spot_img
spot_img
Ana SayfaDepremAntep’in tekstili, Maraş’ın sanayisi, Antakya’nın tarihi: Sınıf savaşının iktisadi coğrafyası ve genişleyen...

Antep’in tekstili, Maraş’ın sanayisi, Antakya’nın tarihi: Sınıf savaşının iktisadi coğrafyası ve genişleyen riskli alanlarımız – Burcu Arıkan

6 Şubat tarihli Maraş merkezli depremin üzerinden iki ay geçmişken depremzedelerin su ve gıdadan tutun barınma, iş, eğitim gibi hayati pek çok ihtiyacı hala yakıcı boyutta devam etmekte. Seçim gündemi depreme dair pek çok şeyi gölgeliyor ama bu esnada sermaye hız kesmeden yoluna devam ediyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. Her gün onlarca işçinin öldüğü, onlarca insanın evinden edildiği bir düzen daha yası tutulmamış acıların enkazından rant çıkarmayı düşünecektir. Sermaye kendi sınıfı adına üstüne düşeni yapıyor sadece. Dolayısıyla acele kamulaştırma ilanları, şu ana kadar yayınlanan 61 inşaat ihalesi ve Antakya merkezinin riskli alan ilan edilmesi asla “bu ne hız” denilecek hamleler değil. Depremin ilk gününden itibaren sayısız kararname çıkartan iktidar daha önce bahsettiğimiz üzere deprem coğrafyasını bir mülksüzleştirme ve proleterleştirme merkezi olarak görüyor. Seçime dair bir cümle kuracak olursak, ana muhalefetin de bölgeye dair söylemleri üretim üssü vaadine dayanıyor. Dolayısıyla sermayenin farklı görünen taraflarının yolu oldukça ortak ve kararlı, biz de kendi sınıfımızın mücadelesinin kararlı hattını çizebilmek adına en başından beri bu yolu anlamaya çalışıyoruz.

5 Nisan 2023 Çarşamba günü Antakya merkezinin riskli alan ilanı kararı resmi gazetede yayınladı. 6306 sayılı yasa daha öncesinden tanıdığımız, Fetihtepe, Tozkoparan, Tokatköy, Diyarbakır Sur gibi pek çok mekânda uygulanmış bir yasa. Deprem bölgelerinde yapılaşmaya dair 126 nolu kararnamenin ilk çıktığı günden beri nasıl uygulanacağı konusunda bir muğlaklık vardı. Ve aslında şunu biliyorduk, iktidarın elinde 6306 gibi çelikten bir araç varken başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Benzer şekilde Malatya’da da acele kamulaştırma kararları ve riskli alan ilanları yayınlanmıştı. Yani “bu ne hız” dediğimiz Antakya örneği de süreçteki ilk riskli alan ilanı değil, 16 Mart 2023 tarihinde Battalgazi ilçesi sınırlarındaki Hidayet ve Hamınınçiftliği mahalleleri ve 31 Mart 2023’te yine Battalgazi Şehtifevzi mahallesi için yayımlanan riskli alan ilanları ile 6306 sayılı yasayı kullanacaklarının sinyalini vermişlerdi. Görünen köy kılavuz istemez tabi ki, bu yasayı 2012 senesinden bu yana ince ince geliştirdiler ve mülkiyet gaspı/ transferi için düzen hukukunu bile şaşırtacak bir noktaya getirdiler. 6306 sayılı kanunun uygulanması esnasında zorluk yaşadıkları zamanlarda yetkiyi Bakanlığa geçirme gibi denemeleri de Fikirtepe ve başka örnekler üzerinden yapmışlardı. Deprem sonrasında belediyelerin yetkilerini tekil müdahaleler ile bakanlığa geçirme işini daha kapsamlı bir ölçeğe taşıyarak OHAL ilan edilen tüm illerdeki yerleşme ve yapılaşmaya dair işleri, ki bu işler belediyelerin var olma sebebinin büyük bir kısmını oluşturur, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlamış oldular. Bu esnada üzerine çok konuşulamayan bir başka konu olarak 126’nın paralelinde bir de 136 sayılı kararname yayımlandı. 13 sayılı kararname de Sanayi Bölgelerinin yer seçimi ve inşasına dair tüm yetkileri Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ve Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlamış oldu. 10 Nisan 2023’te resmi gazetede gördük ki 126 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, tam da beklediğimiz üzere, 7452 sayılı kanuna dönüştü. Böylece belediyelerin yetkisinin gasp edilerek merkezi yönetime bağlanması kanunlaşmış oldu.

Deprem bölgesi için 6306 sayılı yasa daha da biçilmiş kaftan, çünkü yasanın meşhur bir 6.maddesi var. Bu madde “Üzerindeki bina yıkılarak arsa hâline gelen taşınmazlarda” ifadesi ile başlıyor. Yani deprem bölgesini tanımlayan bir ifade diyebiliriz. Özellikle de yıkılmış ya da yıkılması gerekecek durumda olmayan binanın neredeyse kalmadığı bir durumda 6306 sayılı yasa uygulamalarında devletin önüne çıkan tek pürüz de ortadan “kendiliğinden” kalkmış oluyor. “Normal koşullarda” bu maddeyi uygulamak için elektrik, su, doğalgaz keserek insanları zorla tahliye ederek ve hatta Tozkoparan’da şahit olduğumuz üzere, içerisinde insan olan binalarda yıkım başlatıp korku içerisinde kaçırarak bu “arsa haline gelme” durumunu yaratıyorlardı. Yıkım da, elektriksiz, susuz kalmak da, tahliyeye mecbur kalmak da 6 Şubat depremi ile bizler için korkunç bir şekilde, sermaye açısından ise “zahmetsiz” bir şekilde gerçekleşmiş oldu. Yerel idareler ile yaşanacak çelişkiler de önce 126 sayılı kararname, sonrasında da bu kararnamenin kanunlaşması ile aşılmış oldu.

Yani Malatya için de, Antakya için de riskli alan ilanı ile 6306 uygulamasını devreye sokmak da yerel yönetimleri devre dışı bırakmak da sermayenin kendi çıkarı açısından yapabileceği en mantıklı hamle. Biz bu noktada ne yapıyoruz, ne yapmalıyız? İşte bu kısım biraz çetrefilli. Öncelikle bu yasanın uygulandığı onlarca örnekte süreçlerin nasıl işlediğini iyi biliyor olmak lazım. Burada süreç ile kastım yıkıma gelen dozerin önündeki direniş ve insanların evsiz kalmasına dair birkaç haber ya da sosyal medya paylaşımı değil. Bunlar ekseriyetle bu sürecin kapanışıdır. Bizim bakmamız gereken şey 2022 senesinde Fetihtepe’ye dozerler gelmeden çok önce, yani 2012’de dönüşüm projesinin ilanından sonraki koskoca on senede neler olduğu. Bununla kastım ise hem sermayenin ne yaptığına bakmak, hem de muhalefetin ne yaptığına ya da ne yapmadığına, yapamadığına, yanlış yaptığına bakmak. Politik analiz ve tespitler açısından iştah kabartıcı bir bolluk içerisinde olduğumuz çok doğru ama mücadele yöntemleri açısından eşit oranda kıt ve paralize bir dönemdeyiz uzun zamandır. Her şeyden önce bunu önümüze koymadan Malatya ya da Antakya’daki riskli alan tespitleri ve buna benzer yaşanacak sayısız hak gaspı hakkında pek bir şey yapma şansımız olmayacaktır.

“Bu ne hız?”

Acele kamulaştırma ve riskli alan ilanlarına karşı yöneltilen bu soru üzerine konuşmak gereken birkaç şey var. Öncelikle devlet zaten ilk günden itibaren “yokluğu” ile depremzedeleri ölüme, yokluğa terk ederken “varlığı” ile kararnamelerini yazdı, bağışlarını topladı, sermaye ilişkilerini kurdu ve pek çok koldan kendi yolunu yürümeye başladı. Biz de benzer şekilde, dört bir koldan deprem illeri ile dayanışmaya koştuk ve gücümüz oranında oradaki “yokluğu” doldurduk. Daha önce iktisat tarihçisi Alp Yücel Kaya ile yaptığımız bir yayında kendisinin çok net açıkladığı üzere kamu denilen şey uzun zamandır bu “yokluğun” ta kendisi idi ve deprem bizim devletin nerede olmadığını ve nerede de tam tekmil olduğunu görmemize maalesef çok acı bir vesile oldu[1].

Bizim kurduğumuz dayanışma çok güçlüydü, gücümüz oranında. Bu ölçekte bir felakete dev bir ekonomik krizin içinden geçen bir halk ne kadar yetebilirse o kadar yettik. Kimse bir adım geri durmadı, kimse “ben ne yapabilirim ki” demedi. Ve haberini alır almaz yollara dökülerek, ilk günden itibaren elimizi kelimenin tam anlamıyla taşın altına koyarak orada olduk. Bu ne hız sorusunu kendimize de sorabiliriz bu anlamda. Bu kendinden olanla aynı safta durmaya dair refleks, biz bizeysek dayanışmamız gerekir diyen ses, işte bu hızın kaynağı buydu. Benzer şekilde sermaye de ilk günden itibaren sanayi odaları ile MÜSİAD’ı, TÜSİAD’ı, KALYON’u, LİMAK’ı, Amazon’u, Yemeksepeti ve adlarını saymakla bitmez şirket ve STK’ları ile koştu bölgeye. Aslında aynı gün çıktık yola, istikametlerimiz farklıydı sadece.

Çıktığımız yolların farklı olmasının bize getirdiği bir dezavantaj oldu tabi. Onları çok göremez olduk. Depremzedelerin ve dayanışmaya giden gönüllülerin, ellerinde avuçlarında olanla kaldırmaya çalıştığı enkaz o kadar büyüktü ki, bakıp da görecek imkân da azdı. Onların bizim her adımımızı izleyecek, görecek imkânları sonsuz iken bizim bunun için çaba sarf etmemiz gerekiyordu. Ama bu bir sınıf savaşı ise karşımızdakinin her hamlesi en az bizim kendi yaptıklarımız kadar önemli. Fırsat bulup da bakamadığımız, göremediğimiz bu iki ayda, örneğin, geçici barınma yapılmazken acele kamulaştırma kararı çıkıyor gibi serzenişler yükselmeye başladı. Peki, gerçekten geçici barınma konusunda yavaş mı davranıyordu iktidar? Ya da diğer işleri yapış hızı durduğu yerle çelişiyor muydu? İşte bu sorunun cevabını öğrenmek için “onların” olduğu yerlere bakmak gerekiyor. Hem alanda, hem basında onların olduğu yerlerde bu sorunun cevabı açık seçik var ve hiç iç açıcı değil.

İlan edilmiş riskli alanlar ve ilan edilmemiş “riskli alanlar”

Daha önce şirketlerin konteynerkentleri üzerine giriş niteliğindeki yazıda[2] biraz bahsedilen geçici barınma meselesini bir adım daha detaylandırmak ve bunun da bizlerin “bu ne hız” tepkilerimize ve Antakya’da ilan edilen riskli alanın politik muhtevasına bağlamak istiyorum. Alana dahi gitmeden, sadece sosyal medyadan takiple dahi görebildiğimiz büyük ve korkunç bir tablo var geçici barınma konusuna dair. Bugüne kadar Maraş, Adıyaman, Hatay, Malatya, İskenderun, Antep ve ilçelerinde binlerce konteynerlik onlarca konteynerkent kurulmuş durumda. Çok daha fazlası ise yolda. Ve sandığımızın aksine iktidar bu konuda hiç yavaş davranmıyor. Konteyner üreten firmalar genelde çift vardiya ve hatta 3 vardiya çalışıyor. Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü’ne bağlı tüm fabrikalar konteyner üretimi için seferber edilmiş durumda. Eğer birkaç gün “konteyner” kelimesi ile aramalara yaparsanız sosyal medyanın izleme algoritması instagram sayfanıza tüm üretici firmaları dökmeye başlıyor. Bu sayede sizi izleyenleri izleme şansınız oluyor. Adını sanını bilmediğimiz yüzlerce firma konteyner işine girmiş ve burada karmakarışık bir ilişkiler ağı ile karşı karşıyayız. Maraş’ta MÜSİAD’ın kurduğu 2100 kişilik konteynerkent için İHH bağış çağrısı yapıyor, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) Adıyaman’da konteyner kent kurarken Albayrak Hatay Kırıkhan’da, Baykar Maraş’ta, Kalyon Islahiye’de, İstanbul Sanayi Odası Hatay’da çoktan geçici barınma alanları açmış durumda. Bu esnada belki hiç adını duymadığımız Hüdai Vakfı, Mavi Hilal Vakfı, Umuda Koşanlar Vakfı, Hikmet Kiler Vakfı, Bülbülzade Vakfı, Hayırlı İşler Yardım Derneği gibi sayısız STK hem konteynerkent için bağış topluyor hem de bu alanlarda çocuk alanlarında etkinlikler, kadınlara tesktil atölyeleri, kuaförlük eğitimleri düzenliyor. Çocuklar ve gençler konusunda Kalyon ve Cengiz holding çok “hassas” ve çoğu alanda “üreterek iyileşiyoruz” şiarıyla atölyeler yapıyorlar. TSK konteynerkentlerde bulunan okulların bazılarını üstleniyor ve sık sık ziyaretlerde bulunuyor. Hepimizin işçi düşmanlığı ile tanıdığı Yemek Sepeti de TEGV ile ortak Ateş Böceği Öğrenim Birimleri denilen birimler üzerinden çocuklara ve gençlere ulaşıyor. Bu tablodaki ilişki ağları çok daha detaylı ve bu yazının kapsamını aşar ama şunu çok açıkça diyebiliriz ki kurulmadığını sandığımız geçici barınma alanları “maalesef” demekten kendimizi alamayacağımız biçimde kuruluyor.

Daha önce Burcu Çıra’nın dikkat çektiği OSB- konteynerkent ilişkisini hatırlayacak olursak[3], buraların tamamı gerek ilişki ağları, gerek konumları, gerek içerdikleri programla yeni bir iktisadi coğrafya tanımlıyor. Bu coğrafyayı ve tüm geçici barınma alanlarını biz kendi açımızdan hızlı bir şekilde “riskli alan” ilan etmeliyiz. Ve Antakya’nın riskli alan ilanına da çok benzer bir yerden bakmalıyız. Çünkü devlet için Türkoğlu’nda depo, Antep’te tekstil, Kırıkhan’da OSB ne ise Antakya’da tarihi değer ya da kültürel miras o demek ve bu sermaye açısından oldukça tutarlı. Yeni bir şey de değil bu, tüm dünyada bilinen, tartışılan bir konu. Her yerin ederine “özenle” bakan sermaye tarihi değeri olan yerlerde de bunu görür. Dolayısıyla ilk günden itibaren deprem bölgesinin her alanına dair başka bir stratejileri var. Ve bölgeye dair benzer bir bakış açısı ana muhalefet için de geçerli. Örneğin Samandağlılar topraklarında kalmak, ekip biçmeye devam etmek, hayvanlarına sahip çıkmak için uğraşırken Kılıçdaroğlu buraya dair bir riskli alan ilanı açıklayamıyor belki ama “Samandağ’dan Mersin’e Akdeniz’in en büyük üretim üssünü” vaat ediyor. Böyle bir senaryo gerçekleştiğinde Samandağ’ın da Samandağ olarak kalamayacağını görmemek mümkün değil. Aslında gerek iktidarın, gerek ana muhalefetin tüm gelecek vaatleri sermayenin yolunda ilerliyor. Koskoca bir coğrafyaya dair ağızlarından çıkan her cümle bizler için yeni bir mülksüzleşme, işçileşme, yerinden edilme riski yaratıyor. Muhalefetin depremzedelere ücretsiz konut vaadi dahi zaten mülkü olanları kapsıyor sadece ve bu ücretsiz konutların maliyeti, bedeli için öne sürülen kaynaklar henüz somut şekilde ortada yok.  Tüm bu afetin bizim var olan gerçekliğimizin daha sert bir hali olduğunu görmek, bunun için de her şeyi en berrak haliyle görmek gerekiyor. Afete has bir kapitalizm, bir alanı diğerinden özel kılan bir ilan aramayı, görmeyi aşan bir bakış açısını nasıl inşa edebiliriz diye düşünmek gerekiyor belki de.

El koymalar, riskli alanlar ve bize reva görülenin sürekliliği

Hatay Valiliği biri 19 Mart diğeri 4 Nisan’da olmak üzere, depremzedelerin mülklerini içeren iki ayrı el koyma kararı yayınladı. İnsanları mülklerinden çıkarıp yukarıda anlatılan ilişki ağları içerisinde şekillenen konteyner kentlere götürmek için yapılan bu hamle çok az gündem olabildi. Örneğin Samandağ Sutaşı mahallesindeki depremzedeler neredeyse bir aydır arsalarının karşısında çadır kurdular beklediler. Kendi yerlerine yapılacak olan konteynerkentlerde yer alabilecekler mi bilgisine bile ulaşamadılar. Ve bu haftasonu da çadır kurdukları alanın Karayolları arazisi olduğu ve yol genişletme çalışması yapılacağı gerekçesi ile çadırları boşaltıldı. Peki, el koyulan arsaların tam karşısında bir kamu arazisi var ise neden depremzedenin mülküne el koyuldu? Neden halkın arsasına çökmek afet durumu kapsamında acil bir iş iken senelerdir yapılmayan yol genişletme işi birden acil bir iş oldu? Tamamı yıkılmış şehirlerin içinden geçen bir karayolu nasıl barınma hakkından daha öncelikli hale geldi? Ve pek tabi yaşanan bu hak gaspına karşı halk neden savunmasız kaldı? Bu gündemlerin hepsi neden hafife alındı? Eğer bu alanlara yapılan yatırımın büyüklüğünü, bu işe dâhil olanların kimler olduğunu ve ilişki ağlarını sarih bir şekilde görebilirsek 14 Mayıs’tan sonra da bunlara “buradan gidin” demenin öyle kolay bir iş olmayacağını anlayabiliriz.

Cumhur İttifakı’nın deprem bölgesinde vurguladığı “Yükselen Anadolu” olsun, Millet İttifakı’nın dünyaya karşı rekabet edecek üretim üssü olsun, bizler için hayatın bize reva görülen kadarına tamah etmekten öte bir vaat içermiyor. Tüm Anadolu, işçi sınıfı açısından bir “riskli alan”dı zaten ve bu risk tam da sermayeden beklenecek bir ivmeyle büyüyor. Bunun karşısında durmak için o konteynerkentlere sürüklenen binlerce insanın geleceğinin nasıl örgütleneceğinden ya da Antakya’nın “tarihi”nin öznesi olan insanların yaşamlarının nasıl savunulacağından başlayarak düşünmemiz gereken çok fazla sorumluluğumuz var.


[1] https://www.youtube.com/watch?v=g_WRrOIxaSk

[2] https://umutsen.org/index.php/sirketlerin-konteyner-kentleri-gelecegin-cografyasini-sekillendirecek-bir-esik/

[3] https://umutsen.org/index.php/organize-sanayi-bolgelerinin-yeniden-insasi-sermayenin-deprem-firsati-burcu-cira/

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler