spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelSermayenin sınırlarının “İhlali” yahut direnişin yeri neresidir?

Sermayenin sınırlarının “İhlali” yahut direnişin yeri neresidir?

M.Onur Koçer, Burcu Arıkan
Umut-Sen Ekoloji Kolektifi/ Kent Çalışma Grubu

“Direniş budur, böyle yapılır. Nerede direnecek işçi, evinin salonunda mı?”

-Bağımsız Maden-iş Sendikası Genel Başkanı Gökay Çakır

Soma’da Özyeğin ailesine ait Fiba Holding’e bağlı Polyak Madencilik’te çalışırken sendikal faaliyet yürüttüğü için Kod 46 ile işten atılan Bağımsız Maden-iş Sendikası üyesi Erdoğan Çapaklı, işe geri alınmak için sendikasıyla birlikte Polyak Madencilik önünde kararlı bir direniş sürdürüyor. Bu direniş, Polyak Madencilik önünde nöbet tutarak, İstanbul Levent’te bulunan Fiba Holding’in önüne giderek yahut madenin giriş çıkış kapısını tutacak biçimde devam etti. Direniş madenin kapısının önüne taşındığında Bağımsız Maden-iş Sendikası genel başkanı, yöneticileri ve direnişçi maden işçisi Erdoğan Çapaklı bir gün içerisinde altı defa jandarma tarafından gözaltına alındı ve her defasında direniş alanına geri döndüler. Bu gözaltılar esnasında jandarmanın “burada yapamazsınız (direnemezsiniz)” demesi üzerine Bağımsız Maden-İş genel başkanı “Direniş budur, böyle yapılır. Nerede direnecek işçi evinin salonunda mı?” diyerek sermayenin sınırlarını faş eden bir soruyla cevap veriyor. Cevabını herkesin iyi bildiği bir soru. Sermaye, sınırlarını ancak o sınırlar ihlal edildiğinde açık etti ve kolluk aracılığıyla hadsizce direnişe yer tayin etmeye kalkıştı. Bu vesileyle Polyak direnişini selamlayarak cevabını bildiğimiz bir soru da biz sormuş olalım: Direnişin/eylemin yeri neresidir? Sınırlar ihlal edilmeden direniş/eylem mümkün müdür?

Biraz hafıza tazelemek adına 2022’de yapılan Migros depo ve ETF tekstil direnişlerine bakalım. Migros ve ETF direnişleri süreç boyunca bu tartışmanın bağlamına oturan bir eylemsellik gösterdi. Migros depo direnişi işten atılan 257 işçinin işe geri alınması, ücret artışı, İSİG uygulamaları, prim gibi talepler çerçevesinde yürütülmüş, DGD-Sen öncülüğünde gösterilen müthiş bir çaba ve mücadele neticesinde direniş 17. gününde kazanımla sonuçlandırılmıştı. ETF direnişi, patron Sanem Dikmen’in küçülmeye gideceğini söyleyerek fabrikayı kapatması ve Deriteks üyesi işçileri kapı dışarı etmesiyle işçilerin neredeyse çocukluklarından beri çalışarak hak ettikleri tazminat alacaklarını ödememesi üzerine başladı. Direniş 79. gününde işçilerin başvuruları neticesinde patron Sanem Dikmen’in mal varlığına mahkeme tarafından tedbir kararı konularak haciz işlemleri başlatılması üzerine fiili olarak sonlandırıldı.

Polyak Madencilik’te süren direnişle birlikte Migros ve ETF direnişlerine de dönmemizin bir sebebi var: Eylemlerin, direnişlerin mekânı. Migros direnişi 15. gününde patron Tuncay Özilhan’ın evinin önüne taşınmış, yüzlerce işçi “biz evimizde açsak Özilhan’a da evinde huzur yok” diyerek gittikleri Özilhan’ın evinin önünde ters kelepçeyle gözaltına alınmıştı. Yine direniş süresince Migros marketlerde yapılan kasa kilitleme eylemleri ve boykot çağrıları direnişi işyerinin sınırlarından çıkararak genişletmişti. ETF işçileri de Sanem Dikmen’in malları kaçırma girişimlerine karşı 79 gün boyunca fabrika önünde 7/24 nöbetteydi. ETF işçileri fabrika önünden beş kez gözaltına alındı, patron Sanem Dikmen malları ancak işçiler gözaltındayken kaçırabildi. İşçiler sonraki aşamada eylemi “Sanem Dikmen buradasın aç kapıyı biz geldik” diyerek kendilerini muhatap almayan patronlarının evinin önüne taşıdı. Ayrıca ETF Tekstil ile anlaşmalı olan Mavi, Columbia, Skechers gibi markaların mağazalarında da hem direnen işçiler hem de onlarla dayanışmak isteyen onlarca insan benzer eylemler yaptılar.

Sermayenin üretimi kentlerden izole etmesi, işçilerinse buna karşı direnişi sermayenin gösteri alanlarına taşıması bu direnişlerin kesişim noktasıdır. Sermaye kentteki gündelik hayatı üretimden izole ederek kenti bir tüketim alanına/sermayenin vitrinine dönüştürmek ister. Sermaye bu vitrini üretilen ürünün AVM’lerde, zincir mağazalarda sergilendiği, pazarlandığı bir alan olarak kurgular. Lefebvre sokak, AVM, kafe, market gibi kamusal alanların sessiz bir şiddetsizlik anlaşmasıyla var olduğundan bahseder. “Buralarda sıkıntıya yer yoktur, sakince gitmek ve kendini iyi hissetmek istenir” ve burjuvazinin inisiyatifinde şekillenen kentsel mekân bu konsensüs üzerinden sürdürülür. Sermayenin kentinde nerenin kime ait olduğu bellidir ve buna uygun davranışlar sergilenmesi beklenir. Bu durum aynı zamanda mekân içinde bir mülkiyet mantığı oluşmasına yol açar[1]

Bahsettiğimiz Migros ya da ETF direnişleri dahilinde yapılan Migros kasa kilitleme eylemleri ya da Mavi gibi mağazalarda yapılan dayanışma çağrıları Lefebvre’in bahsettiği bu mekânsal uzlaşmayı göründüğünden daha derin biçimde yarar. Kendisi de çoğunlukla ücretli çalışan olan ve kredi kartları ile borçlanarak bu kamusal alan görünümlü tüketim alanlarında bulunanlar, direnişlerin ürünlerin sergilendiği mekânlara taşınması ile birlikte sermayenin gizlediği üretim süreçleriyle yeniden karşılaşır. Aynı şekilde tüm bu ışıltılı mağazaları ayakta tutan mağaza/market çalışanları bu eylemlerle birlikte kentin bambaşka bir yerinde süren bir sınıf mücadelesinden haberdar olur. Bu noktada direniş sermayenin dayattığı mekânsal konsensüsü bozmuştur. Hiçbir şey olması gerektiği yerde değildir. Üretim süreci ve emek sömürüsü teşhirinin tüketim vitrinini “işgal” ettiği bir durumda sermayenin kırılgan kurgusu bozulur. Lefebvre yukarıda bahsettiği şiddetsizlik ve mülkiyet sınırlarına razı olmaya dair sessiz anlaşmayı doğrudan sınıf mücadelesinin reddi olarak tanımlar. Çünkü mekânı değiştirecek olan tek güç sınıf mücadelesidir ve mekânın inisiyatifinin sermayeden alınmasıdır. Bir mağaza vitrininde sergilenen tişörtün bir kadının 15 yaşından itibaren gece gündüz karın tokluğuna çalışması ile orada olduğunun teşhiri bu anlaşmayı bozar ve sınıf mücadelesi tam da bu noktada mekân üzerinde inisitayif almaya başlar. 

Bu yüzden, ne Migros ne ETF eylemleri salt boykot çağrısı olarak düşünülebilir. Bir eylemi adının ne olduğundan öteye taşıma gücü olan şey mekândır ve bu eylemler sermayenin ilk bakışta görünmeyen ama bir o kadar da katı mekânsal sınırlarına meydan okuyarak her şeyi sermeyenin lehine olması gereken yerden alır ve sınıfın lehine olması gereken yere taşır. Tuzla’da süren sömürü ile Kadıköy’de AVM’de kredi kartı borcuyla yaşayanı birleştiren yeni bir coğrafya kurar. Bu bir tüketici boykotu değil, tüketicinin de sadece tüketici olmadığını hatırladığı bir karşılaşmadır. 

“İstanbul’da ‘modern’lik, Balya’da kölelik” sloganında kastedilen İstanbul da tam olarak sermayenin kent kurgusundaki İstanbul’dur. Bahsettiğimiz vitrin, burada AÇEV’dir, İKSV’dir, İstanbul Modern’dir. En aşılmaması gereken sınırlar zorlanır, yerin altında ölümüne çalışması beklenen madenci “yerini bilmez”, “haddini aşar” ve İstanbul’daki krallıktan bahseder. Bu “sınır ihlali” güçlü bir sestir ve buradan AÇEV, İKSV, İstanbul Modern gibi prestij kurumlarında gönüllülük üzerinden ücretsiz emek, öğrenci stajyer sömürüsü, düşük ücret, esnek mesai gerçekliğine kadar uzanır. Ve aslında sermayenin İstanbul’una seslenirken, sınıfın İstanbul’u da bu sesi duyar. Yeri madenin dibi olan madencinin sesi İstanbul’daki krallığı emekleriyle var eden sanatçılara ulaşır ve Balya ile İstanbul arasındaki mesafe kısalır. Zaten sermayenin sınırları tam da ikinci karşılaşma, birbirini duyma gerçekleşmesin diye vardır.

Bu görünmez sınırlar içinde yaşayıp giderken bunları unuturuz. Bize dünyada gösterilen yerin darlığını ancak direnişlerle zorladıkça idrak etmeye başlarız ve adım adım patronların evine kadar bu sınırı genişlettiğimizde bizim evlerimiz ile onların evleri arasındaki fark artık gizlenemez olur. ETF işçileri Sanem Dikmen’in kapısında “cesaretin varsa, çık karşımıza” der. Sanem Dikmen’i bir çırpıda tüm hayatlarını, emeklerini gasp etmekten çekinmediği bir huzurdan, cesaret edip kapısını açamayacak korkuya getiren de işçinin kendisine gösterilen yerde durmayı reddedip tam da emeğinden çalınanlarla inşa edilen bu koca servetin kapısını çalma inisiyatifini almasıyla ilgilidir. 

Hiç tesadüfi olmayan bir şekilde bu eylemler kamu düzenini bozmakla suçlanır, AVM’lerde insanların huzurunu kaçırmaktan bahsedilir. Aslında kimsenin huzuru yoktur. Herkesin borcu var ve içinde dolaşıp durduğumuz bu kentler bizim değil. Mağazalarda işçilerin yaşadıkları anlatılırken herkes dinlemiştir. Kimileri alkışlamış ve hatta kasada aldığı ürünü almaktan vazgeçen bile olmuştur. İşte bu “hepimiz ay sonunu zor ediyoruz, o işçilerin hikâyesi bizim hikayemiz” denildiğinde herkesin bildiği gerçekliğin söylenmemesi gereken bir yerde sesli söylenmesinin etkisidir.  Duyulsun diye sesini yükseltmenin bile marjinalize edilebilmesi tam da Lefebvre’in “şiddetsizlik” uzlaşması dediği ve işçi sınıfı mücadelesinin reddi ile eşit gördüğü anlaşmayı işçi sınıfının lehine bozmakla ilgili. 

Bu sınır meselesinin altında bir soru yatar: Neden işçiler açken patronlar huzur içinde? Çünkü patronların huzuru işçilerin açlığı üzerine kuruludur. ETF işçileri “sizin olanda gözümüz yok. Biz bizim olanı istiyoruz” diyor. Peki, “sizin” olan bizim açlığımızın sebebi ise sizin olanlar ne kadar sizin? 2021 yılındaki Migros direnişinde DGD-SEN başkanı Neslihan Acar “yine geleceğiz, bizim olan her şeyi alacağız” diyor. Bu eylemlerin ışığında, sermayenin işçi sınıfına dayattığı tüm bu mekânsal sınırların ihlali ile direne direne, yoklaya yoklaya patronların bizim emeklerimizle nelere sahip olduğunu görüyoruz. Aslında bizim olan her şey ne demek, bunca emeğin bize dönüşü açlık ise bizim cebimize girmeyenler nerede, bunu keşfediyoruz. Dolayısıyla direnişler “sizin olanda gözümüz yok” sloganından “sizin olanların aslında sizin olmadığını” göstermeye bir yol açıyor. Bunca zenginliğin, malın, mülkün işçinin emeğinden gasp edilenlerle inşa edildiğini teşhir ediyor. Migros depo işçilerinin patron Özilhan’ın evinin önünde, yani tam da işçinin emeği ile var olan fakat işçiden gizlenen/esirgenen zenginliğin görünür olduğu yerde yaptıkları eylemde bir işçi sunu söylemişti: “Ben burada dilencilik yapmıyorum, hakkım olanı istiyorum. Vermek zorundasın, sana milyonlar kazandırıyorum!” Bu biçimiyle eylem yalnızca bir ekmek parası talebi olmaktan çıkıp sermayenin tayin ettiği yerde durmayan, sermayenin sınırlarını ihlal eden bir sınıf mücadelesine dönüşüyor.

Kamu veya özel fark etmeksizin, adresi, adı sanı belli bir şirketi/kurumu temizlemekle sınırlı bir sözleşme ile işe alınan pek çok temizlik işçisinin ortak bir hikâyesi vardır. Sözleşmede yazmayan sözlü bir kural olarak patronların veya yöneticilerin evlerini temizlemek de bu iş tanımına dâhildir. Bu bir sır gibi konuşulur, açık edilmez ama herkes bilir. Peki, herkes biliyorsa neden gizlidir? Emeğin sömürüsü işyerinden patronun özel alanına taşınabilen bir şeyse ve bu açıkça konuşulur hale gelirse belki direnişi de iş yerinden tam da bizden çalınan her şeye, sermayenin “özel” mülküne taşıyan bir yol açılır. Gökay Çakır “İşçi evinin salonunda mı dirensin?” dediğinde o evin salonunun dahi işçiye ait olmadığı bir mülkiyet dünyasından bahsediyoruz aslında. Bir ekmek parası istemenin kamu huzurunu bozduğu, ama bir acele kamulaştırma kararının bizlerin “özel mülkü” olan yerleri bile gasp edebildiği, evimizi bir gecede başımıza yıkabildiği tüm mekânsal ve yasal sınırların sermayenin elinde olduğu bir köşe kapmaca/hayatta kalma oyununu bozan o soruyu bu kadar etkileyici yapan da bu.

1982’de bir gazete kupüründe “En iyisi toplu mezar yapıp gömsünler bizi” başlığını görürüz. Bir yıkıntı ve arkasında görünen bir sitenin olduğu fotoğrafın altındaki açıklama “İkinci Boğaz Köprüsü çevreyolu bağlantısı için yıkılması planlanan, ama sakinlerinin kişisel çabalarıyla istimlak dışı bırakıldığı ileri sürülen Geylani sitesi karşı tepede haşmetle yükseliyor. Yakın planda ise son anda istimlak kapsamına alınıp yıkılan Küçük Armutlu gecekonduları” der.  Yukarıda bahsettiğimiz köşe kapmaca oyunun kuralı tam olarak da budur. Etiler’deki bir site için bir anda istimlak sınırları değişebilir, bağlantı yolunun güzergâhı ile oynanabilir ve gecekondu sakinlerinin evleri bir anda istimlak edilir. Bu esnada işçiler Tuncay Özilhan’ın yahut Sanem Dikmen’in evinin önünden geçen kamusal alanda, sokakta bir eylem yaptığında evleri başına yıkılan gecekondu sakinlerine kıyasla patronlar çok daha mağdur resmedilebilir.

“Fakat barikatlar günümüzde sadece içeriden savunma yapmak için inşa edilmez. Esnek, taşınabilir ve dışa dönük olması gereklidir. Sekteye uğratmak ve bloke etmek için düğümlerin hem arasında hareket etmesi hem de içinde yeni bir yaşam geliştirmesi gerekir. İnsanları birbirinden ayıran, içeriye hapseden, toplumun dışına iten diğer barikatları yıkmak için seferber edilmesi gerekir.”[2]

Bu direnişleri bir araya getiren ve güçlü kılan şey eylemlerin mekân ve yöntemleriyle kent kurgusunun da kapitalist üretim ilişkileri neticesinde biçim kazandığını hatırlatmasıdır. Sermaye de bu gücün potansiyelinin farkında olarak  kenti “sınıf mücadelesinin” dışında, kendisinin bir vitrini olarak kurgulamıştır. Fakat buradaki sınıf mücadelesi sermaye sınıfının aleyhine işçi sınıfının yürüttüğü sınıf mücadelesi olarak düşünülmelidir. Çünkü sınıf mücadelesi tek taraflı bir mücadele değil, sermaye sınıfının da aktif bir taraf olarak işçi sınıfına karşı yürüttüğü karşılıklı bir mücadeledir. Sermayenin kenti kendi vitrini olarak kurgulaması, sınıf mücadelesinde doğrudan işçi sınıfına karşı yaptığı bir hamledir. Yani sermaye sınıfının kentte istemediği “sınıf mücadelesi” işçi sınıfı lehine olan mücadeledir. Andy Merrifield “Kent bir yandan sermaye birikiminin lokomotifi, diğer yandan sınıfsal çatışmanın alanıdır. Kapitalizmin yayılması ve kapitalizmin çökertilmesi için elzemdir” derken kenti sınıf savaşının açık ve dolaysız bir aracı ve alanı olarak tanımlar[3]. Sermaye bunun farkındadır. 

Üretimin bölüşümü, yani işçinin çalışması ve patronun artık değere el koyması tüketimin nasıl bölüşüldüğünü de gösterir. Kentten işçi sınıfının payına düşen de diğer her şey gibi üretim ve tüketimin bölüşümü ile ilgilidir. Sermaye kenti bitmek bilmeyen bir üretim ve emeğin yeniden üretimi için organize ederken aslında işçinin kent içerisindeki yaşamını sınırlandırmaktadır. Gerek Balya ya da Tuzla’da gerek merkezdeki bir AVM’de olsun işçi, coğrafi konumundan da bağımsız, sınıfsal olarak,  bu yaşamın her zaman ‘çeper ’indedir. Yine aynı şekilde kentin tüketim için organize edilişi de buna hizmet eder. OSB’lerin kent ‘merkez ’inin dışına kurulması, esnek mesai saatleri, işe gidiş eve dönüş sürelerinin uzunluğu, sonraki gün tekrar iş başı yapabilmek için dinlenip güç kazanma mecburiyeti ve mevcut üretim ilişkileriyle birlikte kent kurgusu işçinin gündelik hayatını da yalnızca çalışmaktan ibaret kılmaktadır. Bu şekilde ‘sokak’ da ev-iş arası bir geçişten ibaret olur. Sermaye ve emek arasındaki bağımlı ilişki işçi açısından yalnızca artı değer üretmekten ibaret bir yaşam açığa çıkarmaktadır. Bu duruma müdahale etmeyen eylem biçimlerini Lefebvre karikatür olarak değerlendirir ve “gerçek sahiplenme, yani etkili eylem ise sessizliği ve unutmayı emreden baskıcı güçler tarafından ezilir“ der. Sadece ölürken değil direnirken de sesimizi duyun diyen madenciler katliamdan katliama hatırlandıkları  bir akışı bozarak bu sessizlik ve unutmaya karşı direndiğinde Gökay Çakır’a “burada yapamazsınız” diyen kolluk tam da bu türden bir hakiki sınır ihlalinin önüne geçmek istemektedir. Başta sorduğumuz soruya naçizane bir cevap verecek olursak; direnişin yeri sermayenin işçi sınıfına dayattığı sınırları ihlal eden, ona durmasını emrettiği konumu bozan ve mekân üzerindeki inisiyatifi tersine çeviren eylemlerdir. Aslında tam da bu yüzden sınıf mücadelesi perspektifi olmayan ve sermayenin sınırlarını “burada yapamazsınız” denilen her yöne doğru zorlamayı, ihlal etmeyi  ve yok etmeyi tahayyül etmeyen bir kent mücadelesi düşünülemez.


[1] Henri Lefebvre. Kentsel Devrim, Çev. Selim Sezer, Sel Yayıncılık, 2021.

[2] Andy Merrifield. Yeni Kent Sorunu, Çev. Ceren Akyos, Tekin Yayınevi, 2017.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler