spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetEmeğin ve devrimin ekolojisi: “Bizim olanı geri alacağız!”

Emeğin ve devrimin ekolojisi: “Bizim olanı geri alacağız!”

İşçileri ve emekçileri her gün daha da yoksullaştıran sermaye düzenine karşı bağımsız, militan, meşru ve kitlesel bir sınıf odağını yaratmak üzere, 28 Kasım 2021’de “Gücünü kat, hareketini yarat!” başlığıyla gerçekleştirilen Umut-Sen konferansında Selin Arabacı’nın yaptığı, “Emeğin ve Devrimin Ekolojisi” başlıklı sunumu kamuoyuyla paylaşıyoruz. Ekolojik yıkımın asıl sorumlularını teşhir etmek, doğa talanına karşı direnen insanların yanında olmak ve onlarla birlikte mücadele etmek Umut-Sen Ekoloji Kolektifi’nin temel sorumlulukları arasında yer alıyor. Kolektif, sömürü düzeninin temel çelişkisi yani emek-sermaye çelişkisi perspektifinden hareketle örgütlenen ve politik bir gücün inşasını ekolojik mücadeleden bağımsız görmeyen bir yaklaşımla çalışıyor.

Ekolojik kriz ve buna bağlı olarak gelişen iklim krizi, uzun zamandır adını duyduğumuz bir olgu olsa da ülkemizde geçen yaz yaşanan yangın ve sel felaketlerinin ardından daha da görünür hâle geldi. Bu konudaki tartışmalar öteden beri önemli ölçüde neoliberalleşmenin propagandasına dönüştü, sermayenin rolünü gizleyen bireycilik söylemi bu tartışmalarla birlikte daha da geliştirildi. Fakat sınıf çelişkisi derinleştikçe zar zor geçinirken bireyler olarak iklim krizinin müsebbibi olmamızın pek de mümkün olmadığını gördük. İklim krizinin etkilerini yaşarken bu krizin nedenlerini ve sonuçlarını anlayabileceğimiz, krizi ortadan kaldıracak çözümleri geliştirebileceğimiz ekonomi-politik olduğu kadar ekolojik-politik bir hatta ihtiyacımız var.

Ekolojik kriz, sınıfsal bir sorundur. Sermaye merkezli üretim sistemi, tarihsel gelişimi içinde sonuçları gittikçe ağırlaşan bir ekolojik yıkıma neden olmaya, bu yıkım da gezegendeki tüm canlı türlerini tehdit etmeye devam ediyor. Ekolojik krizin mimarları ise yıkıcı sonuçlarına rağmen kendi çıkarları için bu üretim biçimini sürdüren ve varlığı da bu sürekliliğe dayanan sermaye sınıfı ve onun devletidir. Üstelik ekolojik yıkımın etkileri konusunda da eşitsizlik sürüyor, bu etkileri büyük ölçüde emekçiler yükleniyor. Sermaye sınıfı, bunun sorumluluğunu üstlenmek bir yana hem işçi sınıfının hem de ekosistemlerin üzerindeki yükü artırmayı sürdürerek krizi (onların tabiriyle) “sürdürülebilir bir büyümede” tutmak istiyor. İnsan ve doğa sömürüsünün artmasıyla ekonomik kriz ile ekolojik kriz iç içe ve bağlaşık bir şekilde derinleşiyor.

Zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki refah düzeyi farkı 1820’de 3 kat iken 1950’de 35, 1973’te 44, tam da çevre duyarlılığının söylemsel düzeyde arttığı son otuz yıllık süreçte 72 kat oldu. Bu esnada üçüncü dünya ülkelerinin borçları sekiz kat artarken kişi başına düşen gelir hızla düşmeye devam ediyor. Kapitalizmle birlikte kentlere yığılan nüfusun barınma sorunlarını çözemeyen düzen, bir milyar insanı gecekondularda yaşamaya mahkûm ediyor. En hızlı büyüyen 50 şehirden 40’ı deprem bölgesinde bulunuyor. 10 milyon insan ise sürekli sel tehdidiyle karşı karşıya olan bölgelerde yaşıyor. 1988’den bu yana küresel karbon emisyonunun %71’ini 100 fosil yakıt şirketi gerçekleştirmiş. Tarihsel emisyonların ise %52’sinden yine bu şirketler sorumlu. 1883 gibi erken bir tarihte bile küresel karbon salımının yarısından fazlasını Britanya sorumluydu. Günümüzde 28 AB ülkesi %20, ABD %26 ve Çin %13’lük oranlarla iklim krizinin asıl failleri olarak öne çıkıyor.

Türkiye özelinde ise Limak, Cengiz, Kolin, Kalyon, MNG gibi holdinglerin devletle işbirliği hâlinde doğa talanının başını çektiklerini biliyoruz. Bireysel çözümlerle bu yükü üstlenmesi beklenen insanlar ise dev şirketlere karşı derelerini, ormanlarını, köylerini, tarlalarını, mahallelerini sermayeye ve onu koruyan kurumlara, kolluk kuvvetlerine inat savunuyorlar. Umut-Sen Ekoloji Kolektifi olarak, bu yıkımın gerçek sorumlularını teşhir etmek ve bu talana karşı direnen, doğasına sahip çıkan insanların direnişlerinin yanında olmak, birlikte yürümek ve birlikte mücadele etmek en temel hedeflerimiz ve sorumluluklarımız arasında yer alıyor.

Ekolojik yıkım söz konusu olduğunda, doğadaki tüm yaşam türlerinin karşı karşıya olduğu tehditten, insan ve diğer hayvanlar arasında ayrım yapmadan bahsedilmesi gerekiyor. Sermaye odaklı üretim sistemi hem insanların hem de diğer hayvanların sadece özgürlüklerini değil yaşam haklarını da gasp ediyor. Böylelikle bu üretim tarzı, insan emeğini sömürdüğü gibi diğer hayvanların yaşamlarını da metalaştırarak sömürmekte ve sermaye birikimi için kullanıyor.

BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün 2019 verilerine göre her yıl 77 milyar kara hayvanı sadece eti için öldürülüyor. Yani, günde 291 bin hayvan eti için yok ediliyor. Aynı soykırım insanlara uygulansa, 8 milyarlık tüm insan nüfusu 38 gün içinde yok olurdu. Üstelik bu sayıya ne deniz hayvanları, ne derisi, yumurtası veya sütü için öldürülenler ne de deneylerde, avcılıkta, sirklerde, kumar veya giyim sektöründe öldürülenler dahil. 

Birkaç ay önce gündeme gelen Marmara Denizi’nin müsilaj sorunuyla birlikte, sanayinin ve kapitalizmin hasar kapasitesinin bir denizi öldürebilecek seviyeye ulaştığını gördük. Yine, geçen yaz yaşadığımız yangınlarda bölgenin büyük ölçüde ekolojik zarar görmesinin ardından köylülerin mülksüzleştirilme tehdidiyle karşı karşıya kaldığına tanık olduk. O esnada çıkan resmi kararlarla yanan ormanların çokuluslu şirketlerin kullanımına açılmasında da şahit olduk. 

Kapitalizm, doğası gereği, anti-ekolojik ilişkileri ve süreçleri içeren bir üretim tarzıdır. Bu üretim tarzı hâkim olduğu sürece ekolojik sorunların köklü çözümünü ummak, onun doğasını ve hareket tarzını anlamamaktır. Kapitalist üretim tarzının sürekliliği, daha büyük kârlar elde edebilmek için daha fazla sömürmesine bağlıdır. Bunun için de her şeyi elimizden almaya devam edecektir. Bu noktada ne yapacağımız önemli bir soru hâline gelir, çünkü bu düzenin yeniden üretilmesindeki asıl etken, bizim doğal ve toplumsal özgücümüzden yani emeğimizin tarihsel birikiminden başka bir şey değildir.

Ne yapacağımız sorusunu teorik açıdan tartışmayı sürdürürken diğer yandan hepimizi derinden etkileyen yangınlar sonrasında bu sorunun pratik boyutları üzerine de yeniden ve derinlemesine düşünmek kaçınılmaz hâle geldi. Afet sonrasında devletin halkı yalnız bıraktığı yerde insanlar kendi güçlerini hatırlayıp dayanışma ağları kurdu, bu ağların da insanlara pek çok faydası dokundu. Bize de hem politik hem lojistik anlamda bu tür durumlara karşı çok daha hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlattı. Sözgelimi, malzeme toplama, gönderme, depolama, dağıtma gibi işlerin daha organize edilmiş hâlde yapılması ya da tehlikeli anlarda deneyimsiz gönüllülerin hayatını riske atmayacak donanımın kazanılması gibi pratik konulardan “güvenlik sağlama” propagandasıyla açığa çıkan ırkçılık gibi politik meselelerin öngörülmesi, bunlara karşı aslında dayanışmanın politikleştirilmesi gibi pek çok önemli başlık ortaya çıktı. Bu politikleştirme, hem kapitalizm karşıtı bir ekolojik bakışın inşası, hem hayatta kalma çabası içinde ezilenlerin birbirine düşman olmadan kolektif bir zemini tesis edebilmesi, hem de dayanışmanın ortaya çıkıp sönen şeyler olmaktan çıkıp süreklilik kazanması için önemli. Orman yangınları, seller çokça karşımıza çıkacak, kentlerde de şu anda öngöremediğimiz pek çok afet yaşanacak. Böylesi durumlarda el yordamıyla hareket etme hatasına düşmeden, politik bir hat etrafında örgütlenip hazır olmak, kendimizi hem teorik hem lojistik anlamda bu duruma karşı güçlü kılmak hayati bir sorun. Bu tür bir güçlenme, iklim krizinin neoliberal propagandasına ve STK’cılık veya fonculuk ekseninde ilerleyen politikalara karşı işçi sınıfının kendi gücünden gelen bir geleceği tahayyül ve inşa edebilmek açısından kritik.

Ekolojik bozulmaya neden olan toplumsal koşulları ve bu koşulları yeniden üreten maddi üretim tarzını ortadan kaldırmadan, toplumsal koşulları, ilişkileri ve üretim tarzını ekolojikleştirmeden ekolojik sorunların toplumsal ölçekte ortadan kalkacağını ileri sürmek, bu yönde teoriler, revizyonlar ve tasarılar geliştirmeye çalışmak hayalcilikten başka bir şey değildir. Ancak ekolojik krizi tarihsel materyalizm perspektifinden değerlendirmek ve gelişim halindeki çelişkiyi anlamak ve mücadele tarzımızı buna göre belirlemek bizi gerçek bir ekolojik hareketin parçası yapabilir. Temel mesele bireyi kendisine, diğer insanlara ve doğaya yabancılaştıran toplumsal çelişkinin yani emek-sermaye çelişkisinin dayandığı iş bölümü ve özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıdır. Bu, böylesi bir olumsuzlamanın kendiliğinden ekolojik sorunları çözeceği gibi bir aşamacılığı değil, sınıf mücadelesi ile ekoloji ve kadın mücadelelerinin, ırkçılık ya da faşizm karşıtı gibi mücadelelerin tarihsel doğaları gereği iç içe olduğu, olması gerektiğini söylemektir. Ekoloji mücadelesinin sınıf mücadelesinden bağımsız yürütülemeyeceği, bir tercih değil tarihsel gerçeklikten hareketle ileri sürülmüş bir tezdir.

Umut-Sen Ekoloji Kolektifi, farklı tarzlarda, farklı boyutlarda ve farklı şeyler üzerinde de olsa, bütün bu sömürü düzeninin temel çelişkisi, yani emek-sermaye çelişkisi perspektifinden hareketle örgütlenen ve politik bir gücün inşasını ekolojik mücadeleden bağımsız görmeyen bir yaklaşımla çalışıyor. Doğadan, tarihten, yenilgilerden, zaferlerden ve daha birçok şeyden öğrenerek bin yıllardır tüm canlıları sömürerek, doğanın ve emeğin gücüne el koyarak var olan kapitalist düzeni yok edene kadar var gücümüzle çalışacağız. Bizim olanı geri alacağız. Bizi ve diğer canlıları doğasından eden bu sömürü düzenini, emeğin özgürleşmesi mücadelesi temelinde ve devrimci bir ekolojiyi büyüterek, geliştirerek yok edeceğiz.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler