spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizIşığa Vurup Duran Kelebek Çırpınışı : 2004 Çorum Tuğla İşçileri Direnişi -...

Işığa Vurup Duran Kelebek Çırpınışı : 2004 Çorum Tuğla İşçileri Direnişi – Başaran Aksu

Bu hikâye solun; sınıfsal, kültürel, mekânsal olarak işçi sınıfından kopuşunun çoğunluğu birer proleter yatağına dönüşen Anadolu kentlerinde daha göze battığını, kültürel, sosyal, mekânsal alışkanlıkları itibarıyla orta-üst sınıflarla daha iç içe görünüm arz ettiğini anlatıyor. Uşak, Denizli, Antep, Kayseri, Akşehir, Bilecik, Fatsa, Samsun nereye giderseniz gidin bu manzarayı açık görürsünüz. Yine nereye giderseniz gidin işçi sınıfının otonomisine dair ışığa vurup duran kelebek çırpınışları kadar somut çırpınma, kendi olma arayışı hikayeleri görürsünüz.

2004 yılının Temmuz ayında Çorum’da çalışan tuğla ve kiremit işçileri ağır çalışma koşullarına isyan edip sigortalı, sendikalı çalışmak istedikleri için bir direniş başlattı. O zaman sosyalist bir partinin PM üyesiydim, haberi duyar duymaz yola çıktım. Günlük yayınlanan bir gazetede yönetici olan arkadaşım yoldayken aradı, kendileri için direnişi haberleştirmemin iyi olacağını söyledi. Akşama doğru Çorum’a inince yöneticisi olduğum partinin il başkanı insan iyisi bir abla tarafından karşılandım. “Başaran Bey” diye hitap etti. “Abla biz yoldaşız, ne beyi.” dedim. “Ne bileyim, daha önce buralara gelen Yıldırım Bey bilmem ne beylere öyle hitap ediliyordu.” dedi. Direnişle ilgili bilgisini sordum. “Çok yüzeysel biliyorum, KESK sendikalarının olduğu binaya gidelim oradaki arkadaşlar bilebilir detaylı.” dedi. Oraya varınca işçilerle doğrudan diyaloğu mümkün kılacak, direnişte olan işçilerden biri ya da birkaçıyla görüştürebilecek bir ilişki aradık. Telefonlar çalıştı, sağ sol arandı ama direnişte olan 7500 tuğla işçisiyle doğrudan bağı olan biri ne yazık ki bulunamadı. “Akraba, köy, okul arkadaşı, asker arkadaşı, maç arkadaşı bir gerekçeyle tanış olunan herhangi bir işçi olur diyalog için.” dedim ama bütün çabalarına rağmen böyle bir bağ yoktu. Vakit geç olunca sabah hallederiz diye eve geçtik. Ev, Çorum Katliamı ve direnişinin yaşandığı Bahçelievler mahallesinde ve sol orada güçlü, oraya sıkışmış adeta. Katliam ve direniş dönemini dinledim arkadaşlardan, yaşı yetenlerden. O dönem Çorum’un neredeyse genelinde etkin olduklarını, Alevilere saldırıldığında Çorum’un tüm anti faşist güçlerinin seferber olduğunu, faşistlerin Maraş denemesinin böyle boşa çıkarıldığını anlattılar.

Sabah erken kalkıp çıktık. İl başkanı ablaya avukat tanıdığının olup olmadığını sordum. İşçilerle karşılaşmadan önce hukuki durumlarını avukattan dinlemek istedim. Eski il başkanımız avukatmış, onun ofisine gittik.

-7500 işçi hangi gerekçeyle işten atılmış?

+1250 işçi atıldı, 7500 değil.

-Peki neden her yerde 7500 yazılıyor?

+1250 işçinin dışındakiler sigortalı değil. 1250 işçi iş kanuna aykırı olarak yasadışı greve gitmekten kıdemsiz, ihbarsız atıldı.

-Peki Çorumlu olup Çorumlu binlerce işçiyi böyle acımazsız bir maddeden atan … avukatlar kimlerdir abi?

+ Ben işveren avukatıyım. Başka bir sol partinin başkanı, iki sol demokratik kitle örgütünün yöneticileri de işveren avukatı.

Öfkem arttı ve kusma hissim uyandı, kendimi dışarı attım hızlıca. KESK’li arkadaşa bu avukat hadisesinin esas haber konusu olduğunu söyledim. Onlar da “Bunu yapmak doğru değil, zaten bir avucuz burada” dediler. “Daha az olalım ama doğru duralım, öyle büyürüz” dedim.

İki günün yerel gazetelerine göz attım sonrasında. Gazetelerde MHP Çorum İl Başkanı olan genç biri işçilerin avukatı olarak tanıtılıyordu. Tuğla-Kiremit işverenleri MHP il örgütünün temel dayanağı olduğu için MHP genel merkezi il başkanına davadan çekilmesi yönünde baskı yapıyordu. İl başkanı rahmetli babasının tuğla-kiremit ocaklarında çalıştığını, kendisinin de üniversiteye gitmeden önce ocaklarda çalıştığını, oradaki köleliği, vahşeti bildiğini, işçilerin avukatlığını tek kuruş almamak üzere üstlendiğini, rahmetli babasının anısına vefa için bunu yaptığını, görevden alıp almama takdirinin genel merkeze ait olduğunu ifade etmiş, bu da yerel gazetelerde işlenmişti. Saat ona doğru işçilere ulaşmak için yanıma bir genci alarak kahvelere daldım. Üçüncü adreste işçilere önderlik eden E. Eray’a ulaştım. İşçiler ona çok büyük bir saygı gösteriyor, başkan diye hitap ediyordu. Yaşı 27-28 civarındaydı. “Eray başkan anlatır mısın bu direniş nasıl başladı? Nereden çıktı bu sendika işi?” dedim.

Eray, dedesinin, babasının akrabalarının da hep bu işletmelerde kölece çalıştığını, kendisinin uzun süre bu işi yaptığını, bir yıldan biraz uzun bir süre önce dayanamayıp bir daha bu işi yapmayacağım diyerek Ankara’ya gittiğini, orada da iyi bir iş bulamayınca akrabaları aracılığıyla Kızılay’da altı ay korsan kitap sattığını, o sürede epey kitap okuduğunu sonra zabıtalar kitap satışını yasaklayıp kitaplara el koymaya başlayınca yine işsiz kaldığını, bir süre iş bakındıktan sonra Çorum’a dönmek zorunda kaldığını, döndüğünde işletmelere dönmemek için başka işler baktığını en sonunda bir yerel gazetede muhabirlik işi bulduğunu, üç ay çalışıp parasını alamayınca işi bıraktığını yine başka işler bakındığını, açlık noktasına varınca işletmelere geri dönmek zorunda kaldığını anlattı.

Eray işletmeye dönünce kitaplardan öğrendiklerini işçilere aktarmış, sendika lafı yayılıp kaynağın kendisi olduğu öğrenilince de hemen işten atılmıştı. “Sonra ne yaptın?” dedim. Eray doğruca Çorum Emniyet Müdürlüğü’ne gitmiş, miting yapmak istediğini görevlilere söylemişti. Tek kişiyle miting yapamayacağını altı kişi daha bulması gerektiğini öğrenen Eray kolları sıvamıştı.

Günlerce o altı kişiyi bulmak, ikna etmekle uğraştım. Kaç defa tamam bu kez oldu dediğim heyet emniyetin önünden döndü korkuyla. En son altı kişiyi ite kaka emniyete soktum. Güvenlik şube müdürü “Size bir de ad koyalım” dedi. Sendikalaşma Hareketi İçin İşçi Mitingi Düzenleme Komitesi adı konuldu. Perşembe mesai bitimine yakın izni aldık, mitingin yapılacağı pazar gününe kadar 38 köyde 60 küsur mahallede toplantı yaptık. Bir temsilci, bir temsilci yardımcısı seçtik, görevlerini tanımladık. Miting günü ben yüz kişi olur diye düşünüyordum ancak mitinge on bin işçi katıldı. On yıllardır Çorum’da kimse böyle bir şey görmemişti. Çıktım kürsüye ne konuştuğumu bilmiyorum, heyecandan içimden geleni döktüm. Sendika lazım arkadaş dedim kısacası. Ertesi gün herkes iş başı yaptı, işyerlerinde patronlar ortada yokmuş o gün. Salı sabahı tuğladaki tüm işçilere çıkış verildiği söylenmiş, işçi arkadaşlar işletmelerin olduğu bölgeden Çorum merkeze doğru yürümeye başlayınca emniyet çok paniklemiş beni aramış her yerde. Bulamayınca köye geliyorlar, uyuyordum kapıyı sertçe vura vura uyandırdılar. “Neredesin, gel olay çıktı. Binlerce işçi Çorum’a yürüyor, yardım etmen lazım” dediler. Kent girişinde işçilere yetiştik, polis arabasının üzerine çıktım megafonla işçi arkadaşlara seslendim. “Arkadaşlar o işletmeler bizimdir, orada biz üretiyoruz, biz üretmeyince patronlar hiçler, biz olmayınca kimseyi çalıştıramazlar, işletmelerin önlerinde birikelim, oradan ayrılmayalım.” dedim. İşçi arkadaşlar işletme önlerine geri döndüler.

“Kaç kişi sendikaya üye oldu?” dedim. Sendika üyesi yoktu, işveren öyle sanmıştı. “Türk-İş/Çimse-İş muhatap gibi açıklama yapmış” dedim. “Onlar görüştüler bizimle. Biz çözeriz dediler, çözün dedik o kadar.” diye yanıtladı Eray. Başka sendikayla görüşüp görüşmediklerini sordum.

Hak-İş Başkanı Salim Uslu Çorum’lu. Çorum’u direniş esnasında ziyaret edince “Ne var bunda işverenler sendika üyesi, işçilerde sendikalı olsun çok mu?” diye yerel basına beyanatta bulundu, o açıklama bize güç verdi baya. Görüşmek istedik ama ulaşamadık. DİKS’çiler geldiler, işçi arkadaşlarla toplu görüştük. Aslında ben onları istiyordum, kavga ederler bizimle birlikte patronlara karşı diye. Değişik, ters konuştular. İşçi arkadaşların yüzü ekşidi, düştü. O zaman vazgeçtik DİKS’ten.

Öğleden sonra görüşmek üzere ayrıldık. Ben gazeteci numarası yaparak kente gelen sarı sendika Çimse-İş Ankara Şube Başkanı ile görüşmeye gittim. 60 civarında işçi de vardı görüşme yaptığım odada. Haberi yapacağım gazetenin sol kimliğine göre beyan verdi, işçi tribününü arkasına almak için. “İşçileri ne zaman üye yapacaksınız? 1250’si sigortalı, sigortasız olarak çalışan 6000 işçiyle ilgili ne yapacaksınız?” gibi sorular sordum. “Bak delikanlı” dedi, Ankara ağzıyla. “Bu işler usulet ve suhuletle çözülür. Bir masa kurulur, bu işler orada konuşulur ama vakit alır ama almaz ama orada konuşulur. Bakın Arjantin’e kriz var diye işçiler her tarafı ateşe verdiler. Cam, çerçeve, fabrika bırakmadılar. Bizim işçimiz öyle mi (işçilere bakıp gülerek), hiç değil. Bizim işçimiz dinine, imanına, vatanına sahip çıkar, aç kalsa da.” dedi. Ben somut olarak ne yapacaklarını öğrenmek istediğimi, sorumun işçinin dini, imanı, vatanıyla ilgisi olmadığını söyleyince, “Var, var” dedi. 

Çıkıp tekrar Eray’ın yanına döndüm. Çimse-İş’in onlara sahip çıkmayacağını, üye filan yapmayacağını söyleyince, “Biliyorum abi” dedi Eray.

Bizim tuğlada 7500, kiremitte 7500 işçi çalışıyor. Hepsi üye olur biz olunca. Sadece burası değil, Turhal, Boyabat, Kastamonu’dan işçiler arıyor. “Sizinleyiz.” diyorlar. Teyzeler, nineler arıyor. “Oğlum siz kazanın diye istiareye yatıyoruz.” diyorlar. Bütün işçiler bize bakıyor. Onun başkan olduğu şubeye 5000 işçi üye. Bizi üye yaparsa kalabalık oluruz, ben başkan olurum o zaman. Bizi üye yapmazlar o yüzden…

Çalışma koşullarını sordum.

Burada kölelik var, kimse buranın yazgısını değiştiremez, orta çağ gibi. 6 lira ile 12 lira arasında ücretle çalışıyoruz. Sigortalı çalışmak ayrıcalık, başında kâhyalar var. Patronu değil kâhyayı tanırsın. Kâhya ne demek bilir misin abi? Kâhya, anana babana söver, ağzını burnunu kırar. Yüzünden kanlar akarken sen ona bir peygambere bakar gibi bakmak zorundasın. Kâhya bu demek abi. Ona şeytanmış gibi bakarsan, kahyalar birbirini kollar hiçbir işletmede iş bulmazsın, aç kalırsın ya da göçersin.

Aradan neredeyse 15 yıl geçmiş. O zaman aklımda İspanya Bask bölgesindeki Mondragon kooperatifçilik deneyiminden hareketle işçilerin kuracağı kooperatiflerle tuğla-kiremit işletmelerini yönetebileceği fikri vardı, onu paylaştım. Çok naif, oranın hakikatiyle bağdaşmayan bir fikirdi. Henüz bağımsız sendika kuruluşlarına dair bir fikir bizde de yoktu. Olsaydı belki farklı bir çözüm ortaya konurdu. O fikir olsa bile gelişme sağlamayabilirdi ama yine de hakikat bir noktasından yakalanırdı daha somut olarak.

Yukarıdaki hikâye solun; sınıfsal, kültürel, mekânsal olarak işçi sınıfından kopuşunun çoğunluğu birer proleter yatağına dönüşen Anadolu kentlerinde daha göze battığını, kültürel, sosyal, mekânsal alışkanlıkları itibarıyla orta-üst sınıflarla daha iç içe görünüm arz ettiğini anlatıyor. Uşak, Denizli, Antep, Kayseri, Akşehir, Bilecik, Fatsa, Samsun nereye giderseniz gidin bu manzarayı açık görürsünüz. Yine nereye giderseniz gidin işçi sınıfının otonomisine dair ışığa vurup duran kelebek çırpınışları kadar somut çırpınma, kendi olma arayışı hikayeleri görürsünüz. Tıpkı iki günde miting organize edebilen Çorumlu işçilerin hakikatindeki gibi. Bugün beter olsunlar, oh olsun, kriz daha ağırlaşsın ki hakikati bulsunlar diye emekçi sınıflara karşı kibirli üst sınıf kini taşıyanlar kadar olmasa da; bizim de içinde olduğumuz solun hakikate uzaklığı basitçe yenilenme, ders çıkarma ya da bilmem ne tablosundaki gibi diye alkışlanan direniş fotoğraflarıyla kapatılacak türden bir uzaklık değil.

Ne program değiştirerek ne araç değiştirerek ne de kurtuluş reçeteleri paylaşarak bu uzaklık aşılır. Mevcut konumlanışlar değişmeden program, araç, reçete aynı sonucu verir, hep yapılageldiği gibi. Aygıt önderleri toplumun arayışına önderlik edip nasıl yapılacağını fiziki varlıklarıyla göstermeden tablo değişmez. Hepsi bir CEO’nun yönettiği işletmeler gibi davranan önderlik yapıları son tahlilde egemen aklın yeniden üretim süreçlerine girdi sağlamak dışında vazife görmüyor, görmeyecek. Adlarında devrimci, komünist, sosyalist, sosyal demokrat yazsa da.

VEGASTE

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler