenler sendikası yoluyla politikaya atılmış ve oradan da ilçe merkezine seçilmiş bir öğretmen. Şu an belediye başkanlığına adaylığını koymuş durumda. Sağ kanadın adayı ise, polis sendikasının adayı. Bu, bakım ekonomisi ve hapseden devlet [carceral state] arasında doğrudan bir karşılaşma veya bu yönde bir gidişat gibi görünmekte.

Toplumsal yeniden üretim teorisinin, toplumsal yeniden üretim ve sermaye arasındaki arayüzün çatışma üretme biçimleri hakkında söyleyecek çok değerli ve önemli şeyleri olduğu kanısındayım.

Bununla birlikte, bu yaklaşımla kendimizi tehlikeye attığımızı da düşünüyorum. Bu yaklaşımdan pek çok şey öğrendik. Ona çok şey borçluyum ve kendimi bazı açılardan o geleneğin parçası olarak görüyorum. Ancak bence toplumsal yeniden üretim alanlarını, sermayenin mantığının uğramadığı, kendi etik mantığı -bakım etiği, demokratik devlet politikası vb.- tarafından düzenlenen, kuşatılmış ama ayrı ve korunaklı bir alan olarak ele alma riskiyle karşı karşıyayız. Hizmet işleri ile ev işlerinin ortak yönleri ve bunların düşük verimlilikle, performans sınırlarıyla ve benzeri olgularla olan ilişkisi hakkında daha önce yaptığım tartışmada da bu noktaya değinmiştim. Çünkü, bana öyle geliyor ki toplumsal yeniden üretim kurumları analitik olarak çevrelerindeki kapitalist toplumsal ilişkilerden önce var olmazlar. Kapitalizmin gelişimi içinde, çevresiyle ve aracılığıyla bu kısa analizin önerdiğinden çok daha güçlü bir şekilde onlara nüfuz eden yollarla üretilirler. Bu, okullardaki küçük sınıflar için öğretmenlerin verdiği mücadelelerin üretken ve önemli olmadığını söylemek değildir, aksine daha geniş ölçekte üretici ve yeniden üretici emeğin bölüşümüne karşı çıkmayı hayal etmenin eş zamanlı bir biçimde önemli olduğunu söylemektir.

Özellikle belediye seçimleri -ya da benzer süreçler- bağlamında, böyle bir yaklaşımı politik programa dönüştürmek kolay değil. Ayrıca, buradaki soru salt “bu çalışmanın niteliği nedir?” ya da “bu hizmetin niteliği nedir”den ibaret değil. Bunlar oldukça önemli ancak şöyle bir soru da var: bu hizmetler yaşamımızda nasıl bir rol oynamakta ve bu iş için kim görevlendiriliyor? Bu sorular bizi, korunaklı etik alanların ötesine ve farklı bir şekilde iş bölümüne ilişkin daha geniş bir dizi soruya götürür.

Bunu soyut bir şekilde söylüyorum ancak daha somut olması adına Medicaid’i ele alalım. Medicaid, yoksullar için federal ölçekte ve eyaletler düzeyinde uygulanan bir sağlık sigortası programı. Belirli bir gelir seviyesine sahipseniz -bunun miktarı eyalete göre bir nebze değişiklik göstermekte- Medicaid için hak kazanabilirsiniz ve böylece sağlık sigortası elde edersiniz. Medicaid, uzun süreli bakım için kesin olmayan tek kamu hakkı. Uzun vadede bakıma ihtiyacınız varsa, ya evinizde veya özel bir klinikte cebinizden ödersiniz, ya da satın alabileceğiniz bazı özel sigorta programlarından faydalanabilirsiniz ki bu, temelde bir tür dolandırıcılıktır. Veyahut da Medicaid’i hak etmek için zaten yeterince fakirsinizdir.

Huzurevi sektöründe bu durum, erişebileceğiniz ev ve bakım türünü belirler, ki bu genellikle oldukça kötüdür. Bu yüzden insanlar oldukça anlaşılır bir şekilde genellikle evde bakımı tercih ederler. Medicaid, engelli bir kişinin evinde akrabası tarafından bakılması için ödeme yapacak ve esasen bu akrabaya ücret ödeyecektir. Bu ülkede böyle bir işleyişin olması muazzam ve bence oldukça ilginç de bir şey. Bir yandan, cinsiyete dayalı sömürüye yol açacak şekilde önceden var olan aile ilişkilerine dayanıyor. Diğer yandan ise devletin, toplumsal yeniden üretim süreçlerini, bireyleri birbirlerinin ihtiyaçlarına daha derinden dahil edecek şekilde organize etmede rol alabileceği fikri olumsuz bir fikir değil, uygulamada bunu esasen kız çocuklarının yapması gerektiği yaygın düşüncesine rağmen.

Tüm bunları, çalışma koşulları ve hizmetlerin kalitesi üzerine yeniden üretim alanında verilen bu mücadelelerin -kapitalist toplumsal formasyonların yakın ufku içerisinde okul ve bakım hizmetlerinin nasıl sağlanacağına dair mümkün olacak reform türlerinin ekonomik sınırları nedeniyle- işbölümüne dair daha geniş bir tartışmaya işaret edebileceğini umduğumu ifade etmek için söylüyorum. Günlük yaşamın akışı içinde birbirimizin bakımını daha fazla üstlenmemiz gerektiği ve aslında devletin çalışma saatlerini azaltarak, çeşitli bakım işlerini sübvanse ederek bunu mümkün kılmak ve desteklemek için bir şeyler yapabileceği fikri…

Bir yanda kurumsal bakımevi ile diğer yanda evde bakım arasında hayal edilebilecek türlü çeşit ara bakım ve yeniden üretim düzeyi var. Bence bu hem devlet yatırımlarının hem de toplumsal mücadelenin üretken bir alanı olacak. Bu fikri ciddi bir şekilde düşündüğünüzde, sizi hemen cinsiyet politikalarının derinliklerine götürür. Çünkü iş bölümünün önemli bir ölçekte yeniden düzenlenmesi, erkeklerin ve kadınların ne yaptıklarının ve kim olduklarının yeniden değerlendirilmesini gerektirecektir.

Biraz spekülatif bir yaklaşım olacak ama bana öyle geliyor ki, hepimizin etrafımızda görebildiği normatif cinsiyetin süregelen ayrışması, bazı açılardan, kapitalist üretim tarzının kendisini artık katı cinsiyetçi bir işbölümü yoluyla o kadar da etkili bir şekilde yeniden üretememesinin doğrudan bir sonucu, hatta neredeyse bunun bir tür mekanik gelişimi. Bugün hem mümkün hem de gerekli hale gelmiş olan daha geniş bir cinsiyet çeşitliliği var, ancak bu son derece politik ve tartışmalı bir konu. Bu argüman, insanların nasıl cinsiyetlendirildiği sorusunu ve cinsiyetin kendisini işbölümü sorusuyla ilişkilendiriyor. Çünkü bana öyle geliyor ki, toplumsal yeniden üretim teorisi argümanının dar versiyonu, toplumda sahip olduğumuz ve birbirimize karşı mahrem sorumlulukları nasıl üstlendiğimize göre belirlenen bu rollere ilişkin daha geniş bir alana açılmıyor. Ayrıca bu sorumlulukların artmayacağı sosyalist bir toplumu düşünmek ya da daha minimal düzeyde insancıl olan bir toplumu nasıl geliştirebileceğimizi tahayyül etmek de benim için zor.

Amelia Horgan: Katılıyorum, mesele sadece bir tür karşılıklı bağımlılığın varlığına dikkat çekmek değil, aynı zamanda bu karşılıklı bağımlılığın dinamikleri üzerine düşünmek de. İşçilerin emek süreci üzerindeki kontrolü için verilen mücadelelerin tarihinden bahsedebilir misiniz?

Gabriel Winant: Öğrencilerime her zaman ikinci sanayi devriminin ilk dönemlerinde ve 19. yüzyılın sonlarında, bu ülkedeki vasıflı sanayi işçilerinin üretim sürecine neredeyse en ince ayrıntısına kadar hakim olduklarını söylerim. Genel kanı, mal sahibinin sermayeyi,  iş ekipmanını, üretim mekanını ve işçinin kendisine ihtiyaç duyduğunu söylediği her türlü malzemeyi sağladığı ve bunun dışında sürece pek dahil olmadığı yönündeydi. Bu, birçok metal işleme, gemi yapımı ve farklı mühendislik sektörleri için geçerliydi. IWW (Dünya Sanayi İşçileri Sendikası) lideri Big Bill Haywood’un meşhur sözünde belirttiği gibi, “yöneticinin beyni işçinin şapkasının altındadır.”

Eğer endüstriyel çalışmanın daha önce eleştirdiğim gibi insani niteliğe sahip olduğu bir anı tespit etmek istiyorsanız, gitmek isteyeceğiniz yer sanırım burasıdır. Çünkü orada demokratik denetimin gerçek unsurları vardı. Fakat bunun hiyerarşik bir boyutu da vardı – zanaat işçileri tipik olarak sendikalıydı, vasıfsız yardımcılar ise değildi. Bu ayrımın kendisi de bu ülkede etkili olan ırksal ve etnik katmanlara sahipti. Ancak yine de, öğrencilerime her zaman söylediğim gibi, eskiden birçok dükkanda, bir yönetici dükkana girdiğinde, tüm işçiler iş aletlerini elinden bırakır ve çalışmayı durdururdu, yönetici size bakarken çalışmazdınız.

Genel olarak, ne kadar farklı maddi ortamlar, türlü çeşit engeller, belli becerilere bağlı teknik kısıtlar vs. olsa da, buna gerçekten olanak tanıyan, insanın hayranlık duyması ve takdir etmesi gereken türden bir etik bu her şeyden önce. Tüm kısıtlara rağmen, her işte böyle anlar vardır.

Fakat bu, tüm işçilerin bunu aynı şekilde yapabileceği anlamına kesinlikle gelmez. Ancak soyut ve somut emek ya da emek ve emek gücü arasındaki ayrım nedeniyle her işte böyle anlara rastlanır. Aslında bir işverenin, bir işçinin işteki somutlaşmış rutininin her anını dikte edip denetlemesi mümkün değil. Bu en çok gözetlenen, en çok kukla haline getirilen işçilik biçimleri söz konusu olduğunda bile geçerli. Teknolojik olarak gözetlenen ve işlerinin çok ince bir ölçeğe kadar koreografisi yapılan Amazon depo işçilerini düşünürseniz, onların bile bunu aşmaya uğraşmak için milyonlarca küçük hilesi vardır. Demokratik denemeyecek türlü küçük yöntemle, yaptıkları işle ilgili kendi kararlarını vermeye çalışarak bu duruma direnmeye çalışırlar. Demek istediğim şu: Nazi rejimi altında yaşamış insanların küçük muhalefet anlarına sahip olması, Nazi Almanyası’nı bir demokrasi yapmaz. Aynı şey otoriter bir işyeri için de geçerlidir. Tüm bunlar, kapitalist istihdam dahilinde, gündelik hayatın gözeneklerine yayılan, çok küçük ölçekte demokratik pratikler yaratan temel bir çelişki olduğunu söylemek içindir.

Bana öyle geliyor ki, sadece yönetim, politika veya hukuk hakkında değil, hatta toplu ücret pazarlığı hakkında bile değil, daha temel düzeyde, işçiler arasında dayanışmanın nasıl besleneceği ve geliştirileceği hakkında düşünmekle kazanılacak çok şey var. İşyeri örgütlenmesinde çalışırken işçiler, işleri ve birbirleriyle olan ilişkileri hakkında öğrenmeye çalıştığım şey hep bu olmuştur. Küçük bir özerklik alanı, ufak bir direniş pratiği tanımladıkları o küçük anlar nelerdir? Bunlar hakkında birbirleriyle konuşuyorlar mı? Bunları paylaşıyorlar mı? Çoğu zaman bunu yaptıklarını görürsünüz. Mesela işçilerin arasında geçen “Depoda çalışırken patronun fark etmeyeceği şekilde müzik dinlemenin bir yolunu buldum. Kulaklıklarımın üzerine bir şapka takıyorum.” gibi konuşmalardır bunlar.

Benim üzerinde çalıştığım bakım ekonomisinde ise bunun tersine işleyen, çalışanların hastalarla yeterince ilgilenildiğinden emin olmak için kuralları çiğnemek zorunda kaldıkları tuhaf durumlar oluyor. Çünkü yönetim bir nevi demokratik denebilecek uygulamaları çalışanların kendi inisiyatiflerinde hayata geçirmelerini bekliyor ve onlara güveniyor. Yine de bu uygulamalar, çalışanların birbirleriyle dayanışmacı bir bağ kurmasının, yaptıkları işin değerini farklı ve daha derin bir şekilde anladıklarına dair bir inancın tohumunu atma niteliğine sahip. Bu her iş için geçerli değil -pek çok depo çalışanının size bunu söyleyeceğini sanmıyorum. Ama kesinlikle bir huzurevi çalışanı size bunu söyleyecektir. O, savunmasız bir insana bakmanın ne anlama geldiğini, bu küçük kaçamaklar ve fazladan yaratılan anlar sayesinde huzurevinin sahibi ve yöneticisi olan insanlardan başka bir şekilde anlar.

Tekrar etmek gerekirse, eğer çalışmanın insan deneyiminin yaratıcı bir alanı olduğu ve o şekilde insanın kendi kendini de yarattığı fikrini ciddiye almak istiyorsak, ki bence almalıyız, hem mücadele ve örgütlenme düzeyinde hem de program düzeyinde bu pratikler için alanı nasıl genişletebileceğimizi hayal etmeye çalışmalıyız. Çalışma saatlerinin kesinlikle üzerine düşülmesi gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum. Bu mikro mücadeleler genellikle bir şekilde çalışma temposu üzerinden ya da onunla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Hatta öyle ki, ılımlı örgütler, sendikalar vb. dahi işçilerin bu tür ufak çözümleri ve püf noktalarını birbirleriyle paylaşma pratiğini kurumsallaştırabilir. Bunun, bir yandan işçilerin işteki kapasitelerine, diğer yandan emek ve emek gücü ya da somut ve soyut emek arasındaki çelişkiden kaynaklanan demokratik güçlere sahip olma biçimlerine, bir diğer yandan da birbirleriyle olan bağlantılarına dair algılarını genişletmede oldukça faydalı olduğunu gördüm. Bu, çalışmanın demokratikleştirilmesi için düzgün bir programatik cevap değil, ancak bana öyle geliyor ki her işyerinde şu ya da bu şekilde bu tarz eylemleri gerçekleştirmek için gerekli malzemeler mevcut.

Amelia Horgan: Başlanması gereken yer de bu aslında. Mesela bunun tersi olduğunda, yani bu normlar ihlal edildiğinde, diyelim ki işe yeni biri katıldığında ve çok hızlı çalışmaya başladığında şöyle komik bir tepkiye şahit olabiliriz. Herkesin ona “Ne yapıyorsun? Sakin ol, yavaşla!” demesi gerekir. Bu da ilginç bir an olur.

Gabriel Winant: Her zaman insanların çok hızlı gittiğinizde kullandıkları “hızı yükseltme” tabirini geri kazanmalarını sağlamaya çalışıyorum. Yüksek lisanstayken, doktorasını çok hızlı bitiren insanlara “Ne yapıyorsun? Fiyat kırmasana! Biz burada bu programı yedi yılda bitiririz!”[i] derdim.

Amelia Horgan: Son olarak, insanların yeterince okumadığını ve daha fazla okuması gerektiğini düşündüğünüz bir kitap veya başka tür bir metin var mı?

Gabriel Winant: Sanırım insanlar Harry Braverman’in Emek ve Tekelci Kapitalizm kitabını hâlâ okuyor, ama yine de yeterince okuduklarını sanmıyorum. 70’li yıllardan kalma bir kitap. Genel olarak bir kenara terk edilmiş eski bir klasik. Fakat bence burada konuştuğumuz bütün meseleler hakkında düşünmek için ihtiyacınız olan hemen her şeyi bu kitapta bulabilirsiniz. Tabii ki eğer bu kitapla birlikte üretken ve geniş bir biçimde düşünmeye istekliyseniz.

Çevirenler: Tuana Bıldırcın & Bartu Şanlı

Düzenleyen: Emre Yeksan

Orijinal metin: What is class today?


[i] Üniversitenin mal varlığına göre değişen miktarlarda olsa da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki çoğu üniversite doktora esnasında öğrencilere cüzi bir burs ve asistan olarak ders vermeleri karşılığında maaş verir. Dolayısıyla doktora öğrencisinin doktorayı uzatması, üniversitenin onun öğrenimine ayırdığı bütçeyi artırır. Son beş ila on yılda neoliberal esnekleşmenin eğitim sektöründe iyice kemikleşmesi sonucu, en zengin özel üniversiteler dahi doktora sürelerini kısaltmak üzere burs kesintileri yapıyor.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler