spot_img
spot_img
Ana SayfaYazıMevcut yasal alana sığmayacak, bir 'sınıf gerillacılığı', çoklu bir siyasal program lazım

Mevcut yasal alana sığmayacak, bir ‘sınıf gerillacılığı’, çoklu bir siyasal program lazım

Umut-Sen Kolektifinden Başaran Aksu ile direnemek.org’dan Mahmut Yılmaz’ın yaptığı röportajdır:

Umut Sen Kolektifi Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu ile sendikal hareketin krizini, mevcut sendikal düzenin nasıl değişeceğini, sınıf hareketinin olanaklarını ve sorunlarını konuştuk. Aksu, Emek hareketinde yapısal bir dönüşüm meydana gelebileceğini, ideolojik-politik bir odak olarak buna ilgi gösteren öznenin ya da özneler toplamının, bunların bileşkesinin ortak davranışının programatik düzeyde bu tür bir arayışla kendisini buluşturabildiği oranda bir gelişmenin yaşanacağını düşünüyor. Başaran Aksu ile arkadaşımız Mahmut Yılmaz görüştü.

-Sendikal hareketin krizine dair en önemli eleştirilerden biri, geleneksel sendikaların sınırlı bir işçi kategorisinin ekonomik ve sosyal çıkarlarını savunduğu yönündeydi. İşçi sınıfının nicel büyümesine paralel örgütlenme adımları ya da yeni sermaye birikim rejimlerinin doğasına uygun çalışma rejimlerine karşı yeni örgütlenme modelleri neden oluşturulamadı? Yıllardır yaşanan değişime dair teorik itirazlar güçlü şekilde dillendirilmesine rağmen neden itirazlara uygun modeller fiilen hayata geçirilemedi?

Umut Sen Kolektifi Örgütlenme Koordinatörü Başaran Aksu
 Başaran Aksu

Çoklu yanıtlar içeren bir soru bu. Emek ile doğrudan/genetik bir ilgisi olduğunu iddia edebileceğimiz sol/sosyalist zeminin darbeler kuşağı ile tarumar edilmesi, neoliberal politikalar ve ardından 1990’larda işçi sınıfının üzerindeki cendereyi kırma çabalarının ideolojik olarak kutup yıldızsız kalmasıyla solda ve sendikal harekette bir savunma çizgisi –mevcudu koruma, ayakta kalma- ile eşleşik gitti. Bununla birlikte Güney Kore’de, Güney Afrika’da, Latin Amerika’da değişik arayışlar gündeme geldi. Toplumsal Hareket Sendikacılığı diye adlandırılan önermeler, sınıf ve kitle sendikacılığı dediğimiz çizginin verili durumda yeniden üretilmesi, yaşanan değişimi kavrayan biçimde yenilenmesi arayışları oldu. Türk-İş ve DİSK zemininde işçi havzalarında ufak tefek ortak örgütlenme girişimleri oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Elbette sendikal hareketin kendi sınırları içerisinde bunu gerçekleştirebilme olanakları kısıtlıydı. Solun sendikalarla ilişkisi o dönem için daha çok pragmatist bir ilişkiydi. Daha çok sendikal kadroların sendika alanında yürüttükleri “karanlık” diyebileceğimiz ilişkilerin meşrulaştırılmasına dönük bir araç olarak görüldü. Sol birbirini hoş gören bir ilişki biçimiyle özellikle kamuda 1990’larda hızlanan özelleştirmeler, esnekleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları bir tür “direniyormuş gibi” hayırhah bir tutumla geçiştirildi. Yargıda AKP tarafından tasfiye edilen kadroların bu uygulamalara kimi frenlemeleri oldu.  Özelleştirmeler geçici olarak durdurulabiliyordu. Bu o alanda dava açan sendikalara geçici olarak nefes aldırıyordu aynı zamanda işsiz kalan işçi kitlelerinin tepkileri de böylelikle soğurulabiliyordu. Kapitalist birikim rejimlerini yürürlülüğü için bu kadroların tasfiyesi yaşandı. Sermaye ile -bir uzlaşma olmasa bile- o dönemki sendikal yapı bu süreçte birbirini gören, fazlaca zorlamayan bir tutum sergilediler.

Mevcut sendikal düzen ile sınıfın geniş kesimleri arasında –dünya tarihinde görülmedik yoğunlukta bir proleterleşme yaşandı- bir kapsama ilişkisi oluşmadı. Bu düzeyde bir dönüşümü ideolojik-politik düzeyde kavrama kapasitesi de yoktu.  1990’lardaki ayakta kalma refleksinin hastalıkları öğrenmeye ve yenilenmeye açık olmama hali olarak yayıldı. Şu ana kadar sosyalist sol da risk alarak kendini yenileme, yeni örgütlenme, düşünüş ve hareket tarzları sunmada başarılı olamadı.

-Sendikalar ile işçiler arasındaki güven ilişkisine dair araştırmalarda olumsuz bir tablo ortaya çıkıyor. İzahat olarak neoliberal politikalar, ideolojik-politik iklim, demokratik bir sistemin olmaması gibi nedenler sıralanıyor. Ancak kimse sendikal düzenin şubeden konfederasyona kadar nasıl bir ilişki ve anlayışla örgütlenmesi gerektiğine dair açık konuşmuyor, var olanın ciddi bir eleştirisi yapılmıyor. Sendikacılık makbul bir meslek olmaktan çıkıp ideal ve mücadele işine nasıl dönüşecek?

Bürokratik sendikadan sarı sendikaya varıncaya kadar bir hastalıkla malul olan bir durum var. Bürokratik sendikacılık durumun sosyal-siyasal sermayesinden yararlanıyor. Bir kural değil ama DİSK başkanı ya da etkin bir kadrosu CHP’den ya da HDP milletvekili olabiliyor. Belediye başkanı ya da belediye meclis üyesi vs olma potansiyeline sahip. Basına konuşabilme, tanınma olanağı sağlıyordu. DİSK’in kimi sendikalarına dair de geçmiş dönemde gazetelerin üçüncü sayfalarına para dolayımlı haberler yansıdı. Türk-İş ve Hak-iş gibi sendikalarda sendikacılığın meslek olması ise neredeyse bir kural haline dönüştü. DİSK’te de sosyalist bile olsa 20-30 yıl sendikacılığı meslek olarak sürdüren insanlarla karşı karşıya kaldık. Sendikaların uzman ve çalışan mekanizmaları büyük oranda solun beslediği ve dolayısıyla sendikal yapıların politikalarına etki edebilen bir düzeydedir. Bu uzmanlar dünyasına baktığımız zaman eleştirel bir tutuma ve yer yer sosyalist sola ideolojik-politik yönelimler sunabilen insanlardır. Ancak sendikal hareketin bu haline dönük çok köklü bir eleştiri geliştiğini ne yazık ki göremedik. Örneğin Yıldırım Koç gibiler de eleştirdiği düzeni üretenlerdendir. Sendikacılığın mesleğe dönüştürülmesi ve sınıfın disipline edilmesi arasında bir bağ vardır. Bu işçi aristokrasisi diye nitelendirilebilecek kesimin sendikası olma niyeti gösteriyor. Zaten hepi topu 1 milyon civarındaki sendika üyesi işçiden 600 bin civarının toplu sözleşme yapabilmesinden söz ediyoruz. Şimdiye kadar bu 600 bin kamunun tasfiye sürecinden kalan ve sınıfın en ayrıcalıklı kesimi diyebileceğimiz bir toplamdı. Fakat asgari ücret çipası o kadar basınç oluşturdu ki bunlar da artık son 7-8 yıllık çevrimle bir “sınıf aristokrasisi” görüntüsünden uzaklaştı.  Öyle ki mavi yakalılarda aristokrat işçi tipi oldukça azaldı, sınıfın beyaz yakalı bir kesimine kadar “aristokrat” nitelemesini daraltabiliriz. Metal direnişi Türkiye’nin köklü fabrikalarında bu sürece isyan eden işçilerin eylemidir. Aynı zamanda bu sendikal yapıların işveren gibi kendi hiyerarşini işçilere dayatmasına – geçtiğimiz 1 Mayıs’ta Ford’da 16 işçiyi sosyal medya paylaşımları nedeniyle işten attıran bir sendikal çizgi- isyandır. Ford’da işçilerin taleplerinden birisi bu arkadaşlarının işe iadesiydi. Fakat şimdi süreç genel bir işçi kıyımına doğru seyrediyor.

Kendiliğinden, patlamalı direnişlere şahit oluyoruz. Sendikal yapılardan ziyade hareketlerin öne çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Sermaye bu direnişleri etkisizleştirme konusunda da oldukça geniş bir politikalar, taktikler yelpazesine sahip. Bu direnişler ne den bir yapısal dönüşüme yol açmıyor. Yine uzun süreçlere yayılan cılız sonuçlar mı elde edeceğiz? Gezi Direnişi’nde de “bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denilmişti. Değişime direnen ve korkan bir anlayış mı mevcut? Örneğin sadece Antep’te onbinlerce işçi işten atıldı ama bir sendikal politik tutum, örgütlenme çağrısı olmadı.

Suriye’deki iç savaş nedeniyle Antep ve çevresine yığılmış çok sayıda göçmen işçi bulunuyor. OSB’lerinde göçmen emeği kayıt dışı bir şekilde kullanılıyor. Geçen yıl Antep’e gittiğimde gözlemledim: Devlet ve polis de bunu teşvik eder bir tutum sergiliyor. Çok ucuz emek maliyetlerinin olduğu bir yerde bile daha çok kâr etme arzusunda olan sermaye işten çıkarmalar sonucunda zor durumda olan Suriyeli işçileri gayri resmi çalıştırıyor. Zaman zaman ortaya çıkan milliyetçi tepkilerin ardında da bu gerçek yatıyor. Tarihin her döneminde savaşlar bu nedenle teşvik ediliyor. Savaş yoksullaştırılmış topluluklardan yeni proleterler üretiyor. Sermaye bu süreci çok iyi izliyor ve siyasallaşmış biçimlere bürünmesine set çekiyor. Tüm dönemsel politikalarını aşağıdan gelen tepkilerin birleşmemesi, yan yana gelmemesi ve belli bir siyasal karakter kazanmaması için bir dizi politika üretiyor. AKP kronolojisi tam da bu proleterleşme sürecini bir dizi rıza –din, sosyal ağlar- mekanizması ile soğurulmasıdır. AKP bu sürece uygun bir projeydi ve sahiplerinin beklentilerini boşa çıkarmadı. Birbiriyle yan yana gelmeyecek bir dolu toplumsal dinamiği aynı sosyal politika düzlemine taşıyabildi. Bir süre sonra bu düzlem yeniden üretilemez hale geldikçe yük atmaya ve oluşan tepkilerle başa çıkamaz hale geldi. Şimdi bir durgunluk dönemindeyiz, krizden söz ediliyor ve bunu işçiler de izliyor. 2012’den beri işçi eylemlerinde yükselen bir eğilim var ve doğrudan verilere yansımasa bile her yerde taşeron ve güvencesiz çalıştırma pratiklerine, ücretlerin asgari ücret seviyesine gerilemesine karşı bireysel, herhangi bir politik söyleme yaslanmadan neredeyse içgüdüsel var olma hareketlerine şahitlik ediyoruz. Bu hareketler büyük oranda yenilgilerle sonuçlandı. Burada sendikal bürokrasi sermayeyi zorlamayacak bir konum almıştı. Devletin yeniden ürettiği milliyetçi-muhafazakâr ideolojik ortamda bu kesimlerle solun arasında bariyerler vardı. Sol da bu bariyerleri kaldırmaya dönük bir arzu içerisinde olmadı ve fiili, örgütsel müdahalelerde bulunmadı. Sınıfın çok önemli bir kesimi böylelikle bloke edildi. Bu hareketlerin ortaya çıkması bu cendereyi kırma çabaları olarak görülmelidir. Üretim ilişkilerinin toplumsal ilişkilere yansımasıyla bir tür kentlileşme, bireyselleşme formlarında genişleme yaşandı. Bu kuşkusuz sınıfın taleplerini de değiştiren bir durumdur. Her dönemin kendiliğinden hareketini bir dönem sonra kendini devrederken bilinç ve eğitim düzeyi, yaşam alışkanlıkları olarak daha ileride bir hareket olarak değerlendirebiliriz. Geçmiş dönemin birikimiyle bağ bu süreçlerde kurulacaktır. Alternatif bilgilenme kanallarının, medyanın ortaya çıkması da –metal direnişinde gece android telefonlardan yayılan ışıkların bir huzme, yıldızların yeryüzüne indiği bir görüntü oluşturması vb- aslında direnişin yaygınlığını sağladığını söyleyebiliriz.

İkili bir sorumlulukla karşı karşıyayız: Milliyetçi- muhafazakâr hegemonyayı kırmadan bu hareketlerin daha yapısal, sistem karşısında kendi talepleri için mücadele eden bir noktaya gelmesi zor ve sancılı olacaktır. Ama bu noktaya illa sola borçlu olarak ilerlemeyecektir. Döneme özgü, kendi içinde bir sol da çıkartabilir. Hareket kendi kadro ve önderlerini yaratabilir. Burada hem devrim hem de karşı devrim aynı anda sahada olmaya devam etmektedir. Bu topluluklar da yeknesak değildir. Şu an bu toplulukların önemli bir kısmı karşı devrim cephesinde mevzileniyor olabilir ama şu an zayıf da olsa, devrim cephesinin soyutlama düzeyinde niceliksel olarak en geniş düzey olduğunu iddia ederiz. Lenin’in dediği gibi azız ama milyonlar olacağız. Bu iddia ve cüretten hareket edince, bildiklerimizin yanlış olabileceğini, mevcut durumdan öğrenmek gerekliliğini kabul edersek buradan bir gelişme düzeyi yakalayabiliriz. Önümüzdeki dönemde üç moment; 2017-2018’deki yeni toplu sözleşme dönemi, Suriye’deki iç savaş ve dengeler, mevcut ekonomik durgunluğun yeni bir erken seçim olsa bile mevcut siyasal krizle örtüşme sürecinin çakışacağı bir konjonktür, toplu sözleşme sürecinin de metal fırtınadaki gibi çok kolay bağıtlanamaması -diğer iş kollarındaki işçiler de bu direniş sürecini izleyerek ve işten atılmalara karşı etkin direnme yolları olduğunu öğrendikleri bir tecrübe edindiler- gibi durumlarla birlikte değerlendirince bir dizi öğe tamamlanabilir. Emek hareketinde yapısal bir dönüşüm meydana gelebilir. İdeolojik-politik bir odak olarak buna ilgi gösteren öznenin ya da özneler toplamının, bunların bileşkesinin ortak davranışının programatik düzeyde bu tür bir arayışla kendisini buluşturabildiği oranda bir gelişmenin yaşanacağını düşünüyorum.

-Sendikal örgütlenmelerin sınıfsal bakış açısından uzaklaştığı tespiti aslında sosyalist solun sınıf ekseninden uzaklaştığı tespitini de barındırıyor. Sol açısından yeni bir kurucu zemin emek eksenli bir politik yaklaşımdan çıkacak. Bu süreçte kolektif, meşru ve demokratik bir ilişki olarak sınıf eksenli birleşik bir emek mücadelesinin yaratılması –sınıfın bütün katmanları ve odakları ile ilişkili olan, onları tek bir hareket biçimine tabi kılmayan, eylem ve hareket özgürlüğü sağlayan- olanakları ve güçlükleri nelerdir?

Önümüzdeki dönemin temel meselesinin böyle bir odağın inşası olduğunu düşünüyorum. İşçilerin, emekçilerin genel arayışı, işçi zeminlerinde gerçekleşen direnişler ve örgütlenmeler açısından böyle bir zemine ihtiyaç vardır. Anayasa Mahkemesi’nin işkolu barajının indirilmesi kararının bir olanak sunduğunu düşünüyorum. Bizi bağımsız ve bileşik, mevcut bürokratik konfederasyonların kibrine muhtaç olmadan bir yol inşa etme ve bu bürokratik yapıları da değişime zorlayan bir odak gereklidir. Mevcut direnişlerin Türk Metal, T. Maden İş gibi sendikalar da dâhil olmak üzere değişime zorladığını düşünüyorum. Değişmeye mecbur kalacaklar. Ya işçiler bunların yakalarına yapışacak, kafa göz girecekler, binalarını basacaklar ya da değişecekler. Bu sendikal kadrolar belli ayrıcalıklarını belli bir süre korumak için tavizler verecekler.

Kayseri’de Boydak Holding’in fabrikalarındaki direnişte ya da Antep örneğinde, Çorum’daki tuğlacılarda, Denizli’deki tekstil işçilerinde, metal işçilerinde benzer bir durum söz konusudur. Solun buralardaki hareketler ile içeriden bir ilişkisi olması gerekirken sol bu ilişkisizliği nasıl aşacak? Bir emek odağı böyle bir işlevi nasıl görebilir? Mevcut sahte bayrakları geriye çekip buradan yeni bir bayrağı nasıl ortaya çıkarabiliriz? Solun şimdiye kadar işçi zeminleri içerisindeki tutumu -çalışma yapan ya da yapmayan- küçük siyasal adacıklar oluşturma, işçiyi var olan gerçeklikten çıkarıp kendi kültürel ortamı içerisinde soğurma ve dolayısıyla işçiyi kendi toplumsal çevresine yabancılaştıran ve kibirli bir ilişki kurmanın zeminini yaratan bir tutumdu. İyi niyetle yapılsa da ortaya çıkan sonuç budur. Ne var ki niyet değil olgular üzerinden düşünmek zorundayız. İşçiyi bulunduğu toplumsal yaşam zeminlerinden koparttığınızda aslında onu bariyerin sadece bu tarafına çekmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla artık bu tutumu aşan, mevcut hareketin kitleselleşmesine ve ihtiyaçlarına seslenen bir odak oluşturmak lazım. Bayrakları geriye doğru çeken, talepleri ve bir asgari programı öne çıkaran, örgütlenme, direniş ve mücadele çizgisini ilkeler etrafında tanımlayan ve davranan, özel olarak kendi siyasal gruplarının çıkarlarını değil hareketi büyütmeyi gözeten ve bunun içerisinde solun, sosyalist çizginin büyüyeceğini öngören bir yaklaşım şart. İlke dediğimiz de; komite, konsey, meclis gibi doğrudan işçilerin kendi kendilerini yönettikleri süreçlerdir, tarihsel olarak sınıf hareketinin barındırdığı özelliklerdir. Bürokratik anlayışı da dağıtacak olan bu mekanizmalardır. Şu an kendini sosyalist olarak tanımlayanlar bile sendika yönetimi oluşurken kimden kaç kişi olsun pazarlığı sürdürmektedir. Bu ilkesiz ve absürt tutumlarla bu güne gelindi. İlkelerle hareket eden bir emek odağının önümüzdeki 2-3 yılda yaşamsal olduğunu düşünüyorum ve bunu muhalif bir işçi kimliği inşa etme perspektifiyle oluşturmak gerekiyor. Milliyetçi-muhafazakâr algıyı sınıf zeminlerinde dağıtacak bir perspektif ve birleştirici olabilecek bir kimlik tanımına bizi götürebilecek bir yoğunlaşma lazım.

-Metal direnişi sırasında MAKO, Kayseri boydak gibi örneklerde dini ideolojilerin, işverenin Müslüman kardeşliği vurgusunun ardından işten atmalar yaşandı. Dini ideolojiler, muhafazakârlaşma sınıf ilişkilerine kimlik düzleminden müdahale ederken ve mücadele süreçleri de bu ilişkinin gerçek, dolayımsız hallerini ortaya seriyor. Mücadelenin muhafazakâr iklimi ne ölçüde değiştireceğini öngörüyorsun?

İster 1900’lerin başlarında Rusya’ya bakarak bir papazın önderliğinde başlayan hareketten ister günümüzde muhafazakârlığın sınıfın en kitlesel yayılımından bakalım tüm dünyada ortak kesen bir ideoloji olduğunu görürüz. Sermaye milliyetçi-muhafazakâr ideolojileri, dini yoğun bir şekilde işçi sınıfının dönüştürülmesi, itaat ve rıza süreçlerinde bir disiplin mekanizması olarak kullanıyor. Eğitimden, kültürel sosyal çevrimlere kadar bu ideolojilerin yayılım alanlarını genişletiyor. Ancak bu itaat talebi bir noktaya kadar sürdürülebilir çünkü kulluk durumundan yurttaşlık durumuna doğru geçişte karşısında itaati vaaz eden ile kendi sosyal-siyasal hayatındaki açı genişledikçe –AKP örneğinde bir yandan varsıllaşan muhafazakârlar, İslamcılar bir yanda da hayat konumları sürekli gerileyen kitleler- içgüdüsel olarak, çıplak gerçeklikle ilgili bir tartışma, sorgulama başlıyor. Bu işçi kitlelerini faşizan, ırkçı, gerici eylemler içerisinde de görebiliyoruz. Kendi hakları için ayağa kalkarken çıplak bir şekilde sınıfsal farkları ve çelişkileri de hissediyor. Sınıfsal ilişki nesnel ve toplumsal karşılığı ile görünür hale geliyor, itaat ilişkileri ve ideoloji sürdürülemez, taşınamaz oluyor. Doğrudur, işçilerin çok büyük bir çoğunluğu milliyetçi- muhafazakar bir düşünüş, algı biçimine sahip. Örneğin Hakan Plastik’te patron AKP’den milletvekili adayıydı. Elimizde işçilerin kaydettiği görüşmeler de var. Sürekli dinsel ve milliyetçi bir söylemle işçilerin mevcut duruma rıza göstermelerini ve siyasal ilişkileri vs nedeniyle işçilerin korkmalarını sağlamaya yönelik hamleler yaptı ama bu hamleler boşa çıktı. Aynı kimlik ve ideolojik iklim ve formasyon ile şekillenmiş işçi, işverenin kapıdaki lüks arabasını, onun hayatı ile kendi hayatları arasındaki uçurumu gördükçe başka bir sorgulamanın olanakları doğuyor. Burada tam da bu arayış ile örtüşecek bir tutum gerekiyor. Burada oportünist olmayan ve şovenizme prim vermeyen bir söylem çok önemlidir. Sosyalist solun tarihsel birikimi ve ufku bu söylemi yaratmak için yeterlidir. Ancak tarzda sıkıntılar var. Türkiye’de sol büyük oranda kültürelci ve daha çok orta sınıflara özgü kaygılarla hareket ediyor. Söylem olarak sınıfı, işçiyi seven ama pratik olarak sınıfla yan yana durmaktan birlikte yaşamaktan haz etmiyor. Bir mesafe var. Bu mesafe ortadan kaldırılmadığında dışarıdan vaaz eden bir görüntü ortaya çıkıyor. Bu nedenle Tayyipgillerin “Bunların tuzu kuru, biz kimsesizlerin kimsesiyiz” vb karşı politik hamleler kolay karşılık buluyor. Sınıf, sosyalistleri sahiden tanımıyor. Dolayısıyla başka bir ilişki için sosyalistlerin yaşamsal olarak ve söylem olarak neyi temsil ettiğini, in mi cin mi? ne olduğunu öğrenecek. Burada kuşkusuz sınıfın siyasal örgütlenmesinden bahsediyoruz. Sınıfın genel hareketinin politizasyonuna kafa yormak gerekiyor yoksa boğulma ve erime riski de var. En dipte olup en geneli gören bir yerde durmak ve örgütlenme perspektifine sahip olmak lazım. Örneğin savaşın, yanı başımızda Yunanistan’ın yaşadıklarının, yoksulluğun aynı temel eksende ele alınacağı bir politik düzlemden meseleleri inceltme konusunda becerili olunmalı. Bu tür bir perspektifle hareket edilmez ise dipteki küçük küçük hareketler içinde boğulmak, tükenmek işten bile değildir ve sermayeye durmadan kredi veren bir pozisyonu kendimiz beslemiş oluruz.

-Yeni sermaye birikim rejimlerinin bir beden politikası ve yol açtığı şiddet içeriği var. Minnet ekonomisi diyebileceğimiz sosyal ağlar -işçilerin her türlü haksızlığa işten atılmamak pahasına göz yumması, “eve ekmek götürmek”, işsizliğin yoğun olduğu bir dönemde iş buldukları için “şükretmek” düşüncesi ve bu düşünce sistemini besleyen dini öğeler, yoğun çalışma saatleri, işçi sağlığı sorunları vs- bu şiddetin yeniden üretilmesini de sağlıyor. Maaşlarını alamadıkları için intihara kalkışan, fiziksel şiddet gören ya da ırkçı saldırıların hedefi olan işçiler de söz konusu. Esnekliğin, güvencesizliğin, taşeron çalışma biçimleriyle bağıntılı beden politikalarından sözeder misiniz?

Fiili saldırıların artacağını düşünüyorum. Sermayenin ve etrafındaki çete/çakal ilişkilerinin –geçmiş dönemde Yarsuvat Hukuk Bürosu gibi odakların çevirdiği işlerin- Güney Afrika’da madencilerin taranması, Latin Amerika’da örnekleri çokça olan saldırılar benzeri durumlarla karşılaşacağız. Milliyetçi-muhafazakâr söylemin sınıfı bir arada tutmakta ve sermayenin arzuladığı koşullarda çalıştırma olanaklarının kalmadığı noktada doğrudan zor mekanizmalarının ve seyreltilmiş uygulamalarının sınıf üzerinde önümüzdeki dönem deneneceğini düşünüyorum. Sınıf mücadelesi keskinleştikçe milliyetçi-muhafazakâr paramiliter yapıların sermayeye hizmet için kullanılacağını tahmin ediyorum. Beden özellikle bir yeniden üretim alanıdır. Özellikle kadınlar açısından erillik diktasıyla belirlenen toplumsal ilişkiler zemininde çok fazla kadın mavi ve beyaz yakalı olarak sınıfın bileşeni haline geliyor. Ev dediğimiz toplumsal mekânsal alanda iş süreci devam ediyor ve kadınlar çifte emek alanında mobbinge ve tacize çok fazla maruz kalıyor. Ancak sınıfın şimdiye kadarki eril yapısı artık hem üretim ilişkileri açısından hem de direniş ve örgütlülük açısından çok fazla zorlanıyor. Direnişlerde kadınlar daha atak bir tutum sergiliyor.

Kitlesel çalışma biçiminden daha parçalı çalışma tarzına geçildi ve bu çalışma biçimi sol hareketler ve teorisyenler tarafından sıkça eleştirildi. Ne var ki sermayenin kendini aşma hareketi sınıfın da yeni ve yaratıcı örgütlenme tarzlarını açığa çıkarmaktan geri durmadı. Daha dar ilişkiler içinde birlikte üreten grupların daha sıkı bağlar geliştirmesi mümkün oldu. Birbiri ile daha sıkı bağlar geliştiren dar gruplar, bu dar ilişkiyi yer yer örgütlenme ve birlikte hareket etme avantajına dönüştürdüler, dönüştürüyorlar. Fordist üretim tarzı içinde parçalanmış, 3’erli-5’erli gruplar, takım liderleri vb müfreze tarzı çalışan işçilerin aslında bir tür “sınıf gerillacılığı”  tarzına zemin hazırladığını, fiili-meşru mücadeleye yeni olanaklar kattığını söyleyebiliriz. Bunun sermaye saldırıları karşısında daha hızlı mobilize olabilme özelliklerini sınıfa kazandıracağı görülüyor. Bu eğilimler üzerine düşünmek gerekiyor. Üretimin parçalı yapısının işçiler arasında güven ve birbirini tanıma, hızlı hareket etme, bir sırrı paylaşabilme ve örgütleyebilme konusunda da avantajlar oluşuyor. Mesele bunların birliği meselesidir. Sınıf oluşumunun yeni dönemi devrimci mücadeleye de muazzam potansiyeller sunuyor. Ülkede devrimci solun bu eğilimler ve potansiyeller üzerine kafa yorması, politikalar üretmesi gerekiyor. Örneğin Gezi’de bu tarz çatışma pratiklerinin etkisi teslim edilmelidir.

-Yüzyılın başına baktığımızda Avrupa’da ve ABD’de sınıf hareketinin içinde anarşistlerin ve özyönetimci eğilimlerin etkisini görüyoruz. Bu eğilimlerin sınıfın direniş ve mücadeleci yapısına katkısı yadsınamaz. Bugün kendiliğinden fiili, meşru eylemlere, işgallere tanıklık ediyoruz. Sınıfın oluşumu süreci ve siyasallaşma dinamikleri açısında bu fiili-meşru hattı bir veri olarak kabul etmek, güçlendirmek ve genel bir sınıf tavrı ile buluşturmak gerekiyor. Özyönetimci eğilimleri ve yatay demokratik ilişkileri yeni dönem sınıf çalışmasında nereye koyuyorsunuz?

1800’lerin sonunda Engels’in dönemin sendikacılığına çok şiddetli eleştirileri var. Lenin’in ilgisi ise devrimden sonra sendikalara daha yoğundur. Kontrol daha öncelikli bir mesele haline gelir. Özyönetimci tavır büyük oranda geriye çekilir ve sendikalar devlet mekanizması içine alınır. Devrimden önce ise aslında Sovyetler, konseyler, fabrikalar arası iletişim vs konulardan bahseder. Geldiğimiz noktada sendikal hareket nedir? diye sorarsanız 1900’lerin başından çok daha fazla siyasal içerimlenmeye açıktır. Mevcut yasal çerçevelerle belirlenmiş sendikal alana sığmayacak, doğrudan özyönetim organlarının belirleyici olduğu ve bu zeminleri üretebilen çoklu bir siyasal programa sahip bir eksen lazım. Şu an bunun adı sendika değil bir dönem sonra kabuk olarak kendisini sendika olarak adlandırabilecektir. Güncel tartışma diye söylüyorum: Metal İşçileri Birliği’nden arkadaşlar yeni bir sendika kurdular. Direnişin ilk başladığı dönemde Birleşik Metal İş(BMİS)’e sert eleştiriler yönelttiler. Burada iki düzeyde sıkıntı var. Sonuçta işçi zemininde her türlü siyasallığın gelişebilme olanağı görüldü. Birleşik Metal İş, Türkiye’de sendika tanımına en yakın sendikalardan bir tanesidir. Öte yandan binlerce işçinin bir anda BMİS’e gelmesi yöneticileri de rahatsız edebilirdi. Burada BMİS mevcut durumu değerlendireceği geniş bir toplama çağrı yapıp politika belirleyebilirdi. Solun geneline de çağrı yapabilirdi. Sürece hızlıca yanıt verilebilirdi. Zaten bir önceki grev döneminde eksik adımlar, planlamalar vardı. BMİS’e işçilerin yönelmesi durumunda zaten bu yönelimi boğacak çok sayıda akım  ve aygıt da vardı. BMİS; “Biz özeleştiri veriyoruz, eksiklerimiz var ama bizim sendikamız işçilerin sendikasıdır. İşçilerin söz ve karar sahibi olmadığı hiçbir süreç yoktur. Bu zemini daha da geliştireceğiz, bize gelin. Gelmiyorsanız da biz sizin alacağınız her tür kararın arkasındayız. Yeni sendika kuracağız diyorsanız onu da destekleyeceğiz.” diyerek işçilerin geneline dair bir söylem üretebilirdi. Bu Türk Metal’in bölünmesini somutlaştırırdı ve aldığı darbeler sonrası kendine gelmesine imkân verilmezdi. MESS karşısında bir partner kazanmış olurlardı. İleride birlik zeminleri kurulabilirdi. Bu müdahaleler için vakit hala çok geçmiş değildir. İki yıllık bir zaman ve olanaklar var.

-Umut Sen kolektifinden bahsedelim. Güvencesizliğin çalışma rejiminin esas çerçevesi olduğu alanlarda örgütlenmeye çalışıyorsunuz. Buralar işçi sınıfının yeni tipolojisinin ağırlıkta olduğu alanlar… Sermaye birikim rejimine koşut sınıfın yapısal dönüşümünden ve Umut Sen’in ilkelerinden bahsedebilir misiniz?

Biz mevcut sendikal tarza, çürümeye itiraz olarak ortaya çıkmış esnek, kolektif bir çabanın ürünüyüz. Umut Sen, tanımlı ilkelerin yön verdiği bir zemindir. Sınıfın heterojen yapısını dikkate alan fakat metal, petrokimya, enerji, maden işçisi gibi sınıfa da yön veren temel alanların önselliğini de göz önünde bulunduran bir eğilimiz. Dolayısıyla bu anlamıyla sınıf ortodoksisinden de fazlaca uzaklaşmamış durumdayız. Sınıf tarihinde üretilmiş “Devrim, Hemen Şimdi!” diye özetlenebilecek özyönetimci pratiklerin geliştirilmesi ve farklılaşan talepleri de bir eğitim aracı dönüştüren, sınıfa taşıyan –toplumsal cinsiyet, LBGTİ, evdeki sömürü, direnişlerdeki konumlanışlarda hiyerarşilerin dağıtılmasına, özyönetimci tarzın her yere egemen olmasına dönük ideolojik-politik müdahale- bir çizgi oluşturmaya çalışıyoruz. Bakıldığında işçici olarak görünebilir ama biz ideolojik-politik bir girdi de sağlamaya çalışıyoruz.  Tek tek fabrika örgütlenmesinden ziyade, fabrikaların toplandığı havzalardaki müdahaleyi kadro ve emek süreçlerimiz açısından işlevsel buluyoruz. Solun bu alana ilgisini polemik ve davet düzeyinde kışkırtmaya çalışıyoruz. Solda kültürelci, kimlikçi eğilimlerin yanında giderek emek eksenli bir hattın da belirginleşeceğini düşünüyoruz.

Birkaç yıl önce sınıfın içerinde bir birikmeden, kabarmadan bahsettik. Eğitimlere katmak için bile zorlanılan işçiler geçtiğimiz iki yıl içinde örgütlenmeye daha yatkın tavırlar sergilediler. Sınıf aslında her tür gelişmeyi organik olarak izliyor. Bu anlamda Gezi’nin sınıfa cesaretlendirici bir etkisi oldu. Küçük küçük direniş eğilimlerini bir birleşik emek odağıyla buluşturmak ve siyasallaştırmak bizim şu an aciliyet olarak gördüğümüz bir meseledir. Anketörlerin, market, depo, güvenlik işçilerinin, çağrı merkezi çalışanlarının meselesiyle de ilgilenmeye çalışıyoruz bir taraftan da metal, maden, petrokimya gibi geleneksel sektörlerde de ilgileniyoruz. Marks’ın tanımladığı emek-emek, emek-sermaye, sermaye-sermaye çelişkisi meselesini de bir eğitim formu içerisinde ele alıp, kaba bir emek sermaye çelişkisinden ziyade yeniden üretim süreçlerini, dolaşım süreçlerini kapsayan bir mantıkla dönemin sınıf hareketinin inşa edilebileceğini görüyoruz. Şimdi ilkelerimizi bir strateji metniyle ileriye doğru taşıma tartışmaları yürütüyoruz. Bu süreci kendi aklımızdan ibaret görmüyoruz. MİB’in faaliyetlerini eleştirilerimizle birlikte çok değerli görüyoruz. İnşaat işçilerinin, metal işçilerinin, solun hiçbir şekilde bağının olmadığı ve Kayseri’de günler süren Boydak işçilerinin direnişini çok değerli görüyoruz. Neler olup bittiğini bilmediğimiz ama Antep’te, Kayseri’de, Yozgat’ta vs patlayan işçi direnişlerinden de öğrenmek, sonuçlar çıkarmak lazım. Öte yandan Antep’te tekstil işçilerini direnişi sonrası solun adeta yalıtıldığı durumda, sol da Kobane meselesi ile sınıf meselesini bir arada işlemekten uzak bir haldedir.

Bugünün tarihsel eylemi salt Kürt hareketinin mücadelesi ile değil emeğin mücadelesi ile bu gündemlerin birleştirilmesi maharetinden inşa edilecektir. Bu bölgede bir devrimci durumu oluşturacak olan bu maharettir. Bu anlamıyla mevcut siyasal dizilişler bir anlam ifade etmiyor. Bugün sınıfa özgüven kazandıracak, sınıfın eylemine şahsiyet kazandıracak bir devrimci tarzı geliştirmek gerekiyor.

-Sınıf gerillacılığı tarzından bahsettin. Bugün işten atılmalara, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına dair önleyici eylem stratejilerine ihtiyaç hissediliyor. Bu alanlarda mobilize olma kabiliyeti yüksek, sürekli hatırlatan ve gündemde tutan –sizin Levent’te Soma Holding binası önünde yaptığınız gibi- topluma bu gündemler konusunda itkide bulunan bir çizginin gerekliği görünüyor. Tekel işçileri Ankara direniş günlerinde küçük gruplarla bunu başarmıştı. Önleyici eylem-müdahale çizgisi nasıl oluşturulacak?

Birleşik emek hareketi aslında bir tür departmanlardan oluşan, mücadele başlıklarına yönelik konumlanmış fiili, meşru eylemlerle etki yaratabilen, yasal çerçeveyi hak mücadeleleri ekseninin bağlayıcı öğesi görmeyen -nasıl ki grev yasağını işçiler boşa düşürdüyse- yöntemler üzerine kafa yormak lazım. Son yıllarda sermayenin azgınlığına ve pervasızlığına karşı, iş cinayetlerine karşı soldan bir tepki gelişti. Bunların tarzları var: Limter-İş büyük oranda ölümlerin azalmasıyla sonuçlanan mücadelesi, Davutpaşa, Ostim Davaları ekseninde sürdürülen ve halen devam eden adalet arayışı var. İSİG’in, DirenEmek’in yaptığı kayıt tutma çabaları var. Bunlar birleşik bir çabaya dönüştürülebilir.

Birleşik emek hareketinden herkesin yan yana geldiği matematiksel bir ilişki anlaşılmamalıdır. Bu da bir mücadele programı gerektirir. Doğrudan havzaları ve ülkeyi, hareketin genel ihtiyaçlarına seslenmeyi hedefleyen bir örgütlenme, mücadele, dayanışma, direniş bileşkesi gözetilmelidir. Bunun en temel öğesi ölüsüne sahip çıkmaktır. Kendi ölüsüne sahip çıkmayı sermaye ve iktidara karşı dövüşme olarak tanımlayan eğilimler ortaya çıkmalıdır. Sadece eylem yapan değil örgütleyen, örgütlenme tarzları üreten bir anlayış üretilmelidir. Örneğin metal direnişi solun kültürelci dinamikleri nedeniyle ülkede hak ettiği ilgiye mazhar olamadı fakat DİSK’in 15-16 Haziran eylemi Bursa’da 400-500 işçi ile gerçekleştirildi. Devrimcilik, sosyalistlik iktidara ve sermayeye karşı dövüşme ile tanımlanır.

-İş cinayetlerinde bir patlamada, göçükte vs ölen sayısı büyük değilse gündeme gelmiyor. Geçen hafta DirenEmek’e bir günde farklı illerde 11 işçi ölümü, toplam 130 işçinin yaralanması, 50 zehirlenme haberi girildi. Bu 11 işçi aynı olayda ölmediği takdirde büyüklük olarak göze çarpmıyor. DirenEmek iş cinayetleri haberlerini arka arkaya paylaştığında sosyal medya takipçilerinde azalma oluyor. Neden moralimizi bozuyorsunuz mesajları geliyor. Öte yandan Soma Davası sürüyor. Sosyal Haklar Derneği, Çağdaş Hukukçular Derneği vb kurumların çabasıyla dava gündem olma özelliğini sürdürebiliyor ama Ermenek’e kimse gitmedi. Emek hareketi bu davaları sahiplenip siyasal bir meseleye dönüştürme becerisi göstermedi. Soma Davası’nın yıldönümünde DİSK’e bağlı ilgili sendikanın bildirisinde davaya dair tek bir talep yoktu. Bir politik bakış eksikliğinden bahsedebilir miyiz?

Bakış eksikliği dediğin aslında bir ideolojik konumdur. Her sorunu çivi olarak görürseniz çekiç ararsınız. İşçi ile ilgili mesele daha çok ilericilik-gericilik gibi kültürelci eksende tanımlayan çizgi absürt sonuçlara varabiliyor. Politik olanın bütünleştirici hale gelmediği dönemlerde bu tür sapmalar çoğalıyor.

-Soma seçim sonuçları tartışması buna örnek olabilir…

Evet. “AKP’ye oy veriyorlarsa geri zekâlılar her şeyi hak ediyor” diyebilen bakış ideolojik bir bakıştır ve AKP’de de solda da bu bakış bulunuyor. Bu bakış açısı işçi ile salt söylemsel bir muhabbeti olan ve pratikte işçiye uzak bir yaklaşımın ürünü sorunlar. İşçileşme, kentlileşme süreçleri önümüzdeki dönemde bir kalıp olarak oturacak ve bu işçiler mücadelenin öznesi olacaklar. Renault işçisine bakalım: İki defa işten atılmalar olmasına rağmen mahkeme yoluyla çözüm elde etmeyi beklemektense fiili gücü ile meseleyi çözebilen bir deneyim sundu. Bu kesimlerin etrafını toplumsal olarak, sosyal hak mücadeleleri ile tahkim edebilirsek ve bu kesimlerin örgütlenmesi ve mücadelesine ilgi gösterirsek Batıda bir güç olabiliriz.

Soma’da, Savaştepe’de, Akhisar’da, Kırkağaç’ta, Kınık’ta AKP oylarında ciddi bir düşüş var. Öte yandan enerji sermayedarlarının oluşturdukları ciddi oligarşik yapı var. Bu yapı AKP’ye muhtaç durumdadır.

İnsanlar herhalde şunu varsayıyor: Biz gidiyoruz, dayanışma gösteriyoruz. Bu insanlar nankör, AKP’ye oy veriyor vs. Bu çok yanlış bir algı, sen dayanışma gösterdin diye hemen “biz bundan sonra sizciyiz” diyecekler sanıyor. Bu sınıfı bilmemek, tarih bilmemek ve düpedüz cehalettir. Ne var ki Spinoza’nın da dediği gibi “cehalet argüman değildir”.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler