spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetİşçi sınıfının orta vadeli geleceği

İşçi sınıfının orta vadeli geleceği

Son bir yıl içindeki vergi artışları, kredi kartlarına uygulanan taksit kısıtlaması ve faiz artışlarıyla milyonlarca emekçinin yaşamını sürdürebileceği olanaklara erişimi zorlanmış, hatta yaşam standartları günden güne hızlı bir çöküş yaşamıştır. Tüm bunlara ek olarak, Orta Vadeli Program (OVP), Onikinci Kalkınma Planı ve geçen hafta açıklanan Kamuda Tasarruf Paketi’yle iktidar, işçi sınıfına kemer sıkmayı hak görürken holdinglere servet aktarımına devam edeceğini bir kez daha ifade ediyor.

Karşımızdaki tablo elbette yeni değildir. Senelerdir eğitim ve sağlık alanlarında yaşanan yapısal değişimler bugün içinde bulunduğumuz tablonun temel unsurlarıdır. Özellikle 2010’larda gündem olan devlet okullarında malzeme alımının kısılması, yükün velilere bindirilmesiyle kamusal eğitim dolaylı yoldan ücretli hale getirilmişti. Aynı şekilde şehir hastaneleriyle sağlık da sermayenin ortaklığına teslim edilmişti. Bunların emekçiler üzerindeki tezahürlerini oldukça olumsuz biçimlerde gördük. Eğitimin giderek özel sektör alanına kaymasının yarattığı çalışma koşullarını Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası eylemleri ve açıklamaları vesilesiyle daha net biçimde anlayabildik. Sağlık emekçilerinin çalışma koşulları hem onlar açısından hem halkın sağlık hizmeti alması açısından zorlaştıkça zorlaştı. Bugün ücretsiz, kamusal sağlık hizmeti almak için birkaç dakikalık muayene süresi dışında bir hakkımız kalmamış durumda. Bakan Mehmet Şimşek’in kamu çalışanlarının servisinden kısma açıklaması bu sürecin başlangıcı değil, bir parçasıdır. İçinde bulunduğumuz tarihsel anda bu gidişatın işçi sınıfı aleyhine daha hızlı bir şekilde sertleşeceğinin duyurusu olarak dinliyoruz bu beyanları.

Kısa vadede parasal sıkılaşma ve kamu harcamalarında “tasarruf” neticesinde ücretler daha da kısıtlanacak, “asgari ücretlileşme” yaygınlaşacak ve esnek iş-esnek maaş ile işçi sınıfı çetin bir hayatta kalma mücadelesine hapsedilecektir. “Çalışanların ve emeklilerin reel gelirlerini düşürmek, onlara yönelik kamu harcamalarını kısmak, onlardan daha fazla vergi almak ve onların borçlanmasını zorlaştırıp daha pahalı hale getirmek bu kesimin elindeki harcanabilir geliri düşürmek suretiyle milli gelirden bu kesime ayrılan payın düşük tutulması, dış sermayeye yapılacak ödemeler için ayrılan kısmı artırır. Kemer sıkma politikalarını uluslararası finans için önemli kılan nedenlerin başında bu gelir.”

Burada kitabına uygun, açıktan bir IMF yapısal uyum programı olmayabilir ancak biliyoruz ki IMF ve Dünya Bankası’nın izlediği yol tam olarak bakanın açıkladığı formülden geçer dolayısıyla açıklanan bu programlardan sonra Dünya Bankası’yla yapılan anlaşma rastlantı değildir. Burada gözümüze bir başlık olarak IMF ya da Dünya Bankası’nın sokulması gerekmez. Kamusal hizmetlerde kesinti, emekçilerin ücretlerinde daralma yapısal uyum yoluyla ekonomik bağlılığın temel anahtarlarıdır. Latin Amerika örneğinde 1980-1986 arasında kent yoksulluğu yüzde 50 oranında artmıştır. Benzer şekilde Meksika’da kayıtdışı istihdam 1980-1987 arasında iki katına çıkarken halka yönelik kamu harcamaları yarısına düşmüştür. Şili ve Brezilya’da ise kentlerde yoksulluk oranı bir sene içinde yüzde 5 artış göstermiştir. 1973’teki neoliberal darbe sonrası başlayan süreçte solun baskılanması ve yoksullaşma paralel seyretmiştir. Bu dönemde önemli bir başka durum da kırsal coğrafyada yaşanan proleterleşme olmuştur. Temel geçim güvenceleri neoliberal küreselleşmenin saldırısıyla dağıtılan köylüler geleneksel mülkiyet haklarını yitirmişlerdir. Tüm bunlar olurken Dünya Bankası “Kent Politikası ve Ekonomik Kalkınması: 1990’lar İçin Bir Gündem” başlıklı bir rapor yayınlayarak kamu sektörünün özelleşmesine dair yol haritasını çizmeye devam eder. 1990’larda Çin ve Hindistan gibi ülkelerde sanayi işçilerinin sosyal güvencelerinin kısıtlandığı ve kamu çalışanlarının işten çıkarıldığı bir süreç yaşamıştır. Tüm bunlar 1970’lerden itibaren ilerleyen neoliberal saldırının her coğrafyada görülen etkileridir. Bunun yanında küresel ve yerel STK’lar ise bu politikaların uygulanmasından doğan itirazları yumuşatma, önceki dönemin kamu hizmetini bir yardım olarak sunma, rıza üretme ve isyan bastırma aracı olarak işlev görür. Direniş eğilimlerine karşı sistemli bir müdahale vardır ve “galeyan” düzenli olarak engellenir.

Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi kurumlar 1990’lardan itibaren giderek kamunun yerine STK’lar üzerinden hareket etmeye başlar. Uluslararası bağışçılar ve yerel temsilciler zinciriyle çoğalan ve nüfuz eden bu mekanizma neoliberalizmin genişlemesinin ve kamunun çöküşünün önemli araçlarından olur. “Katılımcı yönetim” gibi manipülasyonlarla ilerleyen bu akıl bugün bizden belediye kurumunun şirketleşmesinin, hatta halka arzının aslında özelleştirme olmadığına inanmamızı beklemektedir. Türkiye’de şu anda kamu sektörünün hayati işlevleri tamamen Dünya Bankası hibelerine ve kredilerine, IMF desteklerine, daha küçük çapta işlerde Avrupa Birliği projelerine ve fonlarına bağımlı hale gelmiştir. Bu, her gün “yerli ve milli” vurgusuyla işçi sınıfını manipüle etmeye çalışan siyasi iktidarın iradesi ve aracılığıyla olmuştur. Siyasi iktidarın neoliberal politikaları uygulama konusundaki şevkini bakanların Dünya Bankası görüşmelerine verdikleri önem ve harcadıkları mesailerden anlayabiliriz. Ana muhalefet partisi de gücü yettiğince benzer pozisyondadır, gücü artsa da sürdüreceği işlev aynıdır. Uluslararası sermayedeki bu rolü değiştirmek bir iktidar partisi değişikliği meselesi değildir. Bu kısa bir özetle anlatmak istediğimiz, Türkiye’de yaşanan durumun tarihsel ve evrensel bir çerçevesi olduğudur. Dolayısıyla Mehmet Şimşek programı neoliberal saldırının bir halkasıdır, Türkiye için kapitalizmin daha sert bir aşamasına işaret etmektedir.

Devletin tüm bürokratik araçları bu coğrafyayı ve insanlarını uluslararası sermayenin kaynağı haline getirmek için büyük bir uzlaşı ve örgütlülük içinde hareket etmektedir. Birer patron örgütü olan Organize Sanayi Odaları toplantı ve etkinliklerini takip ettiğimizde, örneğin lise düzeyinde okullara özel eğitim programları olduğunu görüyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz eğitimi özelleştirme, bu alanda çalışan emekçileri asgari ücrete mahkum etme ve gençleri eğitim hakkından yoksun bir geleceğe mahkum etme planı tarihsel bir akışta birleşir ve günün sonunda kurumsallaşmış, resmi bir çocuk emeği sömürüsü projesi olarak MESEM’i görürüz. Öğretmenlerin mahkum edildiği emek rejimi ile gençlerin eğitim hakkının bu düzeyde gasp edilmiş olması güncelde Mehmet Şimşek şahsında cisimleşen ekonomik programın birer tezahürüdür. Zaten kendisi de Nureddin Nebati ile başlayan sürecin bir parçasıdır. Nureddin Nebati emeğin değerini biçmek için gelmişti, Şimşek ise bu uygulamaların kurumsallaşması için göreve getirildi. Dolayısıyla kamunun tasfiyesinin ilan açıklamasının Mehmet Şimşek’e düşmüş olması da doğaldır.

Anadolu bir imalat ve enerji coğrafyası olacaksa bu işe kaynak olacak bir işgücü ordusu ve toprak rezervi gerekmektedir. Tarlası gasp edildiği için maden işçisi olan köylü ile okula gidemediği için OSB’lere, hatta üniversite bitirse dahi iş bulamadığı için İŞKUR tarafından lojistik depolarına gönderilen gençlerin kaderi ortaktır ve düşmanı birdir: Holdingler ve holdinglerin siyasi kanadı olan devlet. Hayata geçirmek istedikleri bu paket ve programları, kamu harcamalarından ve emekçilerin sırtından elde edilen artı değeri yine farklı sermaye gruplarına aktarma amacı taşıdığının farkında olarak bazı sorumlulukları da üstlenmek durumundayız.

Asıl mesele, Türkiye’de emeğiyle yaşayan herkesin bu giderek artan hayat pahalılığından, güvencesizlikten, sosyal-toplumsal baskılardan, enflasyon ve bilinçli yoksullaştırılmadan etkilendiği apaçık ortadadır. Sermayenin hem dünya genelinde hem de Türkiye’de refah yaratabileceği bir konumu kaybetmiştir, dolayısıyla ücretlerin enflasyon karşısında eritilmesi ve asgari ücret zammı temelinde fiili bir mücadele gerekmektedir. Esasında bir IMF programı olan bu program karşısında vereceğimiz mücadele ve direniş hikayesi iktidarı ve sermaye sınıfını farklı bir oyun planı arayışına zorlayacaktır. İçinden geçtiğimiz tarihsel eşikte kurtuluş reçetesi olarak sunulan muhalefet, çoktandır sermayenin programlarının dışına adım atmayan sarı sendikalar ve çeşitli kurumlar saflarını açıkça belli etmiştir. Bu noktada işçi sınıfının da aklı ve mücadelesi aynı düzeyde berraklaşmalıdır.

Üzerimize düşen sorumluluk, temmuz ayı için asgari ücrete zam talebini örgütlemek ve diğer taleplerimizi de dayatmaktır:

  1. Temmuz ayı için asgari ücrete ve emekliye zam isterken ücretlerin enflasyon karşısında eritilmesine karşı çıkmak.
  2. Reel ücretlerin artışını talep etmek.
  3. Belirli/belirsiz süreli iş sözleşmelerine kıdem tazminat hakkını ve daha fazlasını şart koşmak.
  4. “Asgari ücretlileştirme” karşısında durmak, bir işyerindeki farklı kıdemlerdeki bütün çalışanları asgari ücrete zorlama ya da işten çıkarma eylemine karşı gelmek.
  5. MESEM’i ulaşabildiğimiz her yerde teşhir etmek. Sağlık ve eğitim hizmetinin kamulaştırılmasına dair çalışmalar yapmak.
  6. Kamu harcamalarının yaygınlaşmasını ve doğrudan planlanmasını sağlamak.
spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler