spot_img
spot_img
Ana SayfaYazıAsgari Ücreti Nasıl Kazandık? Daha Fazlasını Nasıl Kazanırız? - Cem Gök

Asgari Ücreti Nasıl Kazandık? Daha Fazlasını Nasıl Kazanırız? – Cem Gök

Asgari ücretin 1.300-TL’ye (AGİ hariç net 1.177,46-TL) çıkmasını kazanım olarak görmeme yönündeki eğilimin ciddi problemler taşıyor. Bunun temel sebeplerinden biri kendini demokratik mücadele alanına hapsetmiş solun geniş kesimlerinin işçi sınıfının gücüne güvenmemesidir. Asgari ücret zammı bir lütuf değil, sermaye ve sermayenin çıkarlarına hizmet eden hükümetin işçi sınıfına karşı duydukları haklı korkunun ürünüdür. Soma katliamının ardından maden işçilerine verilen haklar da, Ali Koç’un “Kapitalizm bu haliyle sürdürülebilir, biz düzeltmezsek, mecburen değişecek.” söylemi de aynı korkunun eseriydi. Kuşku yok ki, Türk-İş verilerine göre Türkiye’deki 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 1.447,20-TL, yoksulluk sınırının ise 4.714,00-TL olduğu koşullarda bu artışı yeterli bulmamız mümkün değil ama aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere bu geçmiş dönemleri 5-6 katıdır. Bu farkın nedenlerini tespit etmeden, kazanımı korumak ve ileriye taşımak mümkün olmayacaktır.

asgari-ucret-tablo

Yüzeysel bir bakış açısıyla bu zammın nedeni yalnızca egemen klikler (CHP ve AKP ile cisimleşen) arasındaki rekabet olarak görülebilir ve işçi sınıfın mücadelesi ile bağı kurulamayabilir. Ancak meseleyi doğru kavrayabilmek için sınıflar arası güç dengelerine ve işçi sınıfının son dönemdeki potansiyel ve dinamiklerine bakmak gerekir. İşçi sınıfının mücadeleleri dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de yaygınlaşıyor ve mücadele yöntemleri radikalleşiyor. Özellikle son iki yıl Türkiye’de işçi sınıfının gücünün farkına vardığı, böylece yasal sınırları aşarak kuralları belirlemeye başladığı bir dönem haline geldi. Bu ivmelenme aynı zamanda kendini yasal sınırlara hapsetmiş ve işçi sınıfının kolektif mücadelesini göğüsleme niyet ve kapasitesine sahip olmayan sendikalarla da sert biçimde hesaplaşmayı gerektirmiştir.

Elbette bu süreç bir birikimin üzerine oturmaktadır. En iyi bildiğimiz örneklerden ilerlersek; 1970’de 15-16 Haziran direnişinden, 1991’de büyük madenci yürüyüşüne, 2010’da Ankara’da TEKEL işçilerinin direnişinden, metal işçilerinin 2015’deki mücadelelerine, sınıf olarak mücadeleye girdiklerinde işçilerin karşısındaki saflaşma hep aynıdır. Soyutlama düzeyinde bu karşılaşma işçi sınıfına karşı kapitalist sınıftır. Ancak işçi sınıfı ile kapitalist sınıfın fiziki karşılaşması ancak devrimci süreçlerde mümkün olmaktadır. Mücadele eden işçilere karşı kapitalist sınıf adına iki temel aygıt vardır, birincisi devletin kolluk güçleri, ikincisi bürokratik, yasalcı ve uzlaşmacı sendikalardır. Yukarıda saydığımız daha bilinenler dışında da örnekler verilebilir ancak bu dört örnek nitelik ve nicelikleri itibariyle bu olguyu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya seren tarihsel deneyimlerdir.

2000’li yıllar boyunca sendikaların aldığı grev kararları olsa da bunların bir kısmı (yetkisini kaybetmemesi gibi sebeplerle) kağıt üzerinde kalmış, bir kısmı da (2003-Petlas- Petrol-İş Sendikası, 2005-Erdemir Madeni-Türkiye Maden-İş Sendikası, 2014- Şişecam’a bağlı fabrikalar- Kristal-İş, 2015- yetkili olduğu MESS üyesi işyerleri-Birleşik Metal-İş vb.) Bakanlar Kurulu kararıyla ertelenmiştir. Petrol-İş sendikasının 2006 yılında başlayıp bir yıldan uzun süren Novamed grevi, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın 2008 yılındaki ATV-Sabah grevi, Tek Gıda-İş Sendikası’nın 2013 yılındaki Çaykur grevi ve Hava-İş Sendikası’nın 2013 yılındaki Türk Hava Yolları grevi gibi uygulamaya sokulan istisnai sendikal grevlerde de katılım zayıf kalmıştır. Bu grevlerden bir bölümü toplumun çeşitli kesimlerinde karşılık bulmuş ve ses getirmişse de üretimin aksatılamaması yönüyle patronu doğrudan etkilememiş ve sembolik düzeyde kalmışlardır. Bu dönemde Haber-İş sendikasının 2007 yılındaki Türk Telekom grevi dışında ulusal düzeyde yaygınlık kazanmış, işçilerin kitlesel katılımının sağlandığı bir sendikal grevden söz edemeyiz. Her biri taşıdığı dinamikler, yaşanılan süreçler ve sonuçlarıyla ayrı ayrı tartışılması gereken bu örneklerin bize gösterdiği ortak nokta Toplu İş Sözleşmesi bağıtlamaya odaklı yasal grevlerin sonuç verici olmadığıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verileri de 2000’li yıllar boyunca -Türk Telekom Grevi dışında- grevlerin ihmal edilebilir düzeyde olduğunu göstermektedir. (1)

Buradaki sorun yalnızca “sendikalara çöreklenmiş bürokratlardan” kaynaklanmıyor. Elbette iyi para kazanılan bir meslek haline gelmiş sendikacılık, uzlaşmacı ve işçi inisiyatifinin işlemediği sendikalar bu problemin bir parçası ancak Türkiye’deki bu hakkın sınırları da diğer tüm etkenlerden bağımsız yasal grevi neredeyse imkansız kılan bir unsur. Şöyle ki; Türkiye’de sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde yapılan grev “Kanuni Grev” sayılmaktadır ve grev hakkı sadece o işyerindeki yetkili sendikanın tekelindedir. 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 41. Maddesi uyarınca, bir sendikanın herhangi bir işyerinde toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi alabilmesi için ise, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin ülke genelinde yüzde 1’inin (Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının ardından tüm sendikalar için) üyesi bulunması, işyerinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının, işletmelerde ise yüzde kırkının üyesi olması gerekmektedir. Devamla sendikanın başvurusu üzerine Bakanlık sendikanın yetki şartlarını taşıdığını tespit etmesi halinde, bunu 6 iş günü içerisinde işverene bildirir. Kendisine bildirim yapılan işveren 6 iş günü içerisinde mahkemeye başvurarak sendikanın yetkisine itiraz edebilir. Nihayetinde sendika tüm bu şartları da yerine getirirse yetki alır, toplu görüşme için çağrı yapılır ve görüşmeler başlar. Taraflardan biri toplu görüşmeye katılmaz veya taraflar toplu görüşme süresi içerisinde anlaşamadıklarını bir tutanakla tespit ederlerse, ya da toplu görüşme süresi anlaşma olmaksızın sona ererse, uyuşmazlık tutanağı tutulur. Arabuluculuk, grev oylaması gibi prosedürlerin de gereğinin yerine getirilebilmesi halinde işçi sendikası grev kararı alabilir.

Özetle toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması ve bahsettiğimiz tüm bu aşamaların geçilmesi halinde yapılan grev kanuni grev sayılmaktadır. Bunun dışında, örneğin bir hakkın tanınması, ücretlerin arttırılması, bir başka işyerindeki işçilerle dayanışma gibi amaçlarla yapılan grevler yasadışı sayılmaktadır. Ve son nokta, bütün bu şartların yerine getirilmesi halinde de Bakanlar Kurulu, karar verilmiş veya başlanmış olan grevi “genel sağlığı veya milli güvenliği bozucu nitelikte” olduğu gerekçesiyle erteleyebilir. Yani sendikalar işçiler için mücadelede bir araç olsa da mücadele etmek için ülke barajını aşmak ve bir işyerinde yetki almanın da çözüm olmadığı açık. Bunun tersinden yetkili bir sendika olmadan da işçilerin mücadele edilebildiğine (hatta bunun daha sonuç alıcı olduğuna) dair pek çok örnek görüyoruz.

2000’li yıllar boyunca işçi mücadelelerinin daha çok SEKA, TEKEL gibi Kamu İktisadi Teşebbüslerinin özelleştirmelerle tasfiye edilmeleri nedeniyle, Yörsan, Coca Cola, Alco Tencere, Texim, Çel-Mer, Hakan Plastik gibi onlarca örneğini sayabileceğimiz işyerinde sendikalaşma nedeniyle ve Feniş, Kazova gibi örneklerde ise işyerlerinin kapanması sonucunda işten çıkartılan işçilerin çeşitli biçimlerde “direnişi” olarak tezahür ettiğini görüyoruz. Bunların tamamı, işsiz kalmış işçilerin yeni kazanımlar elde etmek için değil, mevcut kazanımlarını korumak, işlerine geri dönmek veya ücret ve tazminatlarını almak amacıyla yaptığı savunma eylemleridir. Örneklerin çoğunda yaygın eylem biçiminin kapı önünde pasif direniş olduğunu, bunu aşan işgal, işyeri girişini bloke etme veya TEKEL örneğindeki gibi şehir merkezini işgal etmek gibi militan mücadele biçimlerinin kullanıldığı koşullarda kazanım elde etme şansının arttığını söyleyebiliriz. Ancak üretimi durduracak pozisyonunu kaybetmiş işçilerin pazarlık gücünün de olmadığı veya zayıf olduğu tüm bu örneklerde görülmüştür. Bu deneyimlerden çıkartılacak sonuç ise üretimin o yada bu biçimiyle engellenmediği temsili eylemlerle patronların karşısında gerçek bir yaptırım gücünün olamayacağıdır.

2014’ten itibaren ise Türkiye’deki işçi mücadelelerinde niteliksel bir farklılaşma olduğun söyleyebiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz pasif savunma eylemleri ile sendikal direniş ve uygulanmış sendikal grevler 2014’ten sonra da var oldu ve hatta sayısal olarak bir artış olduğundan da söz edebiliriz. (ÇSGB verileri de 2013’ten itibaren yasal işçi grevlerinin görece yükseldiğini olduğunu göstermektedir) Ancak bu döneme asıl rengini veren yasal sınırları aşan mücadelelerin ortaya çıkması olmuştur. Bu dalganın öncüsü Greif (Sunjüt) işçileridir. 2014 yılının ilk aylarında üyesi oldukları DİSK Teksil sendikası ile TİS görüşmelerinin devam ettiği sırada işçiler Greif’in Hadımköy’deki fabrikasını işgal etmiş ve üretimi durdurmuşlardır. Yasal sınırları aşarak fiili mücadeleye başlayan işçiler karşılarında ilk olarak üyesi oldukları sendikayı bulmuşlardır. Mücadele eden işçiler bir kısmını yukarıda saydığımız pek çok örnekte aynı şeyi defalarca yaşamışlardır ancak bu defa Greif işçileri sendikanın ayak oyunlarına gelmemişlerdir. İşçiler sendikaya rağmen işverenle mücadele ederken, sendikaya karşı da mücadele sürdürülmek mecburiyetinde kalmışlardır. Bunu başarabilmelerinin temel nedeni işçilerin kendi doğal iç örgütlülüklerini sağlam biçimde kurmuş olmalarıdır. Aynı dalganın parçası olarak Nisan 2014’te Seyitömer Elektrik Santrali’nin özelleştirilmesinin ardından işten çıkartılan işçiler jandarma ile çatışmış, fabrikadaki arabaları ters çevirmiş tesisteki pek çok yeri ateşe vermişlerdir. Eylül 2014’te Halkalı Temapark Mesa Blokları şantiyesinde çalışan 3000 kadar işçi TEM’i trafiğe kapatarak aynı gün içerisinde yemeklerin düzeltilmesi iş güvenliği gibi taleplerini kabul ettirmeyi başarmışlardır. Kuşkusuz sürece asıl damgasını vuran metal işçilerinin Bursa’da başlayan dört bir yana yayılan mücadele dalgasıdır. Tüm bunlar; işçi sınıfının derinden kaynamakta olduğunu, işlevi TİS bağıtlamaktan ibaret, bunu aşma niyeti olmayan bürokratik, yasal sendikacılığın bu dalganın altında kalacağını göstermiştir. Sürecin asıl belirleyici özelliği işçi gruplarının savunma pozisyonundan çıkmış ve kazanımlar elde etmeye dönük ileri atılmış olmalarıdır. Sermaye meselenin böyle bitmeyeceğini bilmektedir ve buna göre önlemlerini alacak, fırsatını buldukları anda da karşı saldırıya geçeceklerdir. Asgari ücret kazanımının anlamı tüm bu süreçte yatmaktadır.

Belki tarihsel deneyimlerin aktarılmasını sağlayacak mekanizmalar olmadığı için her işçi kuşağı bunu yeniden kendi deneyimleriyle öğrenmek zorunda kalıyor ama bu dalgayı yaratan işçiler bazı şeyleri keşfetmiş gözüküyor. Üretimi durdurmadıkça, temsili eylemlerle başarıya ulaşma şansları yok ve doğal iç örgütlülükleri (Renault’taki gibi) sağlam olursa bunu başarabilirler. Yasal sınırlara bağlı kalarak –özellikle Türkiye’deki yasal grevi neredeyse imkansız hale getirecek düzenlemelere- üretimi durdurmak mümkün değil ve yasallığa saplanmış sendikalarla bunu gerçekleştirmeleri mümkün değil. Tüm bunları kavramaları kazanımlar elde etmelerini sağlıyor. Örneğin Renault işçileri asgari ücretin onlara bahşedilmiş bir lütuf olmadığını, onların da önemli bir parçası olduğu mücadelelerin bir kazanımı olduğunu kavramış gözüküyor. Bunun verdiği özgüvenle ileri doğru bir adım daha atıyor ve asgari ücret düzenlemesinden kaynaklanan fark ücretleri için mücadele ediyorlar. Bunun taşıdığı potansiyel çok büyük ve çeşitli yerde işçiler Renault’ta gerçekleşecek olası bir kazanıma gözlerini dikmiş durumdalar. Ancak bakmak yetmez, bunu ancak hep birlikte başarabileceğimizi, bunu gerçekleştirecek güce sahip olduğumuzu anlamak, her yerde anlatmak, bunun gereğini yapmak ve birlikte mücadele etmek zorundayız.

 

(1) http://www.csgb.gov.tr/csgbPortal/ShowProperty/WLP%20Repository/csgb/istatistikler/1984_2014_grev

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler