spot_img
spot_img
Ana SayfaKültür - SanatSANAT ve SINIF II: Görmezden Gelinen Dünyalar: Hindistan ve Çin -...

SANAT ve SINIF II: Görmezden Gelinen Dünyalar: Hindistan ve Çin – Deniz Poyraz

1. “Harikalar Ülkesi” Antik Hindistan

İlk yazımızda bahsettiğimiz Mısır ve Mezopotamya coğrafyalarının aksine, Hindistan doğal koşullarının değişikliği ve karmaşıklığıyla bilinir. Öteki ülkelerden dünyanın en yüksek sıradağları olan Himalayalar ve başka uluslarla ulaşımı güçleştiren engin denizlerle ayrılır. Bu doğal engeller (dağlar, balta girmemiş ormanlar) Hindistan halklarının kendi aralarında ilişki kurmalarına engel oluyordu, bu nedenle uygarlığın buradaki gelişimi de değişik biçimde gerçekleşti.
M.Ö. III. binyılda, ülkenin kuzeybatısındaki İndus havzasında güzel bir uygarlık filizlendi. Hintliler daha o zamanlarda tarım ve hayvancılıkla uğraşıyor ve madenleri işlemeye başlıyordu. Halk tahıl (arpa, buğday) ekiyor, sebzecilik (kavun vb.) yapıyor ve meyve ağaçları (hurma) yetiştiriyordu. Uygarlık tarihinde ilk pamuğu yetiştirenler de Hintlilerdi.
Köylüler bir ya da iki katlı evleri pişmiş tuğladan yapıyorlardı, evlerin dış görünüşleri gösterişsiz ve tekdüzeydi. Ama yıkanılacak özel yerleri ve çok basit de olsa bir kanalizasyon sistemleri vardı. Kent merkezi dışında tapınak ve yönetim binalarını, tahıl silolarını, değirmenleri ve işçilerin evlerini koruyan surlar vardı.
Elimizdeki veriler İndus vadisinde, kültür düzeyi bakımından Mezopotamya ve Mısır toplumlarından hiçbir konuda geri kalmayan bir köleci toplumun yaşadığını düşünmemize olanak sağlar. Köleler, kökende “düşman”, “davetsiz misafir” anlamına gelen dâsya sözcüğüyle tanımlanıyordu. Bu da ilk kölelerin savaş esirleri olduğunu göstermektedir. Daha sonra yoksul düştükleri için kendilerinin ve çocuklarının özgürlüklerini satan, eski özgür insanlardan kaynaklanan köleler geldi.

Gandhara Döneminden Bir Kabartma Örneği
Gandhara Döneminden Bir Kabartma Örneği

 

Eski Hindistan’da Siyasal Düşünüş ve Toplumsal Yapı

Toplum sınıflara bölününce devlet ortaya çıktı. Kabile yönetiminin dizginlerini aristokrasi ele geçirdi. Boy başkanları bir tür krala dönüştüler. Sınıflar keskinleştikçe özgür insanlar arasındaki eşitsizlik giderek arttı ve bu durumu onaylayan bir hiyerarşi oluştu. Özgür insanlar dört kasta ayrılıyordu. Doğuştan soylular ve tribünün soyluları üstün iki kastı oluşturuyordu. Bunlar rahip sınıf brahmanlar ve askerî aristokrat kşatriyalar idi. Topluluğun büyük özgür insanlar yığını üçüncü sınıf olan vekyalar kastını oluşturuyordu. Topluluk içinde hiçbir şeye sahip olmayan, tribünün kararlarına ve dinsel törenlerine katılma hakkından mahrum özgür yabancılar ise son kastın, yani sudralar’ın kapsamına giriyordu.
Bir kastın üyesi olmak doğumla belirlendiği için, bir kasttan diğerine geçmek neredeyse imkânsızdı. Farklı kastlar arası evlilikler de yasaktı. Brahmanizm, ilk köleci Hint toplumunun diniydi. Bu din devleti kutsal bir kurum hâline getiriyor, krallığın varlığını kutsallaştırıyor ve toplumsal eşitsizliği (kast düzenini) onaylıyordu. Brahmanizm, diğer insanlara göre doğuştan üstün olan “iki kez doğmuş” savaşçı yöneticiler ve rahiplerce artık ürünün büyük kısmına el konulmasını haklılaştıran bir doktrinler dizgesini içeriyordu.
Daha önceleri insanlar sığıra et kaynağı olarak değer verirdi. Sonra ağır araziyi sürmek için tek çekici güç sığırlar oldu ve korunmaları gerekiyordu. Açlık çekse bile bir köylü ailesi, gelecek yılın ürününü yetiştirebilmenin ve savaşçılara ve rahiplere yeterli gelir sağlamanın tek aracını öldürmekten alıkonmalıydı. Yer yüzündeki tüm dinî inançların kökeninin ekonomik ihtiyaçlar ve egemen sınıfların tahakkümünü devam ettirme arzusu olduğunu bir kez daha hatırlatır biçimde ineğe saygı gösterilmesi ve bugüne dek devam eden bir uygulama olan sığırların kesilmesi yasağı da işte böyle ortaya çıktı.
M.Ö. I. binin ortalarında Hindistan başka ülkelerle olan ilişkilerini geliştirdi. Yabancı gezginler, denizciler, tüccarlar Hindistan’ı daha sık ziyaret etmeye başladılar: Dağlık bölgelerde, güneşin kavurduğu çöllerde ya da uçsuz bucaksız denizlerde yapılan yolculuklardan sonra ülke onlara olduğundan daha zengin, daha masalsı ve fantastik göründü. Gezginler ve fatihler bu konuda öyküler, efsaneler uydurmaya başladılar. Hindistan dünyanın geri kalanı tarafından, abartılı bir biçimde, bir “harikalar ülkesi” olarak düşünülmeye başlandı.
Kentsel hayatın gelişimi dinî değişime de katkıda bulundu. M.Ö. I. y.y. ortalarında, köleci düzenin oldukça güçlenmiş olduğu Hindistan’da devletler ortaya çıkarken, Brahmanizm köle sahiplerini tatmin etmez oldu. Yeni din Budizm (Budizm sözcüğü Buda’dan gelmektedir. Buda, “Aydınlanmış”, söylenceye göre, yeni dinin temel yasalarını koyan vaizin lakabıdır.), M.Ö. VI. ve V. yüzyıllarda, kölelerin sömürülmesine dayalı despot devletlerin ortaya çıkmasının, toplumsal eşitsizliklerin ağırlaşmasının yol açtığı karışıklıkların giderek şiddetlendiği bir toplumda ortaya çıkmıştı.
Budizme göre, hayat kötülüktür, yaşamak acı çekmektir. Bu nedenle Brahmanizm’deki “ruhun sürekli doğuşu” sürecini durdurmak, Nirvana’ya, yani ruhun mutlak yok oluşuna ulaşmak gerekir. “Kurtuluş”a kavuşmak isteyenler, dünyanın nimetlerinden uzaklaşmalı ve keşiş olmalıdır. Budizm (halkın bu yeni afyonu), edilgenliği öğrettiği ve boyun eğmeyi öğütlediği, ezilenleri ezenlere karşı manevi bakımdan güçsüz bıraktığı için, baskıyla karşılaşması bir yana, köleci soyluların yürekten (!) desteklediği bir din hâline gelip geniş yığınlar arasında hızla yaygınlaştı. Ayrıca iyi örgütlenmiş ve disiplinli Budist keşişler, her zaman dağınık halde yaşayan Brahman rahiplerinin yapamadığı şeyi yapıyor, kitleleri daha etkin bir şekilde iktidardaki sınıfın hizmetine koşabiliyordu. Bu da elbette egemen sınıfın daha fazla artı ürün elde etmesine, dolayısıyla iktidarını daha da güçlendirmesine yarıyordu.

Harappan Dönemi
Harappan Dönemi

 

Antik Hint Sanatı

Budizm inancından tam da Hint ruhuna uyan bir sanat çıktı. Bu sanat Budha efsanelerinin, Jakata ya da Budha’nın daha önceki yaşamlarının anlatılmasına yarıyordu. Söz konusu sanatın benimsediği üslupta belli bir eksiklik göze çarpmakla birlikte, tapınak duvarlarına işlenen madalyonların çok çeşitli yontulma biçimlerinde büyük bir ustalık vardı.
İ.Ö. I. yüzyıldan kalma en eski yapılardan biri de Bhaca‘dadır. Büyük salondaki heykellerin arasında, arabasını süren güneş tarnrısı Surya ile filine binmiş tanrı İndra vardır. Ama şeritler halinde sıralanmış öykülü freskleri, Brahmacı ve Caynacı doğrultuda süslenmiş mağaralarıyla en önemli grup Andra Pradeş eyaletindeki Ajanta (İ.S.V. yüzyıl) ve Ellora (İ.S.VII. yüzyıl) grubudur.

Satvahanas Dönemi
Satvahanas Dönemi

 

Hindistan’ı Romalılardan etkilenen Kuşanların istila etmesi üstüne, “Akdeniz’e özgü” plastik formül ve motifler gelişti: Yakındoğu’daki Roma illerinden gelen heykelciler Gandhara sanatında kendini gösterecek olan bir klasizm anlayışını kabul ettirdiler. Budha’nın insan biçimindeki görüntüleri Yunan-Roma motifleriyle zenginleşti: Dalgalı saçları tepesinde bir topuz halinde toplandı, keşiş cüppesi giydirildi, alnının altında dümdüz bir burun uzadı.
Gandhara sanatı varlığını sürdürürken, Ganj’ın aşağı havzasında eski Hint geleneklerini sürdüren heykelcilik okulları gelişti. İndus uygarlığının yarattığı geleneksel ikonografiden yararlanan Mathura üslubunu tümüyle Hindistan’a özgüdür: Geniş omuzlu, gövdesi bele doğru incelen insan tipi, bütün geleneksel Hint sanatı okullarında büyük değişikliklere uğramadan kalmıştır (Bhutesvar Stupasındaki Yakşi Figürleri, İ.S.II. yüzyıl). Hint sanatının gerçek klasik dönemi olan Gupta çağıyla (320 – 484) ile birlkte heykel sanatı doruk noktasına ulaştı ve modellerini tüm Budhacı Asya’ya yaydı. Sappath ya da Mathura heykelleri bu sanatın Hint ideallerinde geri dönüşü vurgulayan özelliklerini çok iyi yansıtır. Elephanta‘da tapınağın düz tavanları, mitoloji konularını işleyen fresklerle, duvarlar kabartma insan figürleriyle süslenmiştir.

Eski Hint İnanışına Ait Bir Öykünün Kabartma (Rölyef) Olarak İfadesi
Eski Hint İnanışına Ait Bir Öykünün Kabartma (Rölyef) Olarak İfadesi

 

2. Toplumsal Değişimin Zirve Noktası: Antik Çin

Avrupalı tarihçiler dünya tarihini, geleneksel olarak, Ortadoğu’da başlayan ve Yunanistan ile Roma üzerinden Batı Avrupa’ya geçen bir tarih olarak görmüşlerdir. Oysa kuzey Çin’de ortaya çıkan bir uygarlık, Avrupa’dakilerin hepsini geçmiş, şu ya da bu şekilde 2000 yıldan fazla bir süre varlığını sürdürerek, insanlığın en önemli teknik gelişmelerinden bazılarını gerçekleştirmiştir.
M.Ö. 221’de kurulan Çin İmparatorluğu, Romalıların herhangi bir zamanda egemen olduğundan çok daha fazla sayıda insana egemen olmuştur. Bu imparatorluk, yük ve savaş arabalarının geçebileceği 6800 km yol yapmış (Roma’nın tüm yollarının uzunluğu 5984 km idi), 3000 km’lik Çin Seddi’nin yapımı için 300.000 kişiyi işe koşabilmiş, gerçek insan boyutunda terracotta (pişmiş topraktan heykel) askerlerden oluşan ‘ordu’suyla birlikte ilk imparatorun mezarı için 700.000’e yakın insanı seferber etmiştir. Antik dünyanın Çinlileri nehirleri birleştiren kanallarla, dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan bir iç suyolu sistemi yaratmışlardı.

Çin Seddi’nden Bir Görünüm
Çin Seddi’nden Bir Görünüm

 

Antik Çin’de Toplumsal Yaşam

Çin İmparatorluğu, yüzyıllar süren ekonomik ve toplumsal değişimin zirve noktasıydı. Çinliler, Mezopotamya’dakine yakın bir zamanda tarıma başlamış, kuzeyde akdarı yetiştirilmiş, domuzları ve köpekleri evcilleştirmiş; daha güneyde Yangtze Nehri vadisinde pirinç yetiştirmek için gerekli teknikleri öğrenmiş ve yaban sığırını evcilleştirmişlerdi.
Bu coğrafyada devletler M.Ö. 2000 yılından sonra ortaya çıkmıştı ve Çin de askerî, idari ve dinî rolleri elinde toplayan bir aristokrasinin egemenliğinde idi. Bu toplum, kralların cenazelerinde, öte dünyada da kendilerine hizmet etmeleri için hizmetçilerin de kurban edildiği sınıflı bir toplumdu. Ama bu aşamada özel mülkiyet henüz gelişmemişti. M.Ö. 11. yüzyıldan itibaren Çu (Chou) Hanedanı döneminde krallar iktidarının büyük kısmını, Orta Çağ Avrupası’yla paralellik kurmak için sıklıkla ‘feodalizm’ olarak nitelenen bir sistem içinde, yüz civarında yerel hükümdara devretmişlerdi. Karl Marx ise bunun feodalizm değil ‘Asya tipi toplum’ olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre aslında, ‘sıradan köylüleri günlük hayatlarında, evliliklerinde, festivallerinde vs. idari talimatlar yönlendiriyordu. Köylüye her yıl hangi ürünü yetiştireceği, ne zaman ekeceği, ne zaman toplayacağı bildirilirdi. Tarlaya gitmesi ya da eve kapanması emredilebilirdi. Her halükârda, Çu Hanedanı’nın tarihi, emekçilerin artık ürününe talip ve birbirine rakip lordlar arasındaki sonsuz savaşların tarihiydi.
Kölecilerin zorba yönetimi halk yığınlarının ayaklanmasına yol açıyorudu sık sık. Mezopotamya, Mısır, Hindistan ya da Roma’da alt sınıfların iktidardakilere karşı isyanlarından belgelerde nadiren söz edilirken Çin örneğinde buna sık sık değinildiğini gözlemlemekteyiz. Örneğin bir halk ozanı olan Şi-king’in bir şarkısı, olağanüstü güzel dizelerle, köylülerin ürünlerinin üzerine fareler gibi atılan sömürücülere ve memurlara karşı toplumun kinini yansıtmaktatır:

“Fareler, fareler, kemirmeyin has buğdayımızı,
Tam üç yıldır yaşıyoruz yasalarınızın altında,
Bir tek iyiliğinizi görmedik bunca zamanda,
Sizi bırakıp uzaklara gidiyoruz,
Mutlu bir ülkeye, mutu bir ülkeye,
Hak ve adalet bulacağımız yere…”

Yeni tarım yöntemleri artık ürünü çoğalttı ve devletlerin zenginleşmesine en çok katkı yapan büyük tüccar girişimciler ortaya çıktı. Bu değişiklikleri en sistematik şekilde uygulayan Çin devleti, sonunda diğerlerini fethetti. Eski aristokrasiyi ezmek için, savaşçı ve memurlardan oluşan yeni bir merkezî yönetici sınıf yaratıldı. Ordular tarafından gerçekleşen bu devrim, ezilenler için yalnızca bir sömürücü sınıfın diğeri ile yer değiştirmesi anlamına geliyordu.
Farklı sömürgen sınıfların etkili olmak için itişip kakıştıkları yüzyıllar, aynı zamanda zorunlu olarak entelektüel canlanmanın mayalandığı yüzyıllar oldu. Farklı sınıfların mensupları dünyayı farklı görme eğilimindeydi. Bu çatışmadan birbirine rakip felsefi ve dinî okullar çıktı.

İmparator Ming Huang ve Askerlerini Betimleyen Bir Minyatür
İmparator Ming Huang ve Askerlerini Betimleyen Bir Minyatür

 

Antik Çin’de Din ve İdeoloji

M.Ö. 6. yüzyılda doğan Konfüçyüs ve onun M.Ö. 4. yüzyıldaki takipçisi Mençius, dürüstlük ve kendine hâkim olmanın yanı sıra geleneğe ve ritüele saygıyı savunuyordu. Konfüçyüs’ün “egemen, yel gibidir; halk ise otlara benzer; yel otların üzerinden geçtiğinde otlar eğilir,” sözü bu duruma örnek teşkil eder. Bu inanış da tıpkı Hint Uygarlığından bahsederken değindiğimiz Budizm inancı gibi, kendileri refah içinde yaşarken halkı geleneksel çizgide tutan sözde aydın yöneticilerin muhafazakâr ideolojisi haline geldi. Kurulu düzeni ve üstlere kesin itaati onaylayan Konfüçyüs’ün zorba hükümdarlara yönelik göstermelik reddiyesi, Motzu’yu da etkiledi. Motzu, otoriter yollarla, ortak tutumluluğa dayanan eşitlikçi bir mezhep kurdu; bencillik, lüks ve savaşa karşı çıktı. Buna karşılık, daha sonra Taoizm adını alacak, bireysel kurtuluşu muştulayan bir akım daha çıktı. Ancak M.Ö. son yüzyıllardaki ideoloji savaşının kesin galibi Legalizm olarak adlandırılan farklı bir akım oldu. Bu akım yöneticilerin bekâsını toplumun faydası olarak haklılaştırmaya yarıyordu. Kitleler için yöneticileri ve devletin kararlarını toplumun bütününün zorunlu güvencesi olarak resmeden kuralları, dinî ilahiler şeklinde popülerleştiriyordu…

Antik Çin Sanatı

Plastik sanatlar alanında Çinli ustalar birçok başyapıt yarattılar. Ne yazık ki pek azı günümüze ulaşan mezar alçak-kabartmaları, heykeller, mimari yapılar büyük bir yeteneğin ispatıdır.
Çinliler, Yang-şao ve Lung-mın boyalı çömlekçilik ürünlerinden de anlaşılacağı gibi, cilalı taş devrinden başlayarak, süsleme sanatına büyük bir beğeniyle eğilmişlerdir. Daha sonra insanların tarlada çalışması azaldığı ölçüde, sanat etkinlikleri de çeşitlilik kazanmıştır.
Çin sanatının özgün niteliği, geleneğe bağlılıktır (çok sonraları, çömlekçilik alanında yeniden ele alınacak tunçtan yapılma bazı arkaik biçimler, günümüze kadar varlıklarını korumuşlardır); bununla birlikte, geleneğe bağlılık, Çin sanatını hiçbir zaman olumsuz yönde etkilememiştir. Çinli sanatçı ve zanaatçı, her zaman yeni bir şey bulmayı bilmiş, sanatı günlük yaşamın en ince ayrıntılarına kadar yaygınlaştırmayı başarmıştır. Öte yandan Çin sanatının kendi içine kapanıp kaldığını düşünmek de yanlış olur. Çinliler yabancıların katkılarını kendi kültür miraslarına katmayı bilmişlerdir. Üstelik, Çin sanatının en yaratıcı dönemleri, yabancılarla ilişkilerin arttığı dönemlerdir.
M.Ö. VI. yüzyıldan M.Ö. yaklaşık IV. yüzyıla kadar merkezden uzak prensliklerin kurulması, Çinlilerin göçebe halklarla bağlantı kurmalarına yol açmıştır. Önce İskitler, ardında da Sarmatlar, ülkeye İran etkisi (Akamanış imparatorluğu) ve Orta Asya vahalarında gelişen “bozkır sanatı”nın (hayvan motiflerine ağırlık verici) etkisi sızmıştır.
Çin’de tunç ve yeşim taşı üstüne daha çok kartal başlı aslan, kaplan ve ejderha motifleri işlenmesiyle gelişen bu etkinin izleri, günlük eşyalardaki (aynalar, süs iğneleri) süslemeler yoluyla günümüze kadar gelmiştir.
Batı dünyasıyla ilişkilerdeki yüzyıllarca süren kopukluk, göçebe halkların istilalarının neden olduğu kesintiler, Çin’nin dışarıdan aldıklarını özümsemesini sağladı. Daha sonra Han sülalesi döneminde Çin’de bütünlüğün gerçekleştirilmesi ve İpek Yolu’nun açılmasıyla, daha uzun süren ikinci bir etkilenme dönemi başladı. O dönemdeki başlıca katkıyı Budhacılık sağladı. Gandhara’daki Budhacı sanat okulunun etkisi, Wey dönemindeki (V. ve VI.yüzyıl) Çin heykelciliğine değişik bir incelik kazandırdı.

Terracotta (Pişmiş Toprak) Askerler
Terracotta (Pişmiş Toprak) Askerler

 

Han sülalesi döneminde aydın devlet memurlarının, kendi beğenileri için resim yaptıkları söylenir (o dönemde kağıt, mürekkep ve fırça yeni bulunmuştu) Ama Han dönemi sanatı, bütün görkemini zengin ve çeşitli bir el sanatlarına ve erişilmez nitelikteki mezar süslemeciliğine borçludur.
Mimarlar, yeteneklerini yalnızca ahşaptan ev ve saraylardan çok, mezar yapımı ve süslemeciliğinde göstermişlerdir. Tümüyle höyükle örtülü olan en önemli gömütlere, iki tarafından çok büyük heykeller sıralanan ve “ruh yolu” adıyla anılan taş döşeli bir yoldan geçilerek girilir.
Hanlar dönemi sanatçılarının yetenekleri, gerçek anlamına heykelden çok resim sanatına daha yakın olan taş üstündeki alçak kabartmalarda daha belirgin bir biçimde ortaya çıkar. İşlenen konular daha çok günlük yaşamla ilgilidir. Resimlenmiş tuğlalar da büyük birer sanat eseri düzeyindedir. Hanlardan kalma en iyi duvar resimleri, Mançurya ve Kore‘deki mezarlarda yer alır. Bu resimlerdeki saray sahneleri uzam öğesi açısından oldukça çarpıcıdır. Hanlar’ın mezarlarında, dönemin yaşamıyla ilgili değerli belgeler sayılan, ölmüş kişilerin eşyalarının pişmiş topraktan yapılma örnekleri vardı.
Çin uygarlığının Asya ulusları için sanatta sahip olduğu yer, Yunan uygarlığının Avrupa için oynadığı rolle kıyaslanabilir. Çin’in tekniği, sanatı, edebiyatı ve felsefesi Japonya, Kore, Moğolistan, Endonezya, Vietnam gibi ülkeler için örnek olmuştur.

Kao K’o Kung'a Ait Bir Manzara Resmi
Kao K’o Kung’a Ait Bir Manzara Resmi

 

KAYNAKÇA

Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Çev: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Kitap, 4. Basım, İstanbul, 2015.

Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Bilim ve Sanat Yayınları, 4.Basım, Ankara, 2013.
– V. Diakov – S. Kovalev, İlkçağ Tarihi, Cilt:1, , Çev: Özdemir İnce, Yordam Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 2014.

-R.C. Solomon – K. M. Higgins, Felsefenin Kısa Tarihi, Çev: Mustafa Topal, İletişim Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2013.

– indianartcircle.com

 

OKUMA ÖNERİSİ

Hint Sanatı ve Uygarlığında Mitler ve Simgeler, Heinrich Zimmer, Kabalcı Yayınevi.

Kral ve Hortlak: Ruhun Kötülüğü Yenmesine Dair Hikayeler, Heinrich Zimmer, Kabalcı Yayınevi.

Çin Büyük Uygarlıklar Ansiklopedisi, BLUNDEN, C.–ELVİN, M.

Çin Simgeleri Sözlüğü, W.Eberhard, Kabalcı Yayınevi.

The Art and Architecture of China, Sickman, L. – Soper, A.

Genel Hatlarıyla Çin Sanatı İçin Bkz: http://www.turkcindostlukvakfi.org.tr/sayfa.php?id=17

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler