spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelKamu sektöründe neo-liberal dönüşüm ve STK’laşma - Burcu A.

Kamu sektöründe neo-liberal dönüşüm ve STK’laşma – Burcu A.

Çalışma alanlarının neo-liberal dönüşümü üzerine çokça örnek üzerinden tartışmalar artıyor, bu esnada görece güvenceli bir alan olarak bilinen kamu sektörü de bu dönüşümden nasibini alıyor tabii ki. Kamu sektörü özellikle son dönemde tanık olduğumuz yerel yönetim grevleri ile emek mücadelesi gündemine daha çok yer aldı[1].

Kamudaki çalışma düzeni, iktidar ve sermayenin her türlü baltalamasına rağmen belirli mesai saati, ortalama ve düzenli maaşı, izin/rapor hakkı gibi hakların genele göre nispeten daha iyi durumda olduğu bir çerçeveye sahip fakat sermaye-devlet işbirliği performans ölçümü gibi araçları kamuya dâhil etmeye çalışıyor uzun süredir. Öte yandan söylemleri genelde insan hakları üzerine kurulu olanlar dâhil olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının bünyesinde nasıl bir emek sömürüsü olduğunu sanırım artık bilmeyen yok. Zaten son zamanlarda sivil toplum kuruluşu (STK) çalışanlarının bağımsız örgütlenmeleri ya da çalışanların bireysel ve örgütlü ifşaları sayesinde bu alanda hep sezilen ama somut olarak ortaya koyulması zor olmuş sorunları çok daha açık şekilde öğreniyoruz. Ben biraz bu alanın kamuyla etkileşimi ve kamunun çalışma biçimi üzerindeki etkilerinden bahsetmeye çalışacağım.

Kamuda zamanında ciddi sendikal mücadeleler ile kazanılmış pek çok hak var ama bütün bu sürecin paralelinde sendikal mücadele de bildiğimiz üzere çok geri çekilmiş durumda. Yine de kazanılmış hakların güvenceli memur ve işçi kadroları için aşınması biraz daha zaman alıyor gibi görünüyor. Fakat bütün sektörlerde olduğu gibi kamuda da taşeronlaşma hızla yayılıyor ve sivil toplum ile kamunun artan etkileşimi bizzat kamunun çalışma rejimini kökten değiştiren bir sürecin önemli bir ayağı oluyor. Sadece kendi çalışma sürecimde taşeron eleman alımının istisna olmaktan çıkıp neredeyse norm haline gelişini gözlememiş oldum maalesef.

STK alanındaki emek sömürüsünün sıklıkla gönüllülük ile emek karşılığı ücret alma hakkı arasında kurulan bir muğlaklıkla meşrulaştırıldığını biliyoruz. Dünya ve insanlık için iyi bir şeyler yapıyor olduğuna insanları yeterince ikna edebilirseniz aslında emeklerini sattıkları bir iş yapıyor oldukları gerçeğini yok sayarak onların bütün özel zamanını gasp edebildiğiniz bir çalışma biçimi oluşturmak mümkün oluyor. “Zaten insanlık adına gönüllü olarak yapman gereken bir şeyi yapıyorsun, bir de üstüne para alıyorsun, pek tabii ek mesai de yapacaksın, kendini de adayacaksın” şeklinde dayatılıyor, hatta rıza üretiliyor. Hele hak mücadelesi üzerine çalışan kurumlarda toplum faydası manipülasyonu o kadar güçlü oluyor ki emekçiler en temel haklarını ararken kendilerini suçlu dahi hissedebiliyor. Bu işleyiş yapılan işin “idealizm” çerçevesine oturtulabileceği pek çok alanda görülüyor aslında ama bunun detayı başka bir yazının konusu olacak genişliktedir[2]. Benim burada odaklanacağım soru şu: Bu çalışma biçimi ve anlayışı artan kamu-stk ilişkisi ile kamunun kendi işleyişinde nelere yol açıyor?

Özellikle STK alanında inşa edilen gönüllülük temelli “rıza” ve bu yolda esnek mesaili çalışmayı neredeyse kutsama refleksi alanın kendi emekçileri tarafından da çok daha görünür hale getirilmişken bunun kamudaki izdüşümünü de konuşmak için uygun bir an olabilir. Son yıllarda yerel yönetim kavramının siyaset arenasında parlayan yıldız olmasıyla da birlikte, kamu sektöründe, türlü mücadele ile kazanılmış hakların ve bu hakları güvenceye alan kadro ve çalışma biçimlerinin STK’laşması diyebileceğimiz bir tartışma açmak genel emek mücadelesi tartışmalarına bir katkı da sunabilir diye umuyorum.

Yerel yönetimin parlayan yıldızı ifademle kamunun STK’laşması ifadem arasında bağ kurayım bu noktada: Ülke geleceğinin ve halk iradesinin sembolü olmaya başlayan ve giderek de bu iddiası güçlenen bir alan olarak yerel yönetim bu yazı bağlamında benim “kamu” derken kastettiğim en temel alan. Bu sembolleşme kamu yararı kavramına bir reklam değeri ekliyor, bunu bir pazarlama unsuru haline getiriyor. Bu esnada bu iş yerlerinde verilen emek de üstün bir amaca hizmet ediyor algısı oluştukça başta STK kapsamında bahsedilen zorunlu gönüllülük inşası kamuda da var olmaya başlıyor.[3]

İşte tam bu noktada proje bazlı üretim biçimi ve yanında zaten süregelen taşeronlaşma sonucunda net bir giriş çıkış saati olan kamu emekçiliğinin içerisinde maalesef gönüllülük esasına dayandırılan bir esnek çalışma “filizlenmeye” başladı. Bizim bunu hissedip üzerine konuşmaya başlayışımız kabaca 5-6 senelik bir süreç diyebilirim. Öncesi olsa da yoğunlaşma evresi bu olmuş olabilir. Yerel yönetimin giderek kötüleşen ülke siyasetinin kurtarıcısı olarak sahneye yerleşmesi ile STK’lar üzerinden konuşulan toplum yararı ile kamuda her zaman bilinen kamu yararı meselesi ilkine daha benzer bir yere evriliyor. Esnek çalışma, genel ifadeyle 8-5 mesai dışında çalışma yaygınlaşıyor. Burada sadece söylemsel bir analiz çok eksik kalır tabii ki, somut zemin taşeron kadrolar üzerinde kurulan her an sözleşmesinin fesh edilmesi korkusu. Fakat neo-liberal üretkenlik, verimlilik söylemlerinin her tarafımızı kuşattığı bir dünyada başı sonu belirli, insanın onurlu, düzgün bir kişisel hayat yaşamasına zaman bırakan bir mesai saatine sahip çıkmak kolaylıkla iş arkadaşları nezdinde dahi bir tembellik, işten kaçma olabilmeye başlıyor. Burada çalışanlar arası dayanışmanın da ne tür mekanizmalar ile kırılabileceğine şahit oluyoruz. Kamuda farklı özlük haklarına ve güvencelere sahip kadrolar oluştukça çalışanların örgütlenmesi de zorlaştırılıyor çünkü sermaye ve yöneticiler tarafından kurulan adaletsizlik maalesef çalışanlar arası gerilimlere varabiliyor. Yöneticiler kadrosu güvenceli kişilerin itiraz edeceklerini bildikleri işleri taşeron kadrolara havale etmeyi huy edindiler süreç içerisinde. Bir tarafta sürekli iş yapmamakla suçlanıp mobbinge maruz kalanlar, öte tarafta iş yükü güvenceli kadrolara göre kat kat fazla ama hem ücretleri hem de sosyal hakları daha düşük olan ve ciddi anlamda sömürülen taşeronlar şeklinde sınıfı bölmüş oluyor bu dönüşüm.

Ayrıca bahsettiğim sivil toplum çalışma biçimleri yine neo-liberal söylemlerden çok alışık olduğumuz “hız” talebini de çok ciddi bir şekilde kamunun gündemine dâhil ediyor. Oysa kamuda iş yaparken hız her zaman iyi bir şey değil. Yapılan her iş kamu parasıyla, kamuya hizmet için yapılıyor ve kullanım alanı hem insan sayısı hem de kullanılması beklenen süre açısından çok kapsamlı. Aslında birkaç senelik projelere dayalı iş üretme, bitirme, raporlama biçimiyle çok örtüşecek bir iş değil kamu hizmeti. Olabildiğince kapsamlı, detaylı düşünmek ve en sürdürülebilir kamu hizmetini üretmek en önemli belirleyici unsur olmalı. Üstelik kamuda çalışılarak edinilen deneyim yurttaş tepkisini bilmek anlamına da geliyor ve kamu hizmeti üretecek kişi olası şikâyetleri, sorunları öngörmek ve sorunlar çıkmadan cevaplarını vermiş olmayı hedeflemek zorunda. Yani kamunun hedefinin en kısa sürede en fazla sayıda proje üretmek haline gelmesi kamu hizmeti açısından olumlu bir durum değil.

En nihayetinde kamusal hizmet açısından işlevsel de olan daha sabit ve sürekliliğe dayalı bir iş hayatı çizgisinden, kariyerin bir uğrağı olan bir alana dönüşmüş oldu kamu alanı da. Evet, üst düzey yöneticiler için bu her zaman böyleydi ama onlar ayrı bir sınıf, ben proleter diyebileceğimiz işçi ve memur kadroları düzleminden bir gözlem aktarıyorum[4]. Taşeronlaşma sınıf algısını tam olarak güvenceli kadroları üretkenlik, verimlilik söylemi üzerinden şeytanlaştırma ve güvencesiz kadroların iş yükünün sorumluluğunu diğerlerinin tembelliğiyle ilişkilendirme yöntemiyle bozuyor.

Bu süreçte yıllık izinlerini tam kullanmak, tatile gitmek, hasta olunca rapor alıp evde dinlenerek iyileşmek gibi temel ve asgari haklar birer mobbing unsuru haline gelebiliyor. Örneğin “saat beş olur olmaz çıkıyor, inanılmaz” tepkisi insanı hayrete düşürecek derecede yaygın oldu zaman içerisinde. Bu daha önceleri özel sektör çalışanlarından kamuya gelen bir tepkiydi. O zaman da kazanılmış hakları olanların bu hakları kaybetmesi değil, bu haklara sahip olamayanların sahip olabilmesi için mücadele edilmesi gerektiğini vurgulardık. İşler maalesef özel sektörün iyileşmesi değil kamu kazanımlarının da aşınması doğrultusunda gelişti.

Bunlara ek olarak bu dönüşümler çalışanın işi üzerindeki inisiyatifini de yok etmiş oldu. Son senelerde artan bir şekilde yabancılaşma bahsi ile karşılaşırsınız kamuda. Sendikalı memurlar örneğin, çok da üstüne gidilip olay çıkarmasın ama bir kenarda ufak tefek işlerle oyalansın diye yaklaşılan ve mesleksizleştirilen, kızağa çekile insanlar oldular. Öte tarafta işini kaybetme endişesiyle birçok şeye onay vermek zorunda kalan taşeron çalışan ürettiği işe en baştan yabancılaşmıştı zaten. Üst yönetici kadroların elini oldukça güçlendiren, başkanları neredeyse yegâne karar alıcı yapan bir düzen de güçlenmiş oldu. Sanırım başkanlık sistemi denilen şeyin sermayeye ne kadar yaradığını en açık şekilde yerel yönetim emekçileri görmüştür. Oysa olmayacak işlere “hayır” diyebilme inisiyatifi de yolsuzluğun önündeki en önemli araçtır ve bunu sağlayan şey de kadro güvencesidir. Yan gelip yatan memur, iş yavaşlatan memur gibi söylemler ile olumsuz algı yaratmak neredeyse norm haline geldi. Yan gelip yatmak diye ağızlara yerleşen ise barınma, yemek gibi temel ihtiyaçları karşılayan bir maaş, insani izinler ve rapor hakları karşılığında 8 saat mesai idi. Burada emekçinin iyiliğinden çok emeğin kendisine yer yer fetişizmine kayan bir muhalefet ve sendikacılık anlayışını da sorgulamak gerekebilir diye düşünüyorum.

Daha önce belirttiğim gibi taşeron kadrolar ile güvenceli kadroları sürekli birbirine düşüren bu düzen bir yerden sonra memurun kızağa çekilip mesleğinden edilmesine ve taşeronun kat kat daha fazla çalıştırılıp ezilmesine vardı, kimse buradan kârlı çıkmadı, çıkamazdı. Memur taşeronla dayanışmalı, kişisel ve sendikal ölçekte bence bu böyle ama kendisine sürekli iş yapmayan, üretmeyen iması yapan kişilerle ortak zemin bulmak politik bilincin de olmadığı durumlarda çok zor bir iş. Aynı şekilde bu mekanizmaların tartışılmadığı, politik bilincin olmadığı bir ortamda taşeron kadroların güvenceli kadrolara bakıp kendi sömürüsünü onlara bilenerek soğutması da beklenmedik bir tepki değil. Burada suçlanacak kimse yok. Hızla eşitsizleşen bir çalışma ortamında politik tartışma ve örgütlenmede eksik kalanlar sorumluluk almalıydı ama pek mümkün olmadı.

Bu esnada muhalefetin yerel yönetime yüklediği kurtarıcı rol öyle arttı ki ülke için iyi bir şey yapıyoruz şiarı, aynı STK için bahsettiğimiz sömürü biçimi gibi işler oldu. Pandemi döneminde yerel yönetimlerin işçileri sabah akşam, karantina bile dinlemeden çalıştırması dahi ülkeyi kurtarma görevi kapsamına alınmış oldu, sorgulanması günah sayıldı adeta. Tam bir “sivil toplum gönüllülüğü” ile mesailer esnetildi, üstelik işçiler buna üretilmiş bir rıza ile gönüllü dahi olmadan. Diskur öylesine yerleşmiş oldu ki artık bu gönüllülük söylemini yeniden üretme zahmetine bile gerek kalmadı, zaten bütün bunların ülkeyi kurtarma işi olduğundan emin kadrolar da yetişmiş oldu. Pek tabii bu bir emek sömürüsü ve birilerinin bunu daha muhalif ya da daha iyi niyetli saiklerle yapması ise hiçbir şey değiştirmiyor, değiştirmeyecek. En nihayetinde bu işin sonu kazanılmış hakların aşınmasına, gaspına varıyor ve hatta vardı bile diyebiliriz.

Bu noktada topluma fayda nasıl STK’ların birer iş yeri olduğu gerçeğini muğlaklaştırdı ve bu alanları gönüllü politik örgütlenme alanları gibi çerçevelediyse kamuda da kamu yararı, ülkenin geleceği gibi kavramlar yerel yönetimlerin her şeyden önce iş yerleri olduğu gerçeğini muğlaklaştırdı. Bunların ikisi paralel süreçler, belki de çok daha önceden konuşulması gerekiyordu, aynı STK çalışma koşulları gibi. Yerel yönetim olsun, sivil toplum kurumu olsun, hepsi birer iş yeri ve üretilen işe yüklenen üstün anlamlar bu alanlarda emek sömürüsüne ve esnek mesaiye karşı çıkmayı her geçen gün biraz daha zorlaştırıyor. Mesai saati önemlidir, düzenli maaş önemlidir, kamu ya da özel fark etmeksizin patronlar için verdiğimiz ekstra her saatin karşılığını talep etmek önemlidir. Hep beraber herkesi aslında çok da şahane olmayan memurların çalışma koşullarına çekmek için çalışıyor olmalıydık. En azından neo-liberalizmin verimlilik, üretkenlik ve esnek çalışmasını bu kadar sevmemeliydik. Hükümetin saldırısı karşısında sığınak gibi duran kurumlardaki emek sömürüsüne karşı durmayı ötelemenin bizi kurtaracağına inanmıyorum çünkü kapitalizm bir hükümetten ibaret değil. Bu dönüşümleri tartışmak adına gözlemlerimi aktarmaya çalıştım, umarım emek gündemine katkısı olur ve bütün bunları sınıf perspektifinden ve çok daha kapsamlı, derinlikli tartışabiliriz.

Burcu A.

Not: Bu yazı 2019 senesinde yazılan bir taslak üzerinden güncellendi. Uzun zamandır sendikal mücadele içinde de tartıştığım, üzerine düşündüğüm bir konuydu ve güncel durumda revize edilerek yayına hazırlandı. Yayınlanma zamanı sosyal medyada cereyan eden tartışmaların üstüne gelmiş olsa da onlara cevaben yazılmış bir yazı değil. Bu konuların ele alınışında içerisinde bulunduğumuz sıkışmışlık etkisiyle savrulmalarımız oluyor, bunlara bir cevap olarak değil, uzun zamandır gözlemlenen ve yazımı da zamana yayılmış, pek çok insanla tartışılmış bir mesele olarak düşünebiliriz. Güncel tartışma reflekslerinin politika üretme süreçlerimizi fazlasıyla etkilediği ve sınırladığı bir ortam içerisinde olduğumuz için bu şerhi düşmek istedim.

[1] Burada geçmişte verilen sendikalaşma mücadeleleri ya da KHK ile işten çıkarmalara karşı gösterilen direnişler konusuna girmeyeceğim, sadece yok sayıyor olmamak adına bu parantezi açma ihtiyacı duyuyorum. Bu yazı teorik bir tartışma yazısı da olmayacak, daha ziyade kendi on seneyi aşkın çalışma deneyimim esnasında gözlemlediğim bazı dönüşümleri genel bağlamla ilişkilendirmeye ve kamu sektörünün güncel durumunu tartışmaya dair bir aktarım yazısı olacak.

[2] Buna benzer bir sömürü tipi akademide ya da kültür-sanat alanında da mevcut. Bu alanlar entelektüel faaliyet yapılıyor ve bir de üstüne para veriliyor diye hepimizin zihninde dahi benzer bir emek sömürüsü meşrulaştırma mekanizması ile işliyor. Bu bambaşka bir yazı konusu ama tam olarak bu motivasyona dayanan bir çalışma biçimi olduğu için akademinin neo-liberalleşmesi, editörlerin, çevirmenlerin emeklerinin yok sayılması gibi konular da gündem olmakta epey gecikiyor ya da çok zor tartışmaya açılabiliyor.

[3] Burada STK’ların mevcut siyasi ortam sebebiyle politik alanın sıkıştığı yerler haline gelmesi gibi gerçeklere dokunmuyorum. Bu kritik bir durum olsa da bu yazıda ele alınan konu açısından belirleyici değil.

[4] Sungur Savran memurların sınıfını da tartıştığı yazısında en nihayetinde maaş karşılığı çalışan bir sınıf olarak tanımlar, burada üst düzey karar mekanizmalarında yer alanlar devlet bürokrasisi ve dolayısıyla küçük burjuva sayılabilir olsa da çoğu kamu emekçisi proleter sayılır, burada tek önemli nokta yolsuzluk “imkanı” der Savran, çünkü bu tam olarak da görev ve statünün sağladığı bir zenginleşme ihtimalidir. Bunu da bir parantez olarak ekliyorum. Yani maaşlı çalışan, belirli bir mesai ve ücret karşılığında kamu yararı gözeterek üretmekle yükümlü olanların bu muğlak zeminde yapabileceği çok şey vardır. Memurun güvenceli kadrosu da aslında yolsuzluk baskılarına karşı bir koruma sağlar. http://www.eatonak.org/siniflar/downloads/files/DM6-7-Savran%20Harita.pdf

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler