spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetMigros depo direnişinin hatırlatması gereken ya da DGD-SEN’in kavgası - Başaran Aksu...

Migros depo direnişinin hatırlatması gereken ya da DGD-SEN’in kavgası – Başaran Aksu & M. Görkem Doğan

2022 yılının ilk iki ayında çeşitli iş kollarında hiçbiri bütünüyle ezilmeyen enikonu başarılı kitle seferberliklerine tanık olduk. Daha da önemlisi kamuoyunun özellikle sabit gelirli kesiminin bu tür eylemliliklere karşı hayırhah bir tutum takındığını hatta destek olduğunu gördük. İşçiler, emekçiler enflasyon tarafından anlamsızlaşan maaşlarında düzeltme istediler bunu da birkaç örnekte kamuoyunun desteğini alan ve kuvvetli eylemlilik süreçleriyle yaptılar. Emekçilerin Cumhur İttifakı iktidarına rızasının azaldığı, tarikatçılık, çetecilik, tribüncülük türü ilişki dünyalarıyla sağ ideolojiye entegre olmasının eskiye oranla kısmen de olsa daha pürüzlü olduğunu ifade ediyorduk, yüksek enflasyon ortamında bu durum sonuç yarattı. Emekçiler bu yanlış politikaların bütün bedelini bize ödetemezsiniz demiş oldular. Açıkçası yüksek enflasyon siyasetinin olumsuz sonuçlarının iktidar tarafından bütünüyle dar ve sabit gelirli toplum kesimlerine yıkılmasının kolay olmayacağı görüldü. Bunu sadece Cumhur İttifakı iktidarı açısından değil olası bir yeni iktidarın iktisadi daralmaya çözüm için önereceği sermaye sınıfı yanlısı politikalar kümesi açısından da ifade ediyoruz, tabi öyle bir iktidarın böylesi politikaları emekçilere satmak açısından ideolojik cephaneliği daha kuvvetli ve daha yaygın olacaktır. Yine de önce Çimsataş ve Divriği Çiftay Maden işçilerinin, ardından Trendyol çalışanlarının yaktığı, Migros Esenyurt depo işçilerinin harladığı ateşin hatırası bugünden yarına unutulmayacaktır.

DGD-SEN neden ve nasıl kuruldu?

2022 yılının ilk iki ayındaki bu emekçi hareketi herhalde pek çok yönden incelenecektir. Biz bu yazıda Esenyurt Migros depoda olan bitene, biraz da o eylemi örgütleyen sendikanın, DGD-SEN’in mücadele tarihi üzerinden odaklanacağız. Zira Umut-Sen pek çok sendika ya da işçi konsey ve komitesiyle birlikte çalışır ama DGD-SEN onun ikiz kardeşidir. İkisinin doğumu aynı tarihsel süreç deneyiminin ve sendikal siyaset tartışmasının iki neredeyse eş zamanlı sonucudur. Bu deneyim, Umut-Sen tartışmalarına katılan DGD-SEN Kurucu Genel Başkanı Murat Bostancı başta olmak üzere Gebze antrepolarında taşeron çalışan işçilerin sendikalaşma çabalarının deneyimidir. Taşeron işçilerin sendikalaşması o yıllarda başlı başına yeni bir fikirdi. Bugünlerde kimse hatırlamayı tercih etmese de, sendikal hareket 2000’li yılların ilk düzinesinde çoktan bitmiş bir dönem hâlâ devam ediyormuş gibi davranıyordu. Sendikalar (birkaç yetkisiz küçük DİSK sendikası dışında) kesinlikle taşeron işçilerin örgütlenmesiyle ilgilenmiyordu. Böylece fiilen işçiler arasındaki bölünmeye de katkı yapıyorlardı. Gebze aksının taşeron depo işçileri ise özellikle Migros depoda bir yandan sendikal siyaset tartışıyor bir yandan da örgütlenme için çeşitli sendikalarla görüşüyorlardı, hep oyalandılar bazen de düpedüz suratlarına yalnız oldukları ifade edildi. Bu sonuçsuz görüşmeler sendikal hareketin o gün içinde olduğu çürümüşlüğe dair aslında bir anlamda çok öğretici oldu. Sendikal çürümüşlük demişken, o süreçte Liman-İş Sendikası’na noter üzerinden yapmış oldukları altmış iki üyeliğe ait bilginin ertesi gün Migros depo yöneticilerine sendika merkezince ulaştırılması sonucu topluca işten atıldılar. “Geleneksel” sendikaların varlık nedenine dair aldıkları bu paha biçilmez ders sonucunda kendi sendikalarını kurmak istediler. Farklı depolarda işe girip Migros depodan getirdikleri mücadele deneyimini yaymaya başladılar. DGD-SEN böyle ve bu yüzden doğdu. Faaliyete sendika aramıyorduk, taşeron işçiye patronla mücadele etmesini sağlayacak bir araç lazımdı.

Eski sendikacılığı bir yaşayan ölü olarak hâlâ ayakta tutan esas olarak kapitalist devlet ve onun yasalarıdır. Birçok defalar iş mevzuatıyla olabildiğince esnetilen (o kadar esnetildi ki işçiye esnaf muamelesi bile yapılabiliyor) çalışma yaşamının sendikal tarafına baktığımız zaman sendikal faaliyet ve örgütlenmenin hâlâ olabildiğince katı tutulduğunu görürüz. 2012 yılında çıkarılan ve 12 Eylül’ün getirdiği çalışma düzenini bu yeni esnek çalışma düzenine uyarlayacak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu hâlâ tek bir sendikal örgüt formu yani milli tip işkolu sendikalarını (ve bunların beşinin yan yana gelmesiyle kurulabilecek konfederasyonları) öngörmektedir. Yani 12 Eylül’ün mirası sürmekte, yasanın tanıdığı sendikal formlar federasyon kurma yasağından dolayı 27 Mayıs döneminin bile gerisinde kalmaktadır. Çalışma düzeninin de dünya düzeninin de altmışlı yılların ithal ikameciliğiyle herhangi bir alakası kalmamış ama sadece sendikal form olarak ondan bile daha az esnek sendikal yapılar 6356 sayılı yasayla öngörülmüştür. Grev ve toplu sözleşmeye dair durum da böyledir. Yasal grev 12 Eylül düzeninin bir devamı olarak sadece uzlaşmazlıkla sonuçlanan toplu sözleşmeler sonunda kullanılabilen bir araçtır. Yetki tespitleri, neoliberal dönemde en önemli görevi girişimcinin önünü açmak olan Çalışma Bakanlığı’nın kontrolündedir. İş mahkemeleri ve Yargıtay yeni dönemin ruhuna uygun bir biçimde Keynesçi dönemin işçiyi kollama pratiğini tümüyle terk etmişken sendikal işleyişin yasal mevzuatı bütünüyle o dönemin pratiğine göre şekillenmiştir. Bu durum aslında ölmüş olan sendikaların zombi olarak varlıklarını sürdürmelerine izin verirken, başka bir biçimde var olamayacak sendikacılar da (sendikacılık diye bir meslek olmayacağını burada tekrarlayalım) bundan memnundur. Söz konusu mevzuatın sendikaların elini kolunu bağlayan hükümlerinin değişmesine dair bir talep onlardan duyamazsınız. 12 Eylül mevzuatı varken (artık olmayan noter şartıyla birlikte) hiç değilse barajları eleştirirlerdi, yeni yasanın yüzde birlik barajını bile artık benimsemişlerdir.

Sermaye sınıfı da bir tür sendikaya ihtiyaç duyar

DGD-SEN bu mevzuatın kendisine dayattığı işleyiş pratiğini tanımayan bir sendikal anlayışı sahiplenir. Kuşkusuz işçi dostu hukukçuların var olan mevzuat içinden devşirmeye çabaladığı yaratıcı hukuk uygulamalarını olabildiğince kullanmaya çalışırken, yetki, grev ile diğer eylemlilikler ve müzakere konularında işçinin hakkını almasını sağlayacak olan, mevcut zombileşmiş sendikal pratiğe uysun uymasın işçinin kararlaştırdığı her tür sonuç alıcı tercihi hayata geçirir. Dikkatimiz meşruiyet, yasamız sınıfın gücünün devreye sokulmasıdır. Diğer türlüsü hep Harlem’in kazandığı gösteri maçlarına dönmüş olan sendikacılık saçmalığını kabullenmek olur. Özellikle Migros depoları bu anlamda bu pratiğe teslim olunmaması gereken işyerleridir. Çünkü Koç’un önce Arçelik’te geliştirdiği satın alınabilir eski işçi önderlerinden işletme içi taşeron patronu çıkarma pratiğinin, sendikaları sözde örgütlü oldukları işletmelerin insan kaynakları departmanına çeviren o uygulamanın, şahikası olan örnek Migros’tur. Eski Tez-Koop-İş yöneticilerinin işletme içi taşeron firmaların patronu olarak firmanın sendikadan beklediği işlevi yani emeğin kontrolü görevini mükemmel olarak yapmayı becerdiği örnek, Migros’tur. US Grup ve MBM gibi şirketlerin ve patronlarının hikâyesi bir yönüyle doksanlardan itibaren Türkiye’de işçi sendikaları tarihinin öyküsüdür. DGD-SEN işte bu çarka çomak sokma kavgasının adıdır.

Son Esenyurt Migros depo eylemliliği sürecinde uygulanan yöntemlerin gerekliliği, başarısı ve benzeri kriterler ancak bu bağlamda tartışılabilir. DGD-SEN, TÜSİAD önüne, Anadolu Grubu önüne ya da Tuncay Özilhan’ın köşkünün sokağına gidince liberaller ifade özgürlüğünün altın standardını unutup böyle şey olur mu dedi. Mevzuat sendikacılığı yapmadığınızda eylemliliği kamuoyunun dikkatini çekecek ve muarızınızın canını sıkacak alana taşımak şarttır. Uzun yasal grev mevzuatı bütünüyle patronu greve hazırlayacak zamanı kazandırmak üzerine kuruludur. DGD-SEN’in mücadele tarzı patronun ezberini sarsmaya onu hazırlıksız yakalamaya çalışır, başka nasıl zafer kazanabilirsiniz. Bununla birlikte sendikacılık sonuçta muarızınla masaya oturmaya dayanır. Müzakere noktasına mevzuata uymadan gelebilmek için de işçinin mücadele iradesini hakikaten yansıttığınızı göstermeniz gerekir. Temsil değil, işçinin iradesinin bütün mücadele sürecine yansıyarak damga vurması ve sonuçta müzakerenin onun kırmızı çizgileri bilinerek yapılması. Müzakerenin zemini yasal değil fiili olduğu zaman tanınır bilinir isimlerin aracılığı ya da köprü vazifesi görmesi gerekebiliyor, müzakerenin gizli kapaklı değil aleniyetinin sağlanması için de bu durum faydalı olabiliyor. Ama her şeyden önce işyerindeki işçiyle kavileşme, kardeşleşme ve ortak bir azim ve iradede birleşme… Bu görünmez meşakkatli, kesintisiz faaliyet olmadan sonraki görünürlük ve kamuoyunu da kendi tarafına çekmeyi hedefleyen faaliyetler başlayamaz. DGD-SEN pratiği bu bilgeliğe dayanır.

Sendikal faaliyet butik bir faaliyet olamaz

Bazı dostlar sendikal mücadelede şövalyece kahramanlık arıyor. Direniş öykü ve anlatıları işçi sınıfı bitti denilen bu zamanda ilham verici olabiliyor. Bu güzel ama bugünlerde sokağa çıkmaya cüret eden işçi öncelikle ekmeğinin derdindedir. Radikal görünen bir eyleme ikna olur, maceracılığa ikna olmaz. Direnişleri, en heyecanlılarını bile bu bağlamda düşünmek gerekir. Direniş çözer evet ancak kendi başına değil. Direnen işçidir ve ertesi gün ödeyeceği fatura, kira çoğunluğunun en acil düşüncesidir. Böyle kaygıları olmayan bir sendikal örgütçü olarak bunları dikkate almazsan direnecek kimse de bulamazsın. Yoldaşına direnişçi işçi rolü oynatırsın. Başarılı bir işçi direnişi işçinin gözünde sosyal medyaya verilen fotoğrafla değil masadaki kazanımla ölçülür. Özellikle kendi işyerindeki haysiyet kırıcı muameleye baş kaldırma cesareti bulmak için bu direnişlere bakan işçinin gözünde. DGD-SEN de hep bu iradeyle o işçiyi mücadeleye sevk etme bilinciyle hareket etmiştir. Siyasal mücadele sosyalizm fikrini yeniden işçiler arasında kanlı canlı bir yaşayan hareket kıldığında bu cümleler farklı kurulur. Ekmek mücadelesi günlerinde durum budur.

DGD-SEN’in kavgası sürüyor, bir gün ulusal bir iş kolu sendikası olacağı günün hayalini kurmuyor, sıradaki kavgasının planını yapıyor. Plan şart çünkü zaten verili bir mevzuata dayanarak yapabileceği bir faaliyet de yok. Bu onun zafiyeti ya da eksiği değil bu neoliberal dönemin hakikati; o yüzden mevzuata dayalı sendikaların en iyisi bile 2000’lerin başında asgari ücretin dört katı olan ortalama iş kolu ücretini bugün asgari ücretin bir buçuk katına düşmesini seyretmiş durumda. Devletin kendisini sokmadığı coğrafyalarda örgütlenme çabalarının boşa düşürülmesini korkaklık ve ataletle seyreder durumda ve en iyi ihtimalle uluslararası sendikal destekle kimi patronların toplu sözleşme masasına saygı göstereceğini umut etmek durumunda. DGD-SEN kendi dışındaki odaklara dair umut etmeyi çoktan kesti, masa kurulana kadar kavga ediyor, başarı elde edilirse mücadelenin sıçradığı işyerine geçiyor. Esenyurt CarrefourSa depodan Esenyurt Migros depoya geçtiği gibi. Böylece havzaya iyice yerleşiyor ve giderek o havzada sendikal mücadelenin odağı olmayı hedefliyor. Üye değil mücadele arkadaşı, aidat değil sınıf kavgası deneyimi biriktiriyor sınıflar mücadelesini harlamak için. Hakikati budur. DGD-SEN ve Umut-Sen’i yan yana getiren, iktidarın 12 Eylül sonrası başlattığı bir saldırıya göğüs gerebilmek için işçilerin yeni tip bir sendikal çalışmaya duydukları ihtiyaçtır. Bugün yalnızca “işçileri örgütlediğimiz” için değil, bunu sermaye sınıfı açısından avantajlı ama eski tip sendikal çalışma için dezavantajlı koşullarda yapabildiğimiz için kendimizi başarılı sayabiliyoruz. Ama hâlâ gidilecek çok yol kazanılması gereken çok kavga var. Yolun başındayız.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler