spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelHayat mı bu yaşadığımız?

Hayat mı bu yaşadığımız?

Umut-Sen Kent Çalışmaları Grubu

Türkiye son yıllarda gittikçe derinleşen bir kira krizi yaşıyor. Maaşla geçinen insanların barınması neredeyse imkansız hale geldi. Enflasyon ise kira dışında kalan diğer temel ihtiyaçları da ulaşılamaz hale getiriyor. Neredeyse tüm şehirlerde ortalama kira fiyatları, asgari ücretin üzerinde bir seviyeye ulaştı. Ayrıca ülkenin çoğu bölgesinde resmi asgari ücretin altında maaş uygulamaları fiili olarak sürdürülüyor.

Konutun finansallaşmasının tarihi, özel mülkiyetin kurumsallaşması ve toprağın alınıp satılabilir bir piyasa metasına dönüşmesine dayanıyor. Yaklaşık iki yüz yıldır işçi sınıfı iş bulmak için kentlere mecburen göç etme ve kentlerde yaşama tutunabilme cenderesi altında yaşıyor. Bu koşullarda bir maaştan bir hayat çıkmıyor.

Kiraların düşmesini talep ederken barınma gibi temel bir ihtiyacın satılık olmaması gerektiğini unutmuyoruz. Ancak geldiğimiz noktada bu düzen içinde hayatta kalma koşulları dahi sınırlarına ulaşıyor. Hükümetin artan kira fiyatlarına karşı kiracıların tepkisini kontrol etmek için çıkardığı yüzde 25 kira artışı sınırı uygulanmıyor. İşsizlik ve evsizlik korkusuyla geçen hayatı kabul etmiyoruz.

Bir yandan ülkenin ezici bir çoğunluğu asgari ücrete mahkum yaşıyor, bir yandan da emekliler açlık sınırında ücretlerle hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Maaşıyla ev bulamayan ile emekli maaşıyla ömür boyu borç ödeyip aldığı evin kirasını katıp hayatta kalmaya çalışan birbirine düşüyor. Elbette kira patronlarının bu süreçte yaşadığı sınırsız zenginleşmeyi es geçmiyoruz.

Barınmanın bir yatırım aracı olması emlak spekülatörlerinin, inşaat şirketlerinin, devletin işine geliyor. Bizim ömrümüz de TOKİ kuralarından medet umarak, banka faizleri kovalayarak, eşten dosttan toplayıp peşinat yapma hesaplarıyla geçiyor. Bu açıdan konutun kâr aracı olması sorununu asgari ücret ya da emekli maaşları sorunlarından bağımsız görmüyoruz. Bunların hepsi bize hayatta kalmak için ölene kadar emeğimizi satmayı dayatan bir kabusun başka yüzleri, biliyoruz.

Çalışmaya yeni başlayanların ev alma ihtimali yok. Her ay maaşının üçte birini biriktiren bir asgari ücretli İstanbul’da 100 metrekarelik bir konut satın almak istese, 84 yıl beklemek zorunda. Bu tabloda, geçimini emeğiyle sağlayanlar için artık konut sahibi olmak imkansız. Bırakın ev almayı, maaşlarla kiralık bir ev tutmak, kendine bir hayat kurmak dahi çok zor, çoğu zaman mümkün değil.

Tüm bunlardan anladığımız üzere, kapitalizmin kentleri ele geçirdiği ve savaş alanına çevirdiği günden bu yana başını sokacak bir çatı bulmak işçi sınıfı için kahredici bir mücadele alanıdır, artık bu savaş en sert dönemeçlerinden birinden geçmektedir. Bunun temel sebebi de konut politikalarının bütünüyle piyasa güçlerine terk edilmiş olmasıdır. Bize ait olan her şeye, hayatın tamamına dair talebimizden bir saniye vazgeçmeden, bir adım dahi geri atmadan, içinde bulunduğumuz koşullarda nefes alabilmek için kira sorununu daha yüksek sesle konuşmamız gerektiğine inanıyoruz.

Bunun yanında, bütün ülke bir deprem hattında ve 6 Şubat’ta 10 şehrin yıkılmasının ardından huzurlu bir uyku dahi uyuyamıyoruz. Binaların eski olması, denetimsizlikler, yolsuzluklar ve imar aflarıyla normalleşmesi ve hatta yasallaştırılması bu sorunu şiddetlendiriyor. Depreme dayanıklı bir barınma vaadiyle pazarlanan 6306 sayılı Kentsel Dönüşüm yasasının bugüne kadar gördüğümüz tüm uygulamaları yine bizi yerimizden edip yeni imar ve rant alanları açıyor.

Bir taraftan küçük bir azınlığın yatırım için satın aldığı devasa lüks konut stoku boş tutulurken, diğer taraftan derme çatma binalarda barınma ihtiyacını karşılamaya çalışan güvencesiz çoğunluğun bulunduğu bu manzarada yanlış bir şeyler var!

Bugünün şehirlerinde yeterince kârlı bulunmadığı için piyasa mekanizması dahilinde yoksullara konut üretilmiyor. Kapitalizmin bu dinamiğinin yaratacağı risklerin farkında olan uluslararası kurumların ödenebilirlik üzerinden devletlere önerdiği sosyal politikaların bile teveccüh görmediği bir dönemdeyiz.

Asli işlevi yoksullar için ödenebilir konut üretmek olan TOKİ gibi sistem içi kurumların, kaynaklarının büyük kısmını prestijli projelere aktardığını görüyoruz. Aynı TOKİ, depremzedeleri 20 senelik faizli ödemelerle borçlandırıyor ve bu asli görevi de bir siyasi partinin seçim kampanyasına dönüştürüyor. 

6 Şubat depremiyle her zamankinden daha yakıcı bir sorun haline gelen barınmaya karşı iktidarın reçetesi OSB’lere yakın konteyner kentlerde bir işçi kampı hayatına razı olunması seviyesine kadar düşüyor. İktidar bununla kalmayıp sunduğu çözüm olmayan çözümü de tüm mağdurlara ulaştırmıyor. Konteyner verilmeyen insanların kullandığı, her yağan yağmurda su altında kalan, havaların sıcaklamasıyla birlikte kullanılan böcek ilaçlarıyla ölümlerin yaşandığı, temiz suya ya da tuvaletlere erişme imkanı sunmayan çadırların da sağlıklı bir barınma alanı olmadığı aşikar.

İnsanlık onuruna yakışır bir barınma işçi sınıfının en temel hakkı ve en temel ihtiyaçlarımıza sahip olmak için, ev için, gıda için, sağlık için, hafta sonu gezmesi için köle gibi çalıştırılıyoruz. Çoğumuz toplu taşımaya binmeden önce onlarca hesap yapıyoruz. Çoğu zaman evimizle işimiz arasından başka bir dünyanın varlığını bile unutuyoruz.

Maaşları katbekat aşan kiralar karşısında nefes alamayan herkesin büyüttüğü bir mücadele örmek zorundayız. Bize dayatılan bu şey hayat değil. Kiramızı ödeyemiyoruz, evsizlik korkusu ile terbiye ediliyoruz, bu şehirlerin içerisinde hesap yapmadan bir adım dahi atamıyoruz ve buna dayanacak sabrımız kalmadı.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler