Suzi Weissmann, Los Angeles’taki KPFK Radyo’nun yayını için 10 Şubat 2019’da Robert Brenner’le bir röportaj yaptı ve 12 Şubat’ta Jacobin Radyo podcast’inde yayımladı. Bu röportaj Against the Current’ın Mayıs-Haziran 2019 sayısında yayımlandı.
Suzi Weissman: Jacobin Radyo’ya hoş geldiniz. Bugün ekonominin durumu üzerine konuşacağız. İş dünyasıyla ilgili haberleri okuyan ve politikacıların sürekli rekor seviyede düşük işsizlikten, artan ücretlerden ve borsanın toparlanmasından dem vuran açıklamalarını işitenler için büyük kafa karışıklıklarına yol açan iki mesele hakkında, siyaset ve ekonomi hakkında konuşmak üzere Robert Brenner’i davet ettim.
Buna karşın ABD Merkez Bankası (FED) faiz oranlarını artırmayı kesti, ücretler durağan bir düzeyde, güvencesizlik ve güvensizlik norma dönüşmüş durumda. Ve öğretmenler, eyalet yönetimlerini yetersiz yatırımlara son vermeye ve kamu eğitimini kurtarmaya zorlamak için grevdeler.
Peki, hikayenin aslı nedir? İşe borsalarla başlayalım. Aşırı bir volatilitenin olduğunu söylemek çok ama çok yetersiz bir ifade. Diğer yanda FED’in faiz oranlarıyla ilgili politikasının kendisi de oldukça oynak. Ne olup bitiyor?
Robert Brenner: Aslına bakılırsa bu hiç de hoş bir hikaye değil. 2008-2009’daki Büyük Resesyondan günümüze, Fed faiz oranlarını olabildiğince aşağıda tutan, doğrusu sıfır veya sıfır altında oranlarda tutan bir politika izledi. Fiyat artışlarını hesaba katarsanız, reel faiz oranı çoğu kez sıfır düzeyinde veya sıfırın altında seyretti.
Düşük faiz oranları devletin piyasalarda düzeni yeniden tahsis etmesini ve finansal piyasaların çöküşüyle ekonomik yavaşlamanın ardından ekonomiye istikrar getirmesini sağlayan temel araçtı.
Geçmişte ortak akıl, açığa dayalı harcamalarla, kitlesel kamu harcamalarıyla talebi doğrudan arttırmaktı. Ama şimdi bizler, bu önlemin artık politik açıdan seçenekler arasında olmadığı yeni bir çağdayız.
Aynı istikrar hedefiyle, FED sözde “parasal genişleme (niceliksel gevşeme)” politikasını hayata geçirdi. Bu da FED’in, finansal varlık fiyatlarını yukarıda tutma ve dolaylı olarak borç alma maliyetlerini aşağıda tutma hedefiyle büyük miktarda finansal varlığı satın almasını gerektirdi.
Sonuç gerçek anlamda akıllara zarar veren bir varlık fiyatı balonuydu. Varlık fiyatlarındaki balon, aslına bakılırsa sanat eserlerinden hammaddelere ve konutlara, hepsinden öte borsalara her yerde büyümüştü. Sanırım herkes bunları biliyor çünkü yaklaşık on yıldır manşetlerde bunlar yazılıp çizilmekte.
S&P bileşik endeksi 2009’da yani kriz sonrasında indiği 1000 puanlık dip seviyeden çıkıp geçtiğimiz aralıkta 2900 puanla zirveye ulaştı. Yani üç katlık bir yükseliş gerçekleşti.
Sonuç borsaya yatırım yapma gücüne sahip hemen hemen herkesin başarılı bir yatırımcıya, bir finans dahisine dönüşmesiydi. Gülünç seviyelerde düşük düzeylere inmiş, FED’in garanti altına aldığı faizlerle borçlandılar ve piyasalar yükseldikçe paralarını piyasada tuttular. Bu kitledeki insanlar muhtemelen bu tarz insanları tanıyordur. Aslında içlerinden çok azı bu tür insanlardandır.
Fakat yaptığı onca şeyin dışında zengini daha zengin kılmak üzere tasarlanmış bu politikayla geçen on yıla yakın zamandan sonra, ekonomiyi istikrarlı hale getirme bahanesi geçerliliğini yitirdi. Bu durumun arkasında yatan özellikle hükümetin ve iş dünyasından sözcülerin resmi işsizlik oranlarının rekor düzeye düştüğünü ve ekonominin tam hatta aşırı bir istihdam içinde olduğunu duyuran açıklamalarıydı.
Şayet durum böyleyse, herkesin kabul ettiği gibi, kısa sürede hızlı bir ücret artışı olacak, ardından kontrol edilemez fiyat artışları gerçekleşecekti. Şu noktaya kadar tam istihdam karşısında yaşanan ücret durgunluğu gizemli bir paradoks gibi görünmekteydi. Dolayısıyla FED, ücretlerin beslediği enflasyonu kontrol dışına çıkmadan önce ortadan kaldırmak amacıyla, ekonominin normale döndürülmesi konusunda büyük bir baskı hissetti.
Yükseliş ve Düşüş
Hal böyle olunca FED faiz oranlarında yavaş ama kararlı bir artırıma gitti. Aynı zamanda FED, varlıklarını almak yerine satarak, yine finansal varlıkların fiyatını aşağıya çekerek (nitekim bu borsaları yukarıya çıkarmaktan ziyade aşağıya çekmek demekti) parasal genişleme politikasını tersine çevirmeye başladı.
Aralık 2018’de FED herkese bu politikayla yola devam ettiğini söyledikten sonra, borsalar tarihte olmasa da hafızalardaki en büyük düşüşe tanık oldu. Aynı ayın ilerleyen günlerinde, bir günde yaşanan çöküşler çok daha devasa boyutlara geldi ve sanki her an topyekun çöküşle karşılaşılacakmış gibi bir tablo açığa çıktı.
FED ağır ama kararlı parasal sıkılaştırma politikasını sürdürecek miydi? Herkesin sorduğu soru buydu. Neticede FED cesaretini kaybedip faiz oranlarını yavaş yavaş arttırma politikasını yarıda bıraktı ve finansal varlıklarını elden çıkardı. Ve şu işe bakın! Yeniden çark edilmesiyle, borsa son kayıplarını nerdeyse tamamen toparlama noktasına geliverdi.
SW: Bu nasıl mümkün oluyor? Aralıkta olan biteni izleyenler, borsa ve ekonominin dibi gördüğü 2007-2008 sürecinin aynısının yaşanacağını düşündüler. Bir aylık zaman diliminde koşullar nasıl değişti de, insanlar önce bunu yeni bir düşüş olarak açıklayıp sonra yeni bir yükseliş olarak över oldu?
RB: Bana göre burada birbiriyle gerçekten yakından ilişkili iki şey var. İlk başta FED ve birçok başka aktör ekonominin aslına kıyasla çok daha güçlü olduğuna inandılar.
Özellikle FED ve devlet yönetiminden diğer aktörler, karşılarında gördükleri şeyin sıkı bir emek piyasası olduğunu düşünüyorlar. Resmi işsizlik oranları çok düşük olduğundan, her an hızlı ücret artışlarıyla aşırı enflasyonun patlak vereceğini düşündüler. Bu gelişmeyi en başından engellemek için faiz oranlarını artırmak zorunda olduklarına kanaat getirdiler.
Oysa emek piyasası geniş kesimlerce düşünülenin aksine çok zayıf bir durumda. Sonuç olarak FED aslında zayıf bir ekonomi karşısında faiz oranlarını artırmakta ısrarcı olduğunda, bir krize ve durgunluğa yol açma tehdidi yaratıyor.
Son zamanlarda gördüklerimiz tam da bu şekilde: FED sıkılaştırmada ısrar ediyor, borsalar iniyor ve ekonomi her gün Financial Times’ı okurken gördüğünüz gibi birden kendisini derin bir sıkıntının içinde buluyor.
İkinci ve bağlantılı hususa gelirsek, FED ve diğerleri borsalardaki rekor yükselişin son aşamada güçlü bir reel ekonomiye dayandığını düşünüyorlar. Oysa reel ekonomi her noktada inanılmaz ölçüde zayıflamış halde. Ekonomideki ana eğilimler tarihsel anlamda eşi görülmedik bir olumsuz görünüm içinde.
Borsadaki yükseliş güçlü temellere dayanmıyor. Temeli aksine FED’in ultra düşük faiz oranlarından ibaret. Dolayısıyla FED faiz oranlarını yükseltince, borsaları durduruyor ve reel ekonominin yapabileceği o ufak çaplı büyümeyi de yok ediyor.
Kısaca borsalar, Alan Greenspan’ın 1980’lerde getirdiği, halefi Ben Bernanke’nin devam ettirdiği ve Jerome Powell’la bugüne dek süren, adına “balon ekonomisi” dediğimiz yapay politikanın aynısına ihtiyaç duyuyor.
İstihdama Yakından Bakış
Peki, emek piyasasına gelirsek ne söylenebilir? Her ay yeni iş olanaklarının yaratıldığını kimse inkar edemez. Bu bizi en azından devletin rakamlarına göre tam istihdama ve sözüm ona büyük bir ekonomiye taşımış durumda. Ya somut kanıtlar, yani istihdamın ve emek piyasasının gerçek durumu bize ne anlatıyor?
Çalışma Bakanlığı’na ve FED’e göre işsizlik oranı bugün %4’ün altında. Nitekim bu gerçekten de epey düşük bir rakam. Tabii bugün devletin ölçtüğü işsizlik oranı, geçmişte bu oranın anlattığı şeyin aynısını kast ediyorsa. Normalde %4’ün altına düşmüş bir oran, gerçekten güçlü bir ekonomiye, son derece sıkı bir emek piyasasına işaret ederdi ve gerçekten de ücretlerin hızla artıp enflasyonun tırmanmasını beklerdik.
Peki, gerçek durum nedir? Resmi işsizlik oranı, insanların belki bildiği gibi, işsiz kalmış emek gücünün oranını ölçer. Ancak devlet tarafından ölçüldüğü için, emek gücünün kendisi sadece işi olanları veya iş arayanları kapsamaktadır.
Buradaki temel nokta, artık umutlarını kaybettikleri için iş aramaktan vazgeçen ve işgücünden kopan insanları dahil ETMEMESİDİR. İşgücünü terk ederek işsiz insanlar kategorisinden de çıkmış olurlar.
İşgücüne katılım oranı (işi olan veya iş arayan 18-64 yaş arasındaki toplam nüfusun oranı) krizin indirdiği darbeyle keskin bir şekilde düşmüştür ve hâlâ 2007’deki seviyesine dönmekten çok uzaktır.
Başka bir ifadeyle çalışabilecek gerçek nüfusun istihdam edilmiş oranının, krizden önceki düzeye ulaşabilmesi için kat edeceği uzun bir yol vardır. 2007’de bu oran yaklaşık %63’tü fakat yeni istihdam olanaklarının eklendiği onca aydan sonra bu oran hala öncekinin %2-3 altındadır. Dolayısıyla görünüm itibariyle öyle olsa da, tam istihdam olarak adlandırılması güçtür.
Uzun lafın kısası, durağanlaşmış ücretlerde çelişkili hiçbir yan yoktur. İstihdam arzıyla ilişkisine bakıldığında, istihdam talebinin eski noktaya ulaşabilmesi için kat edeceği epey mesafe vardır. Emek piyasası hala tam anlamıyla sıkılaşmamıştır, dolayısıyla ücret baskısı hiç de yüksek değildir.
Ayrıca eşit derecede önemli bir şey daha var ve bu cidden mühim bir husus: Sadece işe alınan kişilerin sayısına, işe girmiş insanların sayısına bakamazsınız. Ne tür işlere girdiklerine de bakmanız gerekir. Son on yılda bu emek piyasalarında yaşamını sürdüren bir kitleniz varsa (ki muhtemelen bizimkisi böyledir), krizden önce sahip oldukları işlerden çok daha kötü işlerde çalıştıkları söylenebilir.
İşçilerin öncekine kıyasla yaptıkları işlerden daha az para kazanıyor olmaları, hızlı ücret artışlarıyla aşırı enflasyonun yaşanmasını beklemek için hiçbir sebebimizin olmadığını daha da netleştirmektedir.
Güçlü sandığı emek piyasası karşısında faiz oranlarını artırarak geleneksel bir politika izleyen FED, çok yanlış bir varsayımla hareket etmekte. Nihayetinde hem finans piyasalarını hem alttaki ekonomik zemini altüst ederse şaşırmamalıyız.
Ekonomi ve 2016 Seçimleri
SW: Trump elbette “ekonominin hali güçlü” iddiasında bulunuyor fakat Demokratlar da buna karşı çıkmıyor. Basitçe bu işte Trump’un sorumluluğunu inkar ediyorlar. Demokratlar da Cumhuriyetçiler de bu başarıyı hanelerine yazma derdindeler. İki taraf da hatalı mı şimdi?
RB: Bu gerçekten de önemli bir husus, sadece ekonomik açıdan değil politik açıdan da öyle. Güçlü ekonomiye ilişkin bu iddialar aşınmakta olup aşınmalıdır da. Neticede 2016’da ne yaşanmıştı?
Trump’ın sağcı danışmanları Bannon ve Mercer ekonominin zayıf olduğunu, insanların iş bulamadıklarını veya berbat işler bulduklarını görmüşlerdi. Bu Trump’ın sözde popülist çizgideki başkanlık kampanyasının ve zaferinin başlangıç noktası, hatta nihai temeli oldu.
Bu meseleyi çok uzatmayacağım (programınızda bundan bahsettim). Yine de 1990’lardaki büyük borsa tırmanışıyla ve 2002-2007 yılları arasında sonu yine kötü bitmiş konut fiyatlarındaki yükselişle yapay bir biçimde ileriye itildiği dönemlerdeki balonların dışında ekonominin yarım yüzyıla yakın süre sürekli zayıfladığını haykırmaktan kendimi alamıyorum.
Öncelikle şimdi çoğumuzun bildiği üzere ücretler 1970’lerin sonlarındaki seviyeden aman aman yüksek değil. Tüm bir kuşak ücret durgunluğuna tanık oldu ve Büyük Resesyondan bu yana her şey daha da kötüye gidiyor.
İkincisi sermaye birikimi, yani kapitalist ekonominin itici gücü yatırımlar ne durumda? Kabaca İkinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle 1973 civarı arasındaki dönem savaş sonrası hızlı büyüme dönemi olarak bilinir ve gerçekten de tarihin en genişlemeci dönemidir. Fakat bu genişleme 1970’lerde sona erdi.
1970’lerden bu yana özel sektör içinde tesislerin ve donanımların artışı geçen her on yılla, her iş çevrimiyle kararlı bir şekilde düştü. Ve Büyük Durgunluktan sonraki dönemde dibi buldu. 1990’larda tesis ve teçhizatlardaki büyüme savaş sonrasındaki gelişme döneminin çoktan yarısına düşmüş durumdaydı.
Üçüncüsü ve en aydınlatıcı olanı emek verimliliğidir ki iktisatçılar önemli sebeplerden ötürü buna odaklanıyorlar. Çünkü onlara üretim maliyetleri dikkate alındığında kaç insanın buna güç yetirebileceğini en iyi şekilde ölçmelerini sağlıyor. Yüksek emek verimliliği yatırıma ayrılacak artığın da artması demek.
Şaşırtıcı bir şekilde 1970’lerden bu yana emek verimliliğindeki artış yüzyılın en düşük seviyesinde. 1970’lerden günümüze emek verimliliğindeki büyümeyi kıyasladığımızda, Büyük Bunalımı da kapsayan 1920-1948 döneminden epey düşük olduğunu görüyoruz.
Buna bakmanın bir başka yoluysa 1973’le günümüz arasındaki dönem. Emek verimliliğindeki artış bu dönemde, 1995-2007 yıllarındaki balonu bir kenara bırakırsak, her yıl yaklaşık %1,5’te durağanlaşmıştır.
Hisse Senedi Fiyatları ve Durgun Kârlar
SW: Peki, emek piyasası müthiş değilse ve reel ekonomi zayıfsa hızla artan bir borsayı nasıl değerlendireceğiz?
RB: Ekonomide gördüğümüz diğer şeylerle tamamen uyuşuyor. Finans dışı sektörlere yani finans dışındaki özel sektöre baktığımızda (çünkü finans sektörü doğrudan kâr üretimini anlamak için çok iyi bir sektör değildir) kârlar son 4-5 yıl boyunca epey düz bir çizgi izliyor ve aslında 2012’deki düzeye geriliyor.
2012’de finans sektörü dışında kârlar 1,5 trilyon doları bulmuştu ve 2017’de sadece 1,6 trilyon dolardı. Ara dönemde hep bu aralıkta dalgalandı. Dolayısıyla ortada pek bir artış yok. Borsalar keskin bir şekilde yükselirken kârlar durağan kaldı. Bunun sonucunda borsa fiyatları temsil ettikleri şirketlerin esas değerleriyle ilişkiyi tamamen kopardı.
Meşhur iktisatçı Robert Schiller hesaplamalarında, fiyatlar ile kârlar arasındaki oranın bugün diğer tüm tarihi dönemlerden daha yüksek olduğunu gösterdi. Bunun iki ilginç istisnası var: Büyük Buhranı tetiklemiş büyük borsa çöküşünün yaşandığı 1929 ve hemen 2000-2001’deki meşhur yüksek teknoloji krizine yol açmış 1999-2000 yılları.
Borsayı yükselten ve zenginleri süper zenginlere dönüştüren, FED’in teşvik edici balon ekonomisi politikasıdır: Parasal genişleme dediğimiz hadise, yani düşük faiz oranları ve finansal varlıkların satın alınması. Fakat bunun dışında hiçbir şeyi ileriye taşımayan, özellikle üretici ekonomiye hiçbir faydası olmayan bir şey bu. FED para politikasını sıkılaştırmada ciddi olduğunu açıklar açıklamaz borsaların sarsıntı geçirmesi, fikrini değiştirmesiyle toparlamasında şaşılacak bir yan yok.
SW: Zenginlerin adeta birer haydut gibi para kazandığı ve tuhaf derecede zayıflamış bu ekonomiyi nasıl değerlendireceğiz? Sık sık bunun yetersiz talepten kaynaklandığını, yetersiz talep sebebiyle kapitalistlerin daha fazla yatırım yapmadığını, istihdam yaratmadığını, para harcamadıklarını ve hala para istiflediklerini söylediniz. Bu yetersiz talep meselesine değinirken, yanıtın dünya ölçeğinde aşırı kapasite sorununda yattığını ilan ettiniz.
RB: Bu zayıflıkla başlayacak ve şimdi karşımıza çıkmış bu tuhaf ekonomiyi anlatmaya çalışacağım. Dünya ölçeğinde Almanya, Japonya ve Doğu Asya’nın yeni sanayileşmiş ülkelerinden Doğu Asya Kaplanlarına ve en önemlisi devleşmiş Çin’e kadar uzanan, giderek sertleşen bir rekabet var.
İmalat içinde her yeni dalga öncekinden çok daha ucuz bir şekilde üretiyor çünkü hepsi daha düşük ücretlerle çalışan emek gücüne sahip ama aynı zamanda seleflerinin teknolojisini de taklit edebiliyor. Dolayısıyla sadece ABD ekonomisini değil dünya ekonomisini de sollayan şey, imalattaki çıktı miktarının piyasayla hiç referans noktası olmadan sürekli artmasıdır.
Bu da her yerde yeni donanımlarla tesislere yatırım yapmanın, işçi çalıştırmanın, dünya piyasalarında satış yapmanın ve bu yolla gerçek anlamıyla kâr elde etmenin giderek zorlaşması demek. Bu sadece ABD, Avrupa ve Japonya’yla sınırlı bir gelişme değil. Çin’i de kuşatmış durumdadır. Şimdi o da aşırı kapasite kullanımına yol açan aynı aşırı yatırım sorunundan mustariptir.
Kâr oranlarındaki düşüş, aşırı kapasite ile düşen/yetersiz talep arasındaki bağdır. Düşük verimlilikle birlikte, şirketlerin yatırım yapmak için daha düşük bir artıkları vardır. Motivasyonlarıysa daha da düşüktür. Rekabetçi kalabilmek için maliyetlerini aşağıya çekmek zorundadırlar, dolayısıyla ücretlere baskı uygulamaktadırlar. Devlet, kurumlar vergisini düşürebilmek için kamu hizmetlerini azaltarak bu sürece katkıda bulunuyor.
Dolayısıyla yatırım mallarına (tesisler ve donanımlar), tüketim mallarına ve kamu hizmetlerine yönelik talep düşmüş durumda – toplu olarak bir düşen talep sorunu bu ve ekonomik yavaşlamanın dolaysız sebebini oluşturuyor.
Aynı derecede önemli bir husus da şu. Zamanla şirketler, kısa vadede kâr elde edebilecekmiş gibi görünse bile, son dönemde dünya ekonomisinin içine girdiği evrim dikkate alındığında muhtemelen uzun vadede yeterli kâra ulaşamayacaklarını gördüler. Çünkü maliyeti düşüren yeni üreticiler çıkacak ve yatırımlarının karşılığını almalarına engel olacaklar.
Amerikalı politikacılar bu sorunla ilk kez 1970’lerde karşılaştılar ve bu onlara asla olmaz diyecekleri bir şekilde darbe indirdi. Neticede Amerikan imalat sektörü dünya lideriydi ve İç Savaş’tan bu yana dünya modeliydi. Özellikle 20.yüzyılın başından 1960’ların ortasına dek rakiplerinin çok üzerindeydi.
Ama sonra birdenbire, kâr oranlarının düşmesine yol açan bu yoğun rekabet süreci başladı ve devlet yetkililerinin buna hiçbir yanıtı yoktu. Bir yanda dolar kurunu aşağıya çekerek, borç alma maliyetini azaltarak ve ticari koruma önlemleri koyarak kapitalist üreticilere yardım etmeye çalışıyorlar.
Diğer tarafta standart bir şekilde Keynesçi açığa dayalı harcamalara yöneliyorlar. Ama ABD’de üretim maliyetlerini düşürmek için hem “arz yanına” hem de talep yanına yardım etseler bile, 1970’lerin sonunda kâr oranları epey düştü. Düşüş imalatta toplam %50 civarındaydı.
1980’lere gelindiğinde, hem Cumhuriyetçilerin hem Demokratların oluşturduğu savaş sonrası liberal nizamın genelinde moral bozukluğu vardı. Sözde neoklasik-Keynesyen sentez tamamen başarısız olmuştu ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı.
Neoliberalizmde Yeni Olan Ne
SW: Adeta eşi görülmedik bir açmazın içine düşmüş bir ekonomi tarif ediyorsunuz. Kapitalist sınıf bundan nasıl çıkacak?
RB: Bu eşi görülmedik vaziyet içinde (ki eşi görülmedik açmaz diyerek doğru bir nitelendirme yapıyorsunuz), devlet politikalarını üretenler, politikacılar, kapitalistler ve zenginler el yordamıyla yeni şeyler aradılar.
Neticede onları temel açmazdan kurtaran yeni bir şeyle çıkageldiler. Ancak bunun nasıl gerçekleştiği hâlâ tam olarak net değildir. 1980’li yıllarda tamamen yeni bir politik ekonomik çerçeve açığa çıktı.
Bunu nerdeyse herkes fark etti, yeni çerçeveye “neoliberalizm” adını verdiler ve bence bunda sorun yok. Ama bazı temel noktalarda yanıltıcı bir tanım.
İlk olarak çoğu insan kemer sıkmadan bahsediyor. Bu neoliberalizmin merkezi bir unsuru olarak işçilere yöneltilmiş amansız bir saldırı. Anlaşılabilir bir durum fakat düşen kârlılık karşısında işçilerin ücretleriyle çalışma koşullarına saldırmada ve kemer sıkmada öyle yeni veya özel bir durum yoktur.
Bunun için yeni bir sisteme, neoliberalizme ihtiyacınız yok. Her kapitalist kuşak düşen kârlar karşısında aynısını yapmıştır. Dolayısıyla kemer sıkma tüm bu dönem boyunca dünyamızın, ekonomimizin temel bir bileşeni olmuştur ama yeni bir dönem tanımlamaz.
İkincisi ve bence çok daha önemlisi, insanlar neoliberalizmden bahsederken, ekonomiyi her tür düzenlemeden ve devlet kontrolünden kurtarmaktan bahsettiler. Aslında olası her alanın rekabetin yoğunlaşmasına açılmasından bahsediliyordu.
Dünya ticaretiyle dünya yatırımlarının uluslararası rekabete açılmasına baktığımızda bu özellikle belirgindir. Buna küreselleşme diyoruz. Ve bu bence 1970’lerin sonu ve 1980’lerin başından beri gelen dönemin yeni yahut görece yeni bir özelliği olarak görülmeye değerdir.
Ancak neoliberalizmin çekirdeği olarak sadece piyasaların daha özgür hale gelişiyle rekabetin artmasına odaklanmak ciddi bir problemdir. Kanaatimce yeni politik ekonomik çerçevenin merkezine oturan esas gelişmelerden biri, serbestleşen piyasalarla yoğunlaşan rekabetin tam ters yönüne işaret etmektedir.
Bu, finanstaki en seçkin kesimleri, finans dışı şirket yöneticilerini ve siyasi partilerdeki üst kademe liderliği zenginliğin yeniden dağılımını politik araçlarla kendilerine yontmaya iten yeni eğilimdir. Burada esas olan rekabetçiliğin tam zıddıdır: Politik konumlar veya bağlantılar sayesinde doğrudan servet edinmeyi sağlayan özel ayrıcalıklara erişim.
Yani şirketlerin başındaki önde gelen kapitalistlerle yani çok zengin kişilerle devleti idare eden politik partiler arasında bir ittifak oluşmuştur. Mantık evliliği şeklinde başlayan bu ilişki kısa sürede kırılmaz bir zincire dönüşmüştür. Özünde düşük yatırım getirileriyle baş etme meselesi yatmaktadır. Yeni tesis ve donanımları yeni işçilerle yan yana getirip üretilenleri piyasada satıp para kazanarak kâr etmenin güçlüğüyle uğraşmaktadırlar.
Bu güçlük, günümüz kapitalistlerinin ataları gibi, çiftliklerde, fabrikalarda, ofislerde üretici yatırımlara girerek para kazanma sürecinin atlanmasına yol açtı. Aksine bugün önümüzde, zenginliği ekonominin üst hatta en zirvedeki tabakasına dağıtmanın mümkün olduğu onlarca yeni kurum ve yeni politika var.
Dolayısıyla bu insanlar pastanın kendisini ve alacakları payı artırmak, ücret öderken kâr elde etmek için gerekli karmaşık ve riskli süreçlere girmek zorunda değiller. Doğrudan sonuca giderek basit bir şekilde zenginliği zorla kendilerine yönlendirebiliyorlar.
Buradaki temel anahtar politikadır: Çeşitli politik araçlarla zenginliğin yukarıya yeniden dağıtılmasını mümkün kılıyor. Yolları neler peki? Hepsini burada listeleyecek zamanımız yok fakat ana kanallar çok alışıldık olanlar.
İlki vergi kesintileri. Cumhuriyetçi veya Demokrat her yönetim Carter’dan bu yana vergilerde büyük indirimlere gitmiştir.
Finansallaşma Politikası…
İkincisi, devletler gittikçe daha fazla borç alma yoluyla kendilerini finanse ettikleri için, zengin insanların sırf devlet borçlarını satın alarak ve bunların faizlerini biriktirerek devasa servetler topladıklarını gördük. Bu neredeyse yüzde yüz başarı garantisi olan bir para kazanma yöntemi. Hükümet borçlarını alıyorlar ve getirileri az çok tamamen net oluyor.
Üçüncüsü, devletler tekel karşıtı yasaları dayatmaz oldular ve bu da günümüz ekonomisinin merkezi kesimlerinde, yüksek teknoloji üreticileri içinde bilhassa “olumlu” bir etkide bulundu. Aslında elinizdeki şey yeni türde bir korumacılık. Sözde fikri mülkiyet haklarının dayatılması.
Katı fikri mülkiyet hakları sayesinde, firmalar örnek olarak icatlarını geçmişe kıyasla rekabetten daha uzun süre koruyabiliyorlar. Çünkü patentler artık çok daha uzun süre geçerliliğini koruyor. Apple olmanın tam zamanı.
Dördüncüsü, özelleştirme olgusu var. Devletin yerine getirdiği (sağlık, eğitim, emeklilik vb.) faaliyetleri alıp bunları kapitalistlere bırakıyor ve zenginlerin özel kâr elde etmelerini sağlıyorsunuz.
Son olarak (burada uzun bir tartışmayı kısaltmak zorundayım) finansal sektörün yükselişi var. Bu da şüphesiz politik araçlarla zenginliği yukarıya dağıtan yeni politik ekonominin yeni temeli.
Burada karşımıza siyasi partilerle her tür finans firması arasında kurulan klasik politik ittifaklar çıkıyor. Böylece finans firmaları siyasetçilerden ve iktidardaki partilerden ayrıcalıklar koparırken, aynı firmalar siyasetçilere ve partilerine politik kampanyaları için para verip üst kademeden siyasi liderleri aşırı ölçüde zenginleştiriyorlar.
Dolayısıyla şematik bir biçimde ifade edersek, devletler belli finansal aktiviteleri kuralsızlaştırıp, piyasaya ilk girenlerin muazzam karlar yapmasını sağlamakta, rekabeti kısıtlayacak şekilde faaliyetlerini korumakta ve kayıp artık baş edilemez hale geldiğinde beklendik kurtarma operasyonları yürütmektedir.
Bu finansallaşma öyküsünü kısa kesmek zorundayım fakat politik yollarla zenginliği yukarıya aktararak para kazandıran yeni politik ekonomiyi mükemmel şekilde özetlemiş finansın önemli bir unsuruna değinmek istiyorum. Bu tartışmamızın ilk kısmına ait önemli bir temayla bu meseleyi birleştirmeme olanak tanıyor.
Bu “balon ekonomisi” dediğimiz şey. FED’in faiz oranlarını suni şekilde düşük tutarak borsaları teşvik etmesi. Balon ekonomisi en hızlı “servet” yaratımından sorumlu. Elbette bu gerçek anlamda servet değil, sadece kağıt üzerinde. Fakat hisse sahipleri bunlara yatırım yapıp neticede elden çıkarıyor ve para kazanıyorlar. Üretim sürecine girmeye kıyasla çok daha hızlı ve temiz bir şekilde servet elde ediyorlar.
Bu balon ekonomisi bu yeni servet dağılımının kalbinde yatıyor ve daha önce ele aldığım gibi FED’in kolay para politikasını net bir şekilde kavramamıza yardımcı oluyor.
Peki, politik araçlarla serveti yukarıya dağıtan bu yeni ekonominin getirilerini nasıl değerlendireceğiz? Bugün elimizde, üst gelir grubu diye tarif ettikleri kesimi araştırarak sürecin kalbine inmemizi sağlamış Piketty ve Saez gibi insanların çığır açıcı çalışmaları var.
Bulguları bugün epey bilinir durumda ve açıklayıcı kuvveti son derece yüksek. Savaş sonrasındaki gelişme döneminde, aslında eşitsizlik azalıyordu ve çok sınırlı bir gelir üst gelir gruplarına akıyordu. 1940’lardan 1970’lerin sonuna varan koca bir dönem boyunca, en üst %1’lik kesim toplam gelirin %9-10’unu alıyordu, daha fazlası değil. Ama 1980’den günümüze geçen kısa süreçte, aynı %1’lik kesimin payı %25’lere çıkarken en alttaki %80 neredeyse hiç kazanç elde edemedi.
Umut ediyorum ki artık büyük resmi görebiliriz. Bir yanda kapitalistler ve süper zenginler çok yatırım yapmamakta veya yeni işçilere istihdam açmamaktadırlar. Bu istemediklerinden ötürü değil, savaş sonrasındaki gelişme döneminin aksine kârlı bir şekilde yapamamalarından.
Tesislere, donanıma, yazılıma yatırım yaparak ve ataları gibi yeni işçiler tutarak zenginleşme olanağı çok sınırlıdır. Dolayısıyla yatırımda en düşük düzeye, verimlilik performansında en kötü değerlere ve en düşük ücret artışlarına tanık olurken, borsaların yükselişine şahitlik etmemiz anlaşılır bir durum.
Bana göre zengini daha zengin hale getiren şey bundan daha net tarif edilemez. Ve bu devleti idare eden siyasi partilerin garanti ettiği politik ayrıcalıkların neticesidir.
…Ve Politikanın Finansallaşması
SW: Yani son dönemlerde içinde yaşadığımız bu yeni ekonomi, özü itibariyle gerçekten politik bir yapı. O halde soru bunun sadece %1 için değil tüm toplum için ne anlama geldiği.
RB: Bence bugün işleyişe bu açıdan bakıldığında sonucu net bir şekilde görebiliriz ve kast ettiğim tam da şu an. En çarpıcı olanı, yönetici sınıf, zenginler ve elitler içinde, geçmişten beri devletin kapitalizme sunduğu imkanları garanti altına almakla artık ilgilenmemeleridir (ve gayet anlaşılır bir şeydir).
Kapitalistler klasik anlamda, kendilerinin kolay kolay tedarik edemeyeceği, devletin edebileceği şeyler istemişlerdi. Ve toplumun tümü, en başta da işçi sınıfı kapitalistlerin bunu elde etmelerini garanti etmişti: Devletin altyapı oluşturması, eğitime verdiği destek, sağlığa ve refaha yaptığı yatırımlar.
Kapitalist sınıf ne çok kibardır, ne de cömerttir ama üretici bir ekonomiye sahip olacaksa bunlara ihtiyacı vardır. Ve bundan sadece kapitalistler değil halk da yararlanır.
Süreç içinde bunların tedarik edildiği Kore örneği tesadüf ürünü değildir. Kore imalatın başat konumda olduğu üretici ekonomiye dayanan ve ona hâlâ bağımlı olan birkaç ülkeden biridir.
Ama kapitalistler, zenginler, elitler artık üretici ekonomiye dayanmıyorsa (sermayeye ve emeğe yaptıkları kârlı yatırımlarla artık önceki gibi para kazanamıyorlarsa) devletin eskiden beri yerine getirdiği bu işlevlere de dayanmamaktadırlar.
Dolayısıyla gördüğüm şey şu: Kapitalistler, zenginler ve önde gelen politikacılar bu işlevlere sadece kayıtsız kalmıyorlar, devletin bunları yerine getirmesine aktif bir şekilde karşı çıkıyorlar. Sebebi devletin parasını bu işlevlerle “çarçur etmesini” istememeleri değil, bunları finanse etmek için vergi ödemek istememeleri.
Savaş sonrasındaki gelişme döneminde, tesislere, yatırımlara ve her tür sabit değere devletin önemli yatırımları vardı. Akla hemen eyaletler arası otoyol sistemlerinin inşası geliyor. Ama üniversiteler de dahil olmak üzere kamu eğitiminin önemli ölçüde gelişmesi de söz konusuydu.
Örneğin Medicare yoluyla devletin finanse ettiği sağlık hizmetlerinde sınırlı da olsa büyük bir atılım olmuştu. Artan devlet yatırımı bunların hepsini mümkün kıldı.
Ancak 1970’lerde, aşırı kapasite kullanımına yol açan uluslararası aşırı yatırım krizi kâr oranlarını epey aşağıya çektiğinde, devletin yaptığı yatırımlar uzun süredir hız kesmiş haldeydi. Yeni yatırımların miktarı, devletin elindeki sabit varlıkların kullanımını yakalayamaz oldu.
Savaş sonrası dönemde devlet tesisleri ve donanımlarının ömrü ortalama 14 yıl civarında seyretti. Bu devletin amortismanı hızla karşılayacak şekilde yeni yatırımlara ayak uydurduğunu gösteriyordu. Ancak daha sonra devlet sermayesinin ömrü hızla ve aralıksız bir şekilde arttı. Bugün ortalama 27 yıl civarında.
Çöküş ve Karşı Mücadele
Devlet yatırımlarının çöküşü her yerde karşımıza çıkıyor. Bu, insanların fark ettiği gibi altyapıda krizin derinleştiğini göstermekte. Bir köprüden geçtiğinizde alttaki nehre düşme ihtimaliniz var. Trenler sadece geç kalmakla kalmıyor raylardan da çıkıyor.
Yüksek teknolojideki özellikle de telekomünikasyondaki altyapı, internet hızıyla cep telefonu kalitesinin bizimkini aştığı Asya’nın çok gerisinde.
Ayrıca bu dinleyici kitlesiyle tartışmamızın pek de gerekmediği temel sağlık meselesi var. Burada kapitalist ülkelerin geri kalanında büyük oranda hak olarak görülen şey Amerikan seçkinleri için hâlâ tartışmalı bir mevzu. Sonraki seçimlerde yarışacak Demokrat Parti adayları da dahil.
Belki en belirgin olan, kamu eğitimi konusunda iki partiyi de içine katan gerici fikir birliği. Trump öncesinde, Clinton’lar, Bush ve Obama sayesinde, kamu eğitimine yapılan yatırımların iki parti tarafından sistemli bir şekilde kaldırılmasına tanık olduk. Bunun yerine sözleşmeli okulların, özelleştirmelerin ve sınava yönelik eğitimlerin artışını gördük.
Yaşadığımız Los Angeles’ta bu sürekli bizi örseleyen bir durumdu, ta ki (öyle mükemmel bir gelişme ki ağlamama yol açıyor) LA öğretmenlerinin son başarılı grevine kadar. Elbette bu ülkenin geneline yayılmış olan, Chicago’dan Kızıl Eyaletlere ve şimdi Kaliforniya’nın tamamını kuşatmış çarpıcı öğretmen isyanının bir parçası.
SW: Söylediklerinizin karamsarlığa düşürmese de gerçekten ayıltıcı çıkarımları var. Fakat şimdiye dek en üst %1’lik veya %0,1’lik kesim bundan paçasını kurtarabildi çünkü bir karşı mücadele olmadı. İşgücü İstatistikleri Bürosu’nun son gösterdiği şey tarihin en az greve tanık olmuş döneminden geçtiğimiz. Ama çarpıcı bir şekilde durum geçtiğimiz yıl hâlâ varlığını sürdüren ve durulma eğilimi de göstermeyen öğretmen grevleri, kamu sektöründeki isyanlarla değişti. Özellikle karşı mücadeleye başlanan bu dönemde bunların hepsi ne anlama geliyor?
RB: Mesaj bundan daha açık olamaz ve cidden ayıltıcıdır. Eğer insanlar düzgün bir yaşam için ihtiyaç duydukları hizmetlere kavuşacaklarsa, eğitim, sağlık veya altyapıdan yararlanacaklarsa ve düzgün bir emeklilik için yeterli becerilere veya ücretlere ulaşacaklarsa bunun için mücadele etmek zorundalar. Bunu kesinlikle istemeyen hâkim sınıflara taleplerini dayatmalılar.
LA’lı öğretmenler kamu yararı için mücadele etme iddiasıyla başlattıkları son grevde bunun nasıl yapılacağını ve sadece hâkim güçlerle mücadele ederek bunun başarılacağını göstermiş oldular. Olan biteni izleyen birçok insan için bunun anlamı açıktır: Bunu sadece Cumhuriyetçilerin değil Demokratik Parti’nin karşısında da tavır alıp, ülkenin politik liderliğine kafa tutarak yapacağız.
Demokratlar zenginliğin politik araçlarla üst kesimlere dağıtılmasını hızlandıracak politikaları takip ettiler. Bunu Cumhuriyetçiler kadar hızlı bir şekilde yapmadılar ve ülke genelinde finanse edilecek sağlık hizmetlerinde dahi uzlaşıya varamadılar.
SW: Bunun Alexandria Ocasio-Cortez, Bernie Sanders ve diğerlerinin öne çıkardığı Yeşil Yeni Anlaşma (Green New Deal) ile ilgisi nedir?
RB: Geçmişte devlet ekonomiyi olabilecek en muhafazakar şekilde, sübvansiyonlarla ve özel şirketlerin kârlarını garanti altına alarak destekliyordu. Bunun sınırları, destekçilerinin “Keynesyen” politika dediği şeye yahut sözde “neoklasik-Keynesyen senteze duyulan bağımlılıkta bulunabilir.
Buna ayrıca talep yönetimi veya açığa dayalı harcama da deniyor. Yani talebi desteklemenin en muhafazakar, en piyasaya bağlı aracı. Vergileri düşürüyorlar, bu da devletin bütçe açığının artması demek. Bütçe açıkları kayıtsızca ekonomi üzerinde baskı yapıp, onu teşvik etmeye, en ümit vaat eden sektörlerin gelişmesine izin verecek şekilde hareket etmeye zorluyor.
Ama bildiğimiz şu ki bu artık işe yaramayacak. Genel anlamda talebi teşvik etmek bırakın başka yatırımlar çeken yatırımları, normal yatırımlar dahi getirmeyecek. Gördüğümüz üzere şu dönemde bu ülkede ve diğer yerlerde kârlı yatırımlar yapmak çok güç.
Bunun bazı belirtilerini yakalamak için Trump’un tarihi vergi muafiyetlerine bakmanız yeterli. Bunlar daha büyük bütçe açıkları yaratmakta ve zenginlerle kapitalistlerin ellerine daha fazla para yığarken büyümeye veya yatırımlara hiç teşvik olmamaktadır.
Bugün Keynesçilikle kast edilen şeyin, onu Yeşil Yeni Anlaşma’ya dönüştürmek için zorunlu düzenlemeleri dayatacak, yeni sektörlerin yaratılmasını besleyecek bir ekonomik dönüşümü başlatma şansı yoktur.
Dolayısıyla ihtiyacımız olan şey (ki bana göre burada retoriğin üzerinde durmak zorundayız) aslında (yaygın anlamıyla) Keynesçi bir politika değil. Doğrudan devlet müdahalesi.
Yeni Anlaşma (New Deal) dönemini düşünün. Şimdi o dönemin düşündüğümüzden çok daha büyük devlet yatırımlarıyla ilişkili olduğunu görüyoruz. Ayrıca üzücü ama iyi bir örnek olmasından ötürü savaş döneminde yaşananları düşünün. Belli bir hedefe hemen ulaşmak maksadıyla belli hedeflere odaklı bir devlet desteği ve yatırım gözetimi vardı.
Diğer deyişle bugün özel kapitalist ekonominin doğal eğilimlerine karşı hareket etmemiz gerek. Bu da başka yollarla asla desteklenmeyecek bir yatırım politikasını uygulaması için devleti zorlamak demek.
Çeviri: Akın Emre Pilgir
Yayına Hazırlayan: Emre Ergüven