Türkiye’de direnişçi bir işçi sınıfı hareketini inşa etmek bugün çok acil görevlerden bir tanesidir. Tarihimize bakarsak mücadeleci ve pes etmeyen bir sınıf hareketinden yapraklar görmekte zorlanmayız. Anlaşılan o ki bugünlerde de işçi sınıfı halinden pek memnun değil. Bu kabarmanın en kitlesel biçimini son dönemde metal fırtınada gördük. Şimdi bu dipten gelen dalgaya kulak verme zamanıdır. Zenginlerin saltanatını yıkmak için bir araya gelme, birlikte direnişçi bir sınıf mücadelesi inşa etme zamanı gelmiştir.
Dünyada 70’lerin ortalarından itibaren sermayenin saldırıları hız kazandı. 2. Dünya Savaşı sonrası kazanımlar elde eden işçiler, örgütlülüklerini de artırmışlardı. 50’li yıllarda Türk-İş’in varlığı işçi sınıfının taleplerine derman olamıyordu. Sonuçta Türk-İş, egemen düzenin vesayeti altında varlığını sürdürme gayesi taşıyan bir sendikal aygıttı –ve hala öyledir. 1967 yılına gelindiğinde işçi sınıfı içerisinde daha politik, bağımsız, ilerici ve devrimci talepler taşıyan bir grup öncü, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurdu. DİSK’in varlığı işçi sınıfının mücadelesini olumlu yönde etkiledi. Mücadelenin çıtası yükseldi ve sınıf hareketinin niteliği arttı. 60’lı ve 70’li yıllarda Kavel ve 15-16 Haziran direnişleri günümüz işçi sınıfı hareketi için ilham kaynağı olma niteliğini korumaktadır. Bu tabloya karşın sermayenin de saldırıları eksik olmadı. İşçi sınıfının ve ezilenlerin örgütlülüğü temelde iki askeri müdahale ile çözülmeye çalışıldı. Bunlar, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleridir.
İşçi sınıfının güç kazanmasında ekonomik sebeplerin tetikleyici olduğunu söylemek gerekir. O dönem Türkiye, hızlı şekilde sanayileşirken köylülük ciddi oranda yerini kentli işçilere bırakıyordu. Özellikle büyük kentlerde toplanan kır kökenli işçiler, sanayileşen Türkiye sermayesi için iş gücü hizmeti görmeye başladı. Önceleri de var olan kapitalistleşme süreci bu dönemde giderek kurumsallaştı. Köyden kente göçün yarattığı proleterleşme süreci, kent yaşamında gecekondulaşmayı geliştirdi. Çoğunluğu işçilikle geçinen yoksul insanların oluşturduğu bu mahalleler, 60’ların ve 70’lerin devrimci sınıf hareketinin önemli mevzileri oldu. 12 Mart müdahelesi ile tam anlamıyla sönümlendirilemeyen devrimci dalga, 12 Eylül gibi işçi düşmanı ve Amerikancı bir darbeyle ikinci kez kesintiye uğratıldı.
12 Eylül darbesi ve arkasından gelen Özal dönemi, sendikalar açısından büyük oranda gerileme dönemiydi. DİSK kapatıldığı için ilerici ve devrimci işçiler için ciddi bir alternatif odak eksikliği söz konusuydu. 80’lerin sonlarına dek yaşanan durgunluk, asıl etkilerini 2000’lerde gösterdi. Toplumda 80’lerde başlatılan dinci ve milliyetçi kuşatma, emek alanında sistemli bir örgütsüzleştirme hamlesine dönüştü. 80’lerin sonları ve 90’lı yıllarda sermayenin hesaplarını bozan bir direniş dalgası oluşsa da dinci ve milliyetçi toplum mühendisliği büyük oranda amacına ulaştı. Bugün gelinen noktada işçi sınıfı asıl sorunları etrafında birleşmek yerine birtakım suni gündemlerin etrafında kutuplaştırıldı. 80’den bu yana geçen sürede militan sendikacılık anlayışı iyice aşındırıldı ve sendikalar işçiye düşman kurumlar şeklini aldı. Bu durum, işçilerin sendikalı olmaya karşı negatif tutum geliştirmesine yol açtı.
12 Eylül ve sonrasında Türkiye’de burjuvazi, cumhuriyet tarihinde sermaye birikimine en uygun koşulları yakalamış oldu. Vehbi Koç’un 3 Ekim 1980 günü Kenan Evren’e yazdığı meşhur mektubu hatırlayalım. Orada Koç, sendikacıların ve devrimcilerin bir an önce cezalandırılmasını ve polis teşkilatının güçlendirilmesini öneriyordu. Aynı sebeplerle F. Gülen de o dönem darbeyi alkışlayanlar arasındaydı. Darbenin sınıfsal niteliğini tamamlayan faktörlerden bir tanesi de hemen darbe öncesi alınan ve uygulanması en iyi askeri rejimde gerçekleşecek olan 24 Ocak (1980) kararlarıydı. Burjuvazi Türkiye’de altın çağını yaşarken, işçi sınıfı ciddi hak kayıplarına uğradı ve giderek yoksullaştı. Ekonomik anlamda gerileyen koşullar, siyasi alanda ise sistematik baskılarla tamamlandı. 80 sonrası işçilerin grev ve toplu sözleşme hakları yasal düzenlemelerle aşındırılmaya çalışıldı. İstihdam biçimi güvencesizleştirildi ve taşeron, kiralik, kayıt dışı vb. çalıştırma biçimleri gelenekleştirilmeye çalışıldı. Bu durum bazı sendikaların üye kaybı yaşamasına yol açtı. Bu durumun ortaya çıkmasında sendikaların yeni düzeni karşılamayan bürokratik yapısının da etken olduğu söylenebilir. Yaşanan ekonomik ve siyasi sıkıntılar yer yer işçi sınıfının fiili mücadelesiyle aşılmaya çalışıldı. 89 Bahar eylemlilikleri işçi sınıfının yaratıcılığını ve devrimci potansiyelini yeniden hatırlattı. Buna ek olarak Türk-İş’in temsil ettiği sarı sendikal anlayışın zorlanmasına yardımcı oldu. Yine 90’larda kamuda gelişen örgütlenme deneyimleri, sınıf hareketinin genişlemesine yardımcı oldu. 2000’lere doğru giderken işçi sınıfı hareketi, parça parça kazanımlar elde etse de 80 öncesi haklarına ve örgütlülüğüne erişememiş durumdaydı.
2000 ve 2001 yıllarında yaşanan ekonomik krizi fırsat bilen sermaye, 2002 yılında iktidara gelen AKP’nin de katkılarıyla önemli yol kat etti. Çalışma koşullarını ağırlaştıran yasal düzenlemeler işçi sınıfından ve sendikalardan yükselen itirazlara rağmen hayata geçirildi. 2000 öncesi dönemde de görülen taşeron çalıştırma, kayıtdışı çalıştırma gibi yöntemler giderek yaygınlaştı. Kadrolu ve güvenceli işçilik giderek hayal olmaya başladı. AKP marifetiyle birçok kamu kuruluşu özelleştirildi. Özelleştirmeler sonucunda kamuda çalışan işçiler ya işsiz kaldı ya da hak kayıpları yaşayarak kamuda çalışmaya devam etti. TEKEL’in özelleştirmesini ve sonrasındaki gelişmeleri bu duruma örnek verebiliriz. Çalışma koşularının ağırlaşmasına ek olarak kolektif haklarda da gerilemeler yaşandı. Sendikalaşma oranları 2000’li yıllarda çok düşük düzeylerde seyretti. Bunda özelleştirmeler yoluyla kamuda yürütülen sendikasızlaştırma hamlesiyle, yine kamu ve özelde ikame edilen atipik işçilik düzeninin etkileri olduğu gibi sendikaların içinde bulunduğu sıkıntıların da etkisinden söz etmek gerekir.
Sarı sendikaların dünden bugüne işçi sınıfı adına hak savunuculuğuna soyunamayacağı besbellidir. Ancak, asıl bahse değer olan kimi sol eğilimli sendikaların da giderek küçük birer sekt haline dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır. Bunda sol içinde yaygın şekilde eleştirilen grupçu zihniyetin etkin olduğunu söylemek zorundayız. Ayrıca, grupçu bir zihniyetin sonucu olarak demokratik ve sınıf sendikacılığı anlayışı yerine bürokratik ve uzlaşmacı bir sendikacılık anlayışının yerleşmeye başladığını üzülerek söylemeliyiz. Fiilen sırtını işçiye dönen bir sendikal anlayış, akabinde işçinin de kolektif mücadeleden uzaklaşmasına yol açmıştır. Ayrıca, bazı sendikaların genel merkezlerden ya da o merkezleri kontrol eden siyasi çevrelerden ötürü birbirine mesafeli tutumu, işçi sınıfının birlik ve beraberliğine zarar vermektedir. Geçmişte 15-16 Haziran direnişlerinde tepe noktasına varan işçi sınıfı hareketinin bir an önce bu darboğazdan çıkması zorunludur. Bunun için de işçilerin söz, yetki ve karar mekanizmalarını inşa edebileceği, demokratik ve birleşik bir emek zeminine ihtiyaç vardır.
Böyle bir ortak emek zemininin sendikal mücadeleye katkılarının yanında Türkiye ezilenlerine de ciddi katkıları olacaktır. En başta her sosyal kimlikten işçilerin demokratik ve birleşik bir emek zemininde bulunması, Türkiye’nin daha özgür ve demokratik yarınlarının garantisi anlamına gelmektedir. Sermeyenin saldırılarına karşı Türk ve Kürt; Alevi ve Sünni; kadın ve erkek; engelli ve engelsiz demeden tüm işçilerin birlik olması geleceğimiz için çok önemli bir adım olacaktır. Dar grup çıkarlarının temsil edildiği kurumlar haline dönüştürülen sendikaların ve emek örgütlerinin bugüne kadar görmezden geldiği işçi kesimlerinin görünür olacağı bir ortak zemin, demokratik ve birleşiklik ilkesine kapsayıcılık ilkesini de yerleştirmiş olacaktır. Bu anlamda sendikaların yasal sınırlar içine hapsolan ve çoğunlukla işçi sınıfının mücadele azmini ve kararlığını pasifleştirme eğilimi taşıyan tavrı, bu zeminde yer bulamayacaktır. İşçilerin sermaye karşısında oluşturacağı bu kapsayıcı, birleşik ve demokratik merkez, Türkiye’deki dinci ve milliyetçi kuşatmanın panzehiri olma potansiyeli taşır. Böyle bir zemin, en başta Türk ve Kürt yurtseverleri olmak üzere baskılara ve sömürüye karşı sınıfın ve ezilenlerin demokratik birliğine ciddi katkılar sunacaktır. Türkiye işçi sınıfı, tarihsel anlamda direnişçi bir çizgiyi temsil etmektedir. Dünden gelen direnişçi miras, yarınların direnişçi işçi sınıfı hareketini kurabilmenin ilham kaynağıdır. Bizler için yapılması gereken şey, bu mirasa uygun düşecek şekilde kolları sıvayıp bir an önce direnişçi, demokratik ve birleşik bir işçi sınıfı hareketi için iş yerlerinde, mahallelerde ve ulaşacağımız her alanda bir araya gelmektir.
odak-direnis.com