spot_img
spot_img
Ana SayfaTeoriİşçi Sınıfının Kimliği Neden Bugün Önemlidir? - Akın Emre Pilgir

İşçi Sınıfının Kimliği Neden Bugün Önemlidir? – Akın Emre Pilgir

İşçi Sınıfının Kimliğini Aramak

            Yirminci yüzyılın ilk yarısıyla birlikte kapitalist devletlerin ekonomik, politik ve ideolojik alandaki ilerleyişi, bir önceki elli yılda yaşanmış büyük ekonomik-toplumsal buhranlar ile faşist rejimlerin yarattığı tahribatı geride bırakması, demokrasi ve demokratik söylemlerle eşitsiz bir sistemi (görünürde) başarılı bir şekilde birleştirmesi ve nihayet yirminci yüzyılın sonunda küresel hegemonyası karşısındaki en büyük rakibi reel-sosyalizmi yıkması dünya kapitalizmine “tarihin sonunu” ilan edeceği bir zafer kazandırdı. Ancak bu zaferi ona veren, aynı tarihin motoru olan sınıf savaşımını ve sınıfsal eşitsizlikleri ortadan kaldırması değildi. Bilakis neoliberal düzenleme emek aleyhine çok daha ağır şartlar getirmişti. Onu muzaffer kılan şeylerden biri demokratik söylemlerle kapitalizmin temsil ettiği “egoist düzenin” çelişkili ama hegemonik birlikteliği iken (gerçi bugün demokrasinin beşiği olan hem Amerika da hem de Avrupa da sınanmaktadır); diğeri 1960’lardan başlayarak işçi sınıfı kültürünün ortadan kalkması, kapitalizmin alternatifi olan sosyalist proje içindeki öncelikli rolünü kaybetmesi, Yeni Sol ve yeni toplumsal hareketlerin söylemleri, ardından da post-yapısalcıların katkılarıyla işçi sınıfı kimliğine yönelik saldırıdır. Bugün büyük anlatılarla birlikte işçi sınıfının özgürleştirici kimliği de bir kenara atılmakta, hatta sendikaları ve örgütlerinin sürekli ekonomist ve reformist bürokratizmle sonuçlandığı iddia edilmektedir. Bu yazı işte bu ikinci husus üzerine eğilen, bu noktada ağırlıkla Wood’un Sınıftan Kaçış eserinden yararlanarak Marksistlerin kimliğe dair olası kavramsallaştırmalarını açığa çıkarmak için yazılmıştır. Elbette ilk sırada bahsi geçen demokrasi ve demokratik prosedürler de, temsiliyet ve kimlikler arasındaki politik bağ sebebiyle önemli olmasına rağmen bu yazıda belli ölçüde sınırlanmıştır.

Öncelikle Avrupa’daki yeni solun ve yeni toplumsal solun ekonomizme, işçi sınıfı kimliğine ve komünizme karşı saldırısını anlamak önemli. Çünkü işçi sınıfının kimliğini neden kaybettiğiyle ilgili sermayenin post-Fordist örgütlenişi, esnek ve güvensiz emek düzenlemelerinin, tüketim ve iletişim toplumunun yükselişinin ve Muhafazakar politikacıların saldırılarıyla ilgili çok şey yazılıp çizilmiş olsa da, belki de bu kimliği politik-ideolojik düzlemde savunulur olmaktan çıkaran (dolayısıyla da sermayenin saldırılarına karşı daha da kırılganlaştıran) bu yaklaşımların bakışı oldu. Onlara göre sosyalizm artık bir sınıfın diğeri karşısındaki mücadelesiyle ilgili olmaktan çıkmıştı. Toplumsal sorunlar iki sınıf arasındaki mücadele kavramıyla sınırlandırılamayacak kadar geniş ve yaygındı. Dolayısıyla inandırıcı bir sosyalist proje artık sadece prolateryanın çıkarı için değil tüm insanların çıkarını dikkate almalıydı. Tüm insanlarla kast ettikleri ise sınıfsız dolayısıyla, uçucu, biçimsiz ve politik karşıtlıklar keskinleşmediğinde nerdeyse tamamen metafiziksel hayal dünyasında görünen, gerçekliği şüpheli bir mefhumdu.

Burada vurgulanması gereken en önemli unsur, bu yeni toplumsal hareketlerin Marksist ekonomizm ve sınıf indirgemeciliğini reddetmeyi bir kazanım olarak görmeleriydi. Sınıf savaşı sadece sosyalist projenin temel unsuru olmaktan çıkarılmakla kalmayıp, içerisinde işçi sınıfına bırakın ayrıcalıklı bir yer vermeyi olumlu bir yer vermeyi de bırakmıştı. Hatta onlara göre işçilerin mücadeleleri sadece ekonomist alanda sıkışıp kalmaya mahkumdu (Marksizmin sınıflar arasındaki ilişkilerin politik boyutları tamamen göz ardı ediliyordu). Diğer yandan sınıf mücadelesinin yerini neye bıraktığına bakıldığında, karşımıza ideolojik düzlemde yürütülen söylemsel mücadelelerin, en önemlisi de “demokratik” mücadelelerin önceliği çıkmaktadır.

Wood Sınıftan Kaçış’ta, bu yaklaşımların temel tezlerini şöyle özetliyordu: i) Öncelikle onlara göre işçi sınıfı hiç devrimci bir hareket üretmemişti. ii) İdeoloji ve politika ekonomik ilişkilerden tamamen özerkti ve doğrudan politik terimlere dönüşecek “ekonomik” sınıf çıkarları diye bir şey yoktu. iii) İşçi sınıfının aslında sosyalizmde çıkarı yoktu, onların çıkarı sendikal kurumlarıyla kapitalizmle uzlaşmak, üretimden daha iyi bir pay almaktı. iv) Sosyalist hareket ilke gereği sınıflardan bağımsızdı. Yani politik bir güç, sınıfsal ilişkilerden bağımsız ideolojik ve politik bir alanda kurulup örgütlenebilirdi. v) Çoğulcu demokratik mücadelerden yana ve toplumda devlet karşısında en geniş ittifakı kurma arayışındaydı. Maddi üretim bu arayışta ikinci planda kalmakta, bu ittifakı etrafında örgütleyecek bir dil ve söylemin kurgulanması hedeflenmekteydi. Hareketin entelektüel liderlerinin onlara verdiği dışında, bu ittifakı oluşturan bileşenlerin kolektif bir kimliği yoktu. vi) En ilginci de rasyonel ve insani hedefler, maddi çıkarların karşısına konumlanmaktaydı. Hatta maddi çıkarları savunmak ahlaken yozlaşmışlığa işaret etmekteydi. Bu tespitler 1980’lerin ortasında yapıldığından ötürü geçmiş zamanla aktarılması yanıltıcı olmamalı. Bugün benzer hareketler, bu tezlerin hepsini veya büyük çoğunluğunu taşımaya devam etmekte, özellikle ekonomik krizin yoğun etkilediği güney Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de hala etkinliğini korumaktadırlar.

Sınıf Kimliğini Kaybetmenin ve Kazanmanın Yolları

Bu noktada toplumsal yapıların karşıt hedefler ve çıkarlar etrafında kazandığı kimliklerin anlaşılmasında Marksizmin kavramsallaştırmaları son derece önemli. Çünkü sosyalist projenin yukarıdaki tezler ışığında tekrar kurgulanması, Marksist söylemlerdeki bazı modifikasyonlarla gerçekleşmiş durumda. Dolayısıyla bugün kapitalist devlet ve sistem karşısında alternatif bir kimlik inşasının tekrar Marksist felsefe çerçevesinde yapılabilmesi için, bu tezlerin bu kuramsal aileye nasıl dahil edildiğini anlamak gerekli. Wood’un bu noktada bize sunduğu başlangıç noktası oldukça açık: Yeni solun nezdinde Marksizm, artık kapitalizmin yarattığı mistifikasyonları yıkarak işçi sınıfının birliğini güçlendirmeyi amaçlayan bir politik mücadele sunmamakta; aksine bu mistifikasyonlar yahut metodolojik indirgemeci yaklaşımlar post-Marksist sınıf ve kimlik teorileriyle içiçe geçmiş halde. Amaçladığı hedef ve yerine getirdiği işlevse, politik iktidarın elde edilmesine dönük olarak farklı sınıflar ve toplumsal gruplar arasında ittifak kurmak.

Oysa Marx ile Gramsci ve Lenin gibi önemli ardıllarının sürekliği vurguladığı şey, işçi sınıfının soyut bir ekonomik soyutlamanın ürünü olmaması. Aksine politik ve ideolojik bir alternatifin kurulabilmesinde, taşıdıkları kimlik sebebiyle ontolojik/varoluşsal bir alternatif getirilmesinde taşıdığı önem, onu sosyalist projenin temel unsuru haline getirmekte. Çünkü işçi sınıfı, emek süreci ile üretim tarzının teknik işleyişi içindeki özsel bir soyutlama değildir. Aksine bu üretim biçimi, sömürü ve alıkoyma biçimleriyle ilişkili olduğundan, ekonomi ve politik düzlem sıkı sıkıya içiçe geçmiş haldedir. Diğer yandan iktidar ilişkileri içindeki tüm farklılıklar (cinsiyet, ırk, milliyet, coğrafya, etnisite) varoluş kaynakları pre-kapital bir geçmişe dayansa da, kapitalist hakimiyetin yeniden üretilmesiyle yakınsayan bir unsurdur (daha doğrusu sınıf çatışmasının kanalize olduğu veya kendini dolaylı olarak açığa vurduğu; yahut tam tersine üstünün örtüldüğü ve geçici uzlaşmaların sağlandığı bir “proxy” işlevi taşımaktadır). Örnek verilecek olursa geçmişi eskiye dayanan kayırmacılık ilişkileri (yani sadakat-itaat ilişkileri) doğrudan ekonomik temelleri olmasa da, getirdiği kimliksel karakterler uyarınca bir sömürü ve alıkoyma biçimini yeniden ürettiği gibi, kapitalist sistemin yeniden üretilmesinde (ve mistifikasyona uğratılmasında) işlev taşımaktadır.

Diğer yandan Marksist kurama yönelik çarpıtmalar bunlarla da sınırlı değildir. Althusser’de görüldüğü üzere metodolojist bir incelikle üstyapı ve altyapının birbirinden tamamen koparılması, politik ve ekonomik Marksizm gibi kuramı tahrif eden ayrımların yapılması, liberal kuramın hatta Platonculuğun öğelerini halk cephesi ve kendiliğinden demokratikleşme gibi kavramlarla Marksizme dahil etmesi, söylemsel-kurumsal iktidar odaklarına vurgu yaparak sivil-toplumcu ve plüralist bir eksene Marksizmi sokması, toplumsal kimliklerin Marksist analizlerine şizofrenik, çoklu kişilik bozukluğundan müzdarip bir görüntü vermiştir. Diğer yandan işçi sınıfından duyulan korku, onun gücüne duyulan karamsarlık, entelektüellerin ve orta sınıfların rasyonel, etik, çıkarlardan bağımsız adanmışlıklarını tek devrimci özne haline getirmiştir. Ancak bu özne sadece epistemolojik yani kavramda kalan bir öznedir. Gücünü ontolojik varlığından değil, ontolojik bağları olan toplumsal gruplara söylemler yoluyla kavramlar biçerek örgütlemesinden almaktadır. Bunu yapamadığında ise güçsüz ve moralsiz bırakmaktadır (kimi zaman bu ilişki nerdeyse parazitik bir kimlik taşımaktadır).

Daha da olumsuz olan şey klasik metinleri yukarıda sayılan tezler ışığında yorumlamalarının getirdiği tahrifatlardır. Örneğin Marx’ın Kapital’de işçi sınıfının kapitalizmin büyümesinden elde ettiği kazanımlar (daha büyük kayıplarla ilgili analizler dışarıda bırakılarak) ön plana çıkarılarak, işçi sınıfının reformist karaktere sahip olduğu vurgulanabilmektedir. Yahut Gramsci’nin sivil toplum ve devlet geçişkenliği içinde öne attığı pasif devrim kavramı, demokrasiyle tabandan ve kendiliğinden iktidarın alınabileceği tezine dayanak yapılmaya çalışılmaktadır (pasif devrimin içinde taşıdığı mevzi ve gerilla mücadelelerinde şiddetin ve karşıtlığın içkin olması önemsenmemektedir). Ya da Lenin’in emperyalizmi tahlil ederken tekelci kapitalist devlet olarak bahsetmesinden hareketle, devlet ile sivil toplumun birbirinden tamamen farklı iki şey olduğunu, dolayısıyla onu ve beraberinde kapitalizmi yıkacak olan şeyin devlet dışında kalan en geniş halk cephesi olacağını söyleyebilmektedirler (böyle bir devletin, demokratik araçlar (demokrasi değil) yardımıyla sivil toplumla bütünleşik bir ilişki kurduğunu söyleyen Lenin göz ardı edilmektedir).

Bu noktada tartışmanın etrafında döndüğü iki nokta, devlet ile sivil toplumun birbirine nasıl konumlandığı ve kapitalizmin buradaki yeri ile bireysel kimlikler bakımından işçiler ile sivil toplumun diğer unsurları arasındaki farklılığın temelleridir. İlkine bakıldığında, Wood’un hatırlatıcı analiziyle, Marksizmin sivil toplum ile devleti kapitalist üretim tarzında şöyle formüle ettiğini görebiliriz: Kapitalizm, diğer üretim tarzlarının aksine, sömürüyü doğrudan ekonomik ilişkiler içinde yapan (yani üretimden sonra zorla el koymayan) bir sistemdir. Ancak bu ekonomik ilişkilerin en başta başlatılması (ilk/ilkel birikim) ve bu ilişkilerin korunması (disiplin, emeğin sabitliği, itaat) söz konusu olduğunda, kendi dışında kamusal bir aygıta, sivil topluma etki eden ve onun içinden çıkan devlet iktidarına ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla kapitalizmde her devlet, bu görevinden ötürü bir sınıf devletidir.

İkinci unsura bakıldığında da benzer bir noktadan hareket edilebilir: Yeni Solun iddia ettiğinin aksine ücret, sadece bir dağıtım (distribution) biçimi değildir. Yani gelir eşitsizlikleri emeği bölen bir işlev taşısa da, onu emekçi olmaktan çıkarıp beyaz yakalı veya üretici olmayan çalışan gibi kavramların çağrılması için yetersizdir. Çünkü ücret aynı zamanda bir sömürü ve gasp ilişkisinin cisim bulmuş halidir. Ancak devletin kamusal ve özel alanın ayrımı üzerinde hareket etmesi, her ücret kazananı işçi yapmamaktadır. Nitekim bu ayrım asgari ücretle çalışan işçi ile beş bin lira kazanan mühendis arasında yapıldığı zaman yanıltıcı olmaktadır. Burada asıl yardımcı olacak ayrım, bürokrat ile emekçinin (veya sermayedarın diğer taraftan) arasındaki ayrımdır. Ayda üç bin lira kazanan bir subay ile beş bin kazanan bir mühendis arasındaki fark. Çünkü bürokrat mesaisi içinde sömürüye tabi olacak işlerin ötesinde (ki bu işlerin oranı ölçüsünde aldığı ücret emeğin ücretidir), yukarıda devletin işlevleri arasında sayılan yeniden üretim fonksiyonunu (vergi toplamak, baskı kullanmak, yasaları uygulamak, ceza kesmek yani disiplin ve rıza kurmak) yerine getirir (işte bu noktada aldığı ücret, devlet sınıflı devlet olduğundan dolaylı olarak ranttır; ve onu iktidarın safında tutar). Tabi bürokratların ayni hakları, ayrıcalıkları ve diğer yararlandığı unsurlar da göz önünde bulundurulmalıdır. Aynı ayrım, sivil toplumun geneline yayıldığında (yani sivil toplumdaki kurumların yeniden üretimini gerçekleştiren işlevleri yerine getiren insanlar göz önüne alındığında) karşımıza yeni solun göremediği farklı olasılıklar, kolektif kimlikler ve bunların tespitine ilişkin yakıcı ama pratik sorular gelecektir.

Sınıf mı, Politik ve İdeolojik Özneler mi?

Marksist kuram, kolektif kimliklerin tanımlanmasına ilişkin önümüzü açacak yeni kavramsallaştırmalar üretme kapasitesindedir. Ancak bu kavramsallaştırmalara kapı aralayacak pratik-teorik soruların hangi düzlemde aranacağı da son derece önemlidir. Bu arayış tekrar sınıf kavramına dönülerek mi yapılacak, yoksa politik ve ideolojik bir otonomiden/özerklikten hareket ederek sınıf dışı yaklaşımlara mı gidilecek? Bu sorunun yanıtlanması için tekrar yeni toplumsal hareket ve yeni solun tezleriyle Marksizmin ilişkisine yönümüzü dönmemiz gerek.

Poulantzas Althusser’den aldığı ekonomik altyapı aygıtlarına tezlerinde yer vererek Marksizmden bağını tam koparmasa da, yeni solun yaklaşımlarını bu kuramla tutarlı bir bütün haline getirmek için çabaladığından mutlaka bahsedilmesi gereken bir kişidir. Poulantzas’ın vardığı şu sonuç ilk bakışta klasik Marksist yaklaşımlara işaret ediyormuş gibi görünse de, içerisinde ideolojik mücadelenin özerkliğini (tam bir özerklik) üst noktaya çıkarması bakımından ilginçtir: Ona göre, devletin dışındaki sivil toplum unsurları, sömürüldükleri için burjuvazinin de parçası değillerdir ancak onları işçi sınıfından ayıran sömürü koşullarında, sosyalist projede birleştirecek en temel unsur ideolojik mücadeledir. İdeolojik mücadelenin önemi elbette Marx, Engels, Lenin ve Gramsci tarafından sürekli vurgulanan bir şeydir. Ancak işçi sınıfı kimliğine sahip olmayanlar, ancak burjuvazinin de parçası olmayan bu farklı sınıflar (sınıfsa şayet) sosyalist projeye nasıl eklemlenecek? Daha da yakıcı olan soruysa, sınıflar arası ittifak ve en geniş halk cephesinin kurulması pahasına, sosyalizmin nihai hedeflerinden (ona asıl gücünü veren hedeflerinden) ne oranda feragat edileceği, yahut onun bütünlüğünü bozacak ve şekillendirmesi zor hangi yeni hedeflerin ekleneceğidir. Kısacası sosyalist projenin ona yabancı (eğer yabancıysa) unsurlarla nasıl birleşeceği veya işçi sınıfı kimliği taşımayanların taleplerinin sosyalizm bayrağı altında nasıl toplanacağıdır.

Poulantzas’tan sonra gelen, Gramsci’nin birçok kavramından yararlansalar da bu tezi çok daha ileriye götürerek tutarlı bir işçi sınıfı kimliğini (tüm ekonomik-politik-ideolojik bağlarıyla) topyekun reddeden Laclau ve Mouffe’de, yukarıdaki yakıcı soru da bir kenara atılmıştır. Onların yazılarında, sosyalist hareket artık tamamen sınıftan bağını koparmış haldedir; bunun boşluğu ise popüler-demokratik unsurların ideolojik “sınıf savaşı” olmaktadır. Wood’un tabiriyle sınıf savaşının temel aktörleri artık sınıfsıztır; hatta büyük anlatıların yıkıldığı dönemde sınıfsız da olmalıdır. Sosyalist harekete güç verecek temel devrimci aktörler, bu unsurların tikel çıkarlarını kapsayacak bir ideolojik söylemi çizebilecek entelektüellerdir. Gramsci’nin, doğrudan toplumsal sınıfların kurumsal fonksiyonlarını (yani özsavunması, ekonomik örgütleri, mahalli örgütleri) yerine getirmek üzere sınıf içinden çıkan organik aydını çarpıtılarak, kitlelerin sesini iyi dinleyip ona kaleminin gücüyle ideolojik ve politik bir güç verecek sözde aydındır.

Söylemler öyle ön plana çıkmaktadır ki, talepler de bunların üzerinde şekillenmekte, toplumsal ve tarihsel içerikler bir kenara atılmaktadır. Politik özne maddi çıkarları için mücadele eden kişiler değil de, söylemlerin biçimlendirdiği fikirler etrafında kenetlenmiş kişiler olduğunda (Liberal Hollywood filmlerinde sık sık karşımıza çıkan bir arketip olarak), Wood’un şu alaycı yorumuna katılmamak elde değildir: “İkna ediliği noktada bir mağara adamının sosyalist olma ihtimaliyle, proleterinki aynıdır.” Ancak bu alaycı yorumda iki gerçek saklıdır: Öncelikle sabit ve kalıcı hiçbir toplumsal çıkar veya kimlik yoktur; akışkandırlar, çoğulcudurlar, söylemler yoluyla inşa edilirler ve aralarındaki pazarlık yoluyla temsiliyet bulurlar. İkincisi ise tarihin adeta söylemlerin ve ideolojinin günlük defterine dönüşmüş olmasıdır; yani tarih yoktur, sadece söylemler ve metinler vardır. Ancak Wood’un şu sorusu sorulduğunda sosyalist projeyi inandırıcı olmaktan neyin çıkardığı ve katılığını koruyan diğer kimlikler karşısında (faşistler, kapitalistler, liberaller) onu parçalayıp yenik düşüren şeyin ne olduğu açığa çıkmaktadır: Tarih sadece söylemlerin metne dönüşmesiyse, bu metni yazan, söylemlere ses veren özneler kimlerdir? Yeni solun tezlerinden hareket edeceksek, iki cevap vardır: Herkes veya Hiç kimse! İşte bu belirsizlikle işçi sınıfı kimliğinin çözülmesi, sadece onun karşısında konumlanmış toplumsal sınıflara fayda getirmektedir.

Girişte kapitalist dünya düzenine gerçek zaferini vermiş olan bir şeyin, bu ekonomik sistemle demokratik prosedürler (elbette temsili olanla) arasındaki uyum olduğu söylenmişti. Burada demokrasiyle ilişkili tüm detaylara girmek mümkün olmasa da, yukarıda aktarılan yeni solun tezleriyle bağlantısının vurgulanması gerek. Demokrasi ve demokratik söylemlerin sahiplenişi (özellikle burjuvazi de görünüşte sahipleniyorken), özellikle Batı’daki sosyalist hareketin kimlik kazanımında önemli bir rol oynamıştır. Bugün bile sosyalizm ve kapitalizm demokrasi kelimesi üzerinde rekabet etmeyi sürdürmektedir. Dolayısıyla demokratik söylemlerin sahipleniliş biçimi yukarıdaki söylemsel kimliklerin şekillenmesinde son derece önemli hale gelmiştir.

Wood gibi Marksistlere göre, liberal burjuva-demokrasisi, kapitalizmin gücünün kaynağı olan itaat ilişkilerini reddederek ve kamusal iktidarın işleyeceği alanın sınırlarını genişleterek, sermayenin sınıfsal çıkarlarına hizmet etmektedir. Aynı tespit uzun yıllar önce Lenin ve Engels tarafından da yapılmıştı. Ancak buna rağmen, demokrasi reddedilmemişti ve hala da edilmemektedir. Sosyalizmin demokrasiden vazgeçtiği noktada, tüm meşru gücünü (çok ağır ve acil koşullar dışında) kaybettiği ortadadır. Yine de şu unutulmamalıdır: Sınıfsal pozisyonlar demokratik siyaset içinde temsil edilenler ve edilmeyenler şeklinde algılandığında, devletle uzlaşmaya yatkın sendikalizm (temsil edilen) veya ataerkil ilişkilerle yapılan bir işçi simsarlığının içerisindeki alternatif yanıcı/yıkıcı maddeyi (temsil edilmeyen) kavramak ancak sermayenin diliyle ve çarpıtmasıyla mümkündür. İlki formal sendikacılığa ve demokrasiye olan güveni yok ederken, ikincisi de sınıfsal bir körlüğe yol açabilir.

İşte demokrasi söz konusu olduğunda açığa çıkan rekabet (sosyalist ve kapitalist demokrasi), yeni solun tezlerinde Marksizmi bir kez daha tahrif etmektedir. Yeni solun tezleri ekonomik belirlenimin yerine ideolojik belirlenim koyduğu için, demokratik söylemlerin sınıfsız harekete kimliğini vermesi paradoksal bir yapı çıkarmaktadır: Mutlak belirlenim ilişkileri ile mutlak bir tesadüfiliğin (tarih söylemlerden ibaret olduğu için) birleşimi. Bu noktada Wood’un belirttiği gibi, iki uç noktadan birinin kesin kabulü şart koşulmaktadır: 1) Ekonomik ve toplumsal koşullar, onlara doğrudan karşılık gelen politik güçleri mekanik tarzla meydana getirmez. 2) Hedefi ve amacı toplumun kökten dönüştürülmesi olan bir politik hareketin köklerinin maddi koşullarda yatıyor olması gerekmez. İki sonuç da belli tarihsel anlarda sosyalist stratejilerin dayanağı yapılabilir olsa da, ilke olarak alındığında sosyalist kimliği yok etmeye mahkumdur. Lenin’in uyardığı gibi, stratejiler kaide, kaideler strateji olarak algılandığında bundan zararlı çıkacak olan tüm emekçi sınıflardır.

Sosyalizmin temel kurucu öğesinin sınıf mı, yoksa politik ve ideolojik söylem sahipleriyle alıcıları mı olacağı sorusu, böylelikle pratik yanıtlar bulabilir. Ancak bu alt tartışmayı kapatmadan önce kısaca yönümüzü geçmişe çevirip, politik-ideolojik özerkliğe sahip ve bu özerklikten gücünü alıyormuş gibi görünen Çartist ve Anarşist hareketlerin sınıf mücadelesine ne öğrettiğine bakmak faydalı olacaktır: Öncelikle hiçbir ideolojinin veya siyasi hattın tarihsel bir boşluk içinde oluşmadığı, tarihsel muhtevaya sahip oldukları görülmektedir. İkincisi, politika ve ideolojinin canlı ve bilinçli insanlar tarafından inşa edildiği, üretim ilişkilerinin tamamını kapsayan (uzmanlarla ve işçilerle) tek bir politik veya ideolojik hareketin olmadığı görülür. Üçüncü olarak, bu hareketlerin politik programlarında, üretim ilişkileri ve sınıfsal çatışmaların belirlediği çıkarlarla taleplerin olduğu ortadadır. Değişen sınıfsal ilişkiler, bu hareketlerin doğrudan kaynağı olmasa da izledikleri rotayı önemli ölçüde belirlemiştir. Son olarak yıkımlarına ve politik stratejilerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının altında yatan en önemli sebebin, o günkü hakim toplumsal ilişkilere cevap verememesi olduğu görülmektedir. Kısaca toplumsal karşıtlıklar içinde kendini gösteren kimliksel farklılaşmalar, salt politik söylemlerle yakalanamaz; Marx’ın Kapital’de yaptığı gibi bu farklılaşmaların maddi temellerinin açığa çıkarılması zorunluluktur.

Sınıf Olmayacaksa Kolektif Kimliğin Kaynağı Ne?

Aslında şimdiye dek “sınıftan kaçışın” sözde Marksist kuramlarda nasıl temellendirildiği, önerilen şeyin aslında ne olduğu, getirdiği sorunlarla nasıl aşılabileceği genel hatlarıyla gösterildi. Yine de bir kapanış yapmadan önce farklı bir sorunun sorularak, kimliksel çizgilerin nasıl çizileceği hususu netleştirilmeli. Dolayısıyla bu noktada yeni solun söylediklerinden ziyade neyi ima ettiğine veya edebileceğine kafa yormak gerekli. Eğer farklı ve geniş kesimlerden insanlar sosyalist proje adına biraraya getirilecekse, biçimsiz olduğu görülen bu politik retorik nasıl şekillenecek? Yani alt başlıkta belirtildiği gibi, sınıfa başvurulmayacaksa, kolektif kimliğin kaynağı ne olacak? Hangi kuramsal bakış bu boşluğu doldurmaya aday?

Bu soru karşısında Platoncu öğelerin, liberal kuramın, Aydınlanma düşüncesinin, Kant’ın ahlak felsefesinin ve bugün çözümü için kamusallığa vurgusuyla dikkat çeken evrensel/küresel mallara dair söylemlerin (çevre tahribatı, açlık, doğa felaketleri vd.) ön plana çıktığı görülüyor. Bunların bazılarını sosyalist kimlik arayışı içinden ayıklamak bir dereceye kadar mümkünken, diğerlerinde kayıtsız kalmak veya reddedici bir tavır takınmak Marksizmin yeni politik açılımlar getirmesine engel teşkil etmekte. Dolayısıyla bu noktada en büyük yakıcı sorun, örneğin küresel kamu mallarıyla veya küresel kamusal sorunlarla ilgili meselelerde, sosyalist projenin bu hususları kapsamına almak için ne tür analizler ışığında tekrar kurgulanacağı? Daha da önemlisi, sınıfsal kimliğin burada nasıl bir işlev oynayacağı?

Wood’un deyimiyle “Platoncu Marksizm” bu sorunların açmazında çekim merkezi olan açılımlardan biri. Yeni solun da rahatlıkla benimseyebileceği şekilde, sınıfların yerine öznelci/sübjektivist bir evrenselcilik koyan bu yaklaşım, en önemli etkisini entelektüellerin rolünde göstermektedir. Platoncu siyaset tarzı gereği, sosyalist politikaların ikna yoluyla, doğru insanların özerk değerler ve fikirlerle harekete kazandırılmasıyla hayata geçirilmesi ön plana çıkmaktadır. Bu noktada sosyalizmin devrimci öznesi, entelektüel ve tinsel özgürlüğü olan, özgüvenli, disiplinli ve ahlaklı bireylerdir. Hatta kapitalizmin gelişimi bu tür bireylerin, yani daha fazla beyaz yakalı çalışanın (küresel sorunlara duyarlı) sayıca artmasını ve kendiliğindenci bir çözümü de getirecektir. Maddi zorunluluklardan bağımsız ve erdemin kaynağı olan bilgi bu açılımın bir unsuruyken, diğeri de politik yetkinliğin (filozofların yönetimini hatırlayalım) en önemli kriter haline gelmesidir. Oysa Rousseau hem böyle idealist bir evrenselciliğin, hem de (aşağıda görülecek) liberalizmin maddi evrenselliği karşısında şu önemli uyarıda bulunmuştu: “Genel çıkarın olmadığı yerde genel irade de yoktur;” “Nitekim genel çıkar diye bir şey de yoktur.”

Diğer bir çekim merkezi ise, yukarıda demokrasiyle ilgili yorumlarda da değinildiği gibi liberal teoridir. Burada Platonculukta da olduğu gibi maddi olmayan, evrensel ve insani amaçların ön plana çıkarıldığı görülmekte. Ancak bu sefer karşımıza maddi hayattan beslenen ve onun düzenlenmesine, en önemlisi de devletin sınırlandırılmasına (ki bu işçiler için de önemlidir) yönelik maddi kurumlar çıkmaktadır. İşte bu noktada sosyalizm ile liberalizm arasındaki rekabette, liberalizme zafer veren şey demokrasinin sınıfsal karakterden yoksun bir görünüm arz etmesi önem taşımaktadır. Hatta sosyalistler kimi durumlarda kapitalist demokrasinin sosyalist demokrasiye içeriden dönüştürülebileceğini düşünmektedirler (içerisindeki sömürü ilişkilerinin getirdiği sivil toplum-devlet çelişkileri görülmeksizin). Yukarıda aktarılanlar ışığında gözden kaçan en önemli şey, demokrasinin kapitalizme uygun düşen formları ile, onun önünde engel çıkaran formları arasındaki karşıtlığın ıskalanmasıdır. Nitekim bu noktada bu karşıtlıkları oluşturan yine sınıfsal konumlanmalar olmaktadır.

Dolayısıyla bu karşıtlıklar dikkate alınmadan, “evrensel demokratik” taleplerin peşinden gidilmesi sermayenin, karşıt kampın kolektif kimliği üzerinde yıkıcı bir rol oynamaktadır. Çünkü sermayenin ideolojik hegemonyası, burjuvazinin sanki hiç sınıfsal karşıtlık yokmuşçasına tüm farklı çıkarları temsil edebilme iddiasına ve becerisine bağlıdır. Dolayısıyla demokrasi tikel çıkarların örtülmesinde ve sermayenin gerçeğinin evrensel hakikat haline gelmesinde rol oynar. Hakim sınıfın ideolojisi, popüler mücadeleler içindeki bazı unsurlara (kendi sömürü ilişkisini yıkmayan) temsiliyet vererek, bir bakıma onları “etkisizleştirir.” Diğer bir önemli nokta sosyalistlerin demokrasi mücadelesindeki taktiksel konumlanışı için hayati önem taşımaktadır: Öncesinde belirtildiği gibi sermayenin yeniden üretimindeki kamusal rolü yerine getiren devletin demokrasiyle sınırlandırılması. Wood’un belirttiği gibi liberalizmden çıkarılacak en önemli ders, demokrasiyle ilgili değil devlet iktidarının sınırlandırılması ve denetlenmesiyle ilgilidir.” Ancak şu da unutulmamalıdır: Demokratik örgütlenmelerin kendisi, devletin sivil topluma tabi kılınmasında yetersizdir (veya bu ikisi aynı şey değildir). Örneğin bunu kavrayan Lenin, sovyetlerin kendi içinde ve aralarında demokratik yapılarla alternatif bir devlet açığa çıkarılmasını formüle etmişti; var olan iktidar aygıtıyla (Kerenski hükümetiyle) uzlaşma, pazarlık yapma adına demokrasiye başvurmadı. Yine de bu yanılgının yakıcı etkileri başta Türkiye olmak üzere her yerde ortadadır.

Son olarak bugün kapitalizmin yarattığı olumsuz çevresel, toplumsal ve ekonomik dışsallıklar sebebiyle çözülmesi (görünürde) herkesin çıkarına olacak küresel kamusal sorunlar önem kazanmıştır. Dolayısıyla bugün neoliberal iktisatın ve uluslararası hegemonyanın öncülüğünde bu çözüm arayışı küresel kamu malları literatürünü ortaya çıkarmıştır. Buna rağmen bu konu sosyalist kimlik arayışının kayıtsız kalamayacağı bir muhteva taşımaktadır. Bunun temel sebebi, doğal olarak işçi sınıfının tikel çıkarlarıyla insanlığın genel çıkarlarının çakışıyor olmasıdır (salgın hastalıklardan korunma, barınma ve yiyecek, yaşama ve seyahat etme özgürlüğü, temiz ve güvenli çevre). Dolayısıyla sadece insan olmanın getirdiği genel ihtiyaçların giderilmesinde, sınıfsal çıkarların ne derece farklılık ürettiği sorgulanmalıdır.

Bu sorgulama, Wood’un da uyardığı üzere şöyle bir gerçekliğin ıskalanmasıyla sonuçlanmamalı: Kapitalist düzene ve onun kendini yeniden üretme mekanizmalarına meydan okumadıkları müddetçe, hoşnutsuzlukları ve ihtiyaçları sistem tarafından hoş görülecek insanlar daima olacaktır. Diğer yandan, bugün için direnme kapasiteleri sınırlanmış olsa da, bulundukları yerellerde, işyerleri ve sokaklarda kapitalizme karşı mücadele veren insanların eylemleri bu küresel kamu mallarının nasıl belirleneceğine karar verecektir. Çünkü bu ihtiyaçlar için verilen en geniş ittifakın, en geniş kesimlerin özgürleşmesiyle sonuçlanmayacağı kesindir.

Peki böyle bir açmaz karşısında ve yukarıdaki diğer teorik unsurların yaratacağı kafa karışıklığı düşünüldüğünde, sosyalist kimlik nasıl inşa edilecektir? Wood’un katkısıyla buna iki yanıt verilebilir. İlk yanıt bir bakıma kendiliğindenci bir çözüme işaret etmekte ve bu yazı boyunca eleştirilen yaklaşıma yakınsamaktadır. Bu yanıta göre kapitalist devlet dışında tüm insanların çıkarı işçi sınıfının çıkarıdır. Bu iki indirgemeci tezle gerekçelendirilmektedir: i) Burjuva demokrasisi bu hedeflere ulaşılmasını sağlayacak araçlara sahiptir ve sınıfsal farklılıklar bu demokrasinin sosyalist demokrasiye dönüştürülmesine engel değildir. Dolayısıyla gerekli olan en geniş ittifakı kuracak söylemsel politik zeminin inşasıdır. ii) Kapitalizmin yarattığı küresel sorunlar öyle büyük bir almıştır ki sınıfların tikel çıkarları önemini yitirmiştir. Hatta bu çıkarların peşinden gitmek dünyayı daha da büyük felaketlere sürükleyecektir.

Bu teorik tutumla esaslı bir yanıtın verilmesi için gereken yaklaşımlar ve tezler uzun uzadıya anlatıldığından burada tekrarlanmasına gerek yok. Bunun yerine yukarıdaki soruya verilecek ikinci bir yanıtın nerede aranacağı özetlenerek nokta konabilir. Sınıfsal sömürünün dolaysız nesnesi konumunda bırakılmış insanların kolektif kimliği tarihsel, ideolojik, ekonomik ve politik tüm yönleriyle sınıf sistemi içinde şekillenir. Buradan doğan sosyalist projenin hedefi şayet sınıfların topyekun kaldırılmasıysa, evrensel insani sorunların çözülmesini hedeflese bile tüm insanların kolektifi projesi olmayacaktır. İşte bundan ötürü sınıfa “dönüş” olmazsa olmaz bir şarttır. Dolayısıyla işçi sınıfının örgütlenmesi, onu “yapan” her tür koşullar içinde anlaşılmalı ve onun çıkarlarıyla mücadelesine hizmet edecek şekilde kurgulanmalıdır.

 

Kaynakça

Gramsci, Antonio (1970). Selections from the Prison Notebooks, Londra: Lawrence and Wishart.

Lenin, Vladimir Ilyich (1917). State and Revolution, Selected Works II, Moskova: Progress.

Marx, Karl (1967). Capital, Cilt 1, International Publishers, New York.

Wood, Ellen Meiksins (1998). The Retreat From Class: A New “True” Socialism, Verso Books.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler