spot_img
spot_img
Ana SayfaEkolojiEkolojik Direnişin İlkesi: Yaşamı Bütün Olarak Savunmalıyız-Emel KARADENİZ

Ekolojik Direnişin İlkesi: Yaşamı Bütün Olarak Savunmalıyız-Emel KARADENİZ

Doğa tahribatına ve çevre katliamına neden olan projelerin hayata geçirilme girişim süreçleri ile doğa savunuculuğunun ve çevre koruyuculuğunun dönemsel olarak yeniden kitlesel yükselişe geçiş süreçleri paralellik gösteriyor. Bu bize Marx’ın şu sözünü hatırlatıyor: “Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz”. Toplum olarak sahip olunan ortalama bir doğa ve çevre bilinci düzeyinin saldırı ve talan dönemlerinde mevcut seviyenin üstüne çıkması normal ve kaçınılmazken saldırının ideolojik-politik arka planı ifade edilmediği ya da öne çıkarılmadığı oranda ulaşılan düzeyinde yetersiz kalacağı bilinen bir gerçek. Duyarlılık, vicdanlılık nitelemeleriyle bahsedilen direnişin anlamsız veya gereksiz olduğu düşünülmese de mücadele etme kapasitesinin var olanı aşan siyasallıkla mümkün olacağına çoğunluk ikna edilebilir. Bunun aksine bir kısım politik aktörlerin, toplulukların, medya ve kuruluşların çevre direnişlerinin masumiyetini kanıtlamak amacıyla kaçtığı kolaylık doğa eylemlerinin siyasi bir içeriğe ve ideolojik bir tutuma sahip olmaması gerektiği savı ve söylemi üzerinedir. Ancak maruz bırakılan durumun bizzat kendisi ve etkisi kadar ideolojik olan bir başka şey duruma karşı takınılan tutum ve gösterilen tepkidir. Dayatılmak istenen koşullar, süreçler, ilişkiler üzerine düşünmek; toplum, devlet, sermaye, emek ve tümünün doğa ile ilişkisine siyasal, eleştirel bir perspektifle yeniden/tekrar bakabilmek başta Artvin Cerattepe direnişi olmak üzere yükselen ekolojik hareketleri okuma, anlama ve bir adım ileri taşımaya katkı sunabilir.

İlişki(sellik)ler mercek altına alındığı zaman görülüyor ki toplum ve doğa ilişkisi aşkın ve tarih dışı değildir, zamana ve yere göre değişen, farklı toplumsal yapılara/ilişkilere, üretim örgütlenmesine, tüketim kalıplarına, kültürel örüntülere göre farklılaşan ilişkilerdir. İnsanlık tarihi boyunca var olan birbirinden farklı toplumlarda, doğa ile kurulan ilişki toplumun yapısallığına göre şekillenmiştir. Günümüzde yaşadığımız kapitalist toplum özel mülkiyete, emek sömürüsüne, artık değere, artık nüfusa, sermaye birikiminin sürekli kılınmasına, bunun için sürekli üretime ve tüketime, sürekli büyümeye ve bu büyüme için doğal kaynak sömürüsünün artmasına ve egemen olmasına neden olmaktadır. Kapitalist toplum normlarında doğal kaynakların sınırsız olduğu ve insanın –maddi zenginleşme ve ekonomik büyüme için– bunları sınırsız ve bedelsiz bir biçimde kullanabileceği görüşü hakimdir. Oysa doğanın, yaşamı ve ekonomiyi destekleme kapasitesi sınırsız değildir. Doğal kaynaklar tükenebilen kaynaklardır ve sonsuz değildir. İnsan hizmetine sunulmak için oluşmuş ya da yaratılmış da değildir.

Toplum-doğa ilişkisini açıklamak üzere geliştirilen kavramsallaştırmalar içerisinden öne çıkan ‘toplumsal metabolizma’  kavramı ilişkinin işleyiş ve çerçevesini tanımlamak açısından kullanışlıdır.  Marx’ın eserlerinde sıklıkla yer verdiği, doğayla toplum ilişkisini ifade ederken kullanmış olduğu bu kavram, toplum-doğa ilişkisini bir metabolizmaya benzetir. Marx’a göre,  “[t]oplum, doğaya bağlı olarak yaşar. İnsan fiziksel ve bedensel olarak doğaya bağlı olarak yaşamak zorundadır”. Doğa, insanın “inorganik bedeni” ve insan da doğanın bir parçası olarak ele alınmak durumundadır. İnsan doğanın dışında ondan ayrı ya da onun üstünde değildir. Marx’ın kavramı kullanırken esas olarak işaret ettiği yerin emek süreci olduğu söylenebilir.  Çünkü Marx’ a göre emek süreci, her şeyden önce toplum-doğa arasında organik bir süreçtir. İnsan, emek süreci sayesinde kendisiyle ve doğa arasındaki metabolizmayı dolayımlayarak düzenler. Toplum-doğa, insan-doğa arasındaki karşılıklı etkileşimin ve ilişkinin katalizörü olarak emek süreçleri değerlendirilmelidir.  Emekçi, doğa olmadan hiçbir şey yaratamaz, emekçinin emeği doğa üzerinde gerçekleştiği gibi emekçi doğadan ve doğa sayesinde üretim yapar. Emekçi hem kendisi doğanın parçası hem de doğa üzerinde nesneleştirerek ürettiği yabancılaşmış emeği ile kendi doğasına ve doğaya yabancılaşır. İnsanın, toplumun ve doğanın özgürlüğünün ayrılmaz bir bütün olduğu ve bunların kurtuluşunun ancak birlikte mümkün olacağı gerçeği, bize bütünlüklü bir mücadele hattının oluşturulmasını dayatır.

Başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere tüm dünyada, ekonomik büyümeyi sağlama, kalkınma istikrarını sürdürme ve rekabet gücünü arttırma amacıyla doğanın metalaşması ve ranta açılması teşvik ve tavsiye edilmektedir. Enerji tüketim hacminin büyüklüğü bir gelişmişlik göstergesi olduğu ekonomi politikasında, ülkeler ileri kapitalist ekonomiye sahip olma arzusu nedeniyle tüketim için talep eksenli değil arz eksenli, enerji üretimini arttırmaya yönelik hamlelerde bulunmaktadır. Enerji üretimi için en başta tercih edilen ve kullanılan kaynak ise bitmez sanılan doğadır. Doğanın kendinde bir değer olarak var olan zenginliğini ekonomik zenginlik sağlamak için hunharca kullanan, bunu bir hak olarak gören ve tekelinde tutan siyasi erk/devlet de genellikle doğa ile kurduğu ilişkide kirletici, yok edici, katledici sıfatlarına sahip olmaktadır. Devletlerin doğa ile kurdukları ilişki genellikle yurttaşlarıyla kurdukları ilişkiyle de yakınlık gösterir. Siyasi çıkarlar uğruna savaş çıkarmaktan geri durmayan, insan katliamına sebep olabilen devletler aynı anlayışla ekonomik çıkarlar uğruna doğa katliamına neden olur. Devletin bu iki tutumu ideolojik temelde birdir ve asla birbirinden ayrı düşünülemez.

Devlet tüm mekanizmaları, birimleri, olanakları ve gücü ile ezenlerin çıkarlarına hizmet etmek için vardır ve bu çıkarlar için bekçilik yapar. Başta doğa ve emek sömürüsü olmak üzere her türlü sömürünün yasallaştırıcısı olur. Sermaye, doğayı en büyük rant sahası olarak görürken doğa ürünlerini kâr maksimizasyonu sağlayacak meta olarak görmekte, yaşam için zaruri olan hava, su, toprak dahil tüm yeraltı madenleri ve yerüstü kaynakları metalaştırmaktadır. Sermaye, ekonomik kazançlar uğruna yaşamın doğal dengesini bozacak projeler ve rantsal dönüşümlerle doğal çevrede yaşayan başta insan toplulukları olmak üzere tüm canlıların sağlıklı yaşam hakkını gasp etmektedir.

Artvin Cerrattepe’de yaşanan durum da yaşam alanına saldırı ve sağlıklı yaşam hakkına gasptır. Doğa ürünü yeraltı madeni altının büyük sermaye grupları ve holding patronları tarafından arama-çıkarma faaliyetleri, çalışmanın yapılacağı Kafkasör Yaylası mevkisini tarumar edecektir. Siyanürle maden çıkarma faaliyetinin yakın civarda ve geniş çevrede yaşayan tüm canlıların sağlığına ciddi zararlar vermesi, doğal yaşamı altüst etmesi kaçınılmaz son olarak görülmektedir. Özel bir ekosisteme sahip olan bölgede yüzlerce tıbbi ve aromatik bitki türünün büyük tehdit altında olduğu ve zehirli kimyasallar nedeniyle yok olabileceği yapılan araştırmalarla teyit edilmiştir.

Başta bölgede yaşayan Artvin halkı olmak üzere memleketin birçok farklı yerinde yaşayanların yapılmak istenen projeye ve proje sahibi şirkete karşı çıkmasının asıl nedeni, zarar görecek olmalarının yanı sıra doğanın özünde bir değere sahip olduğunu deneyimlemiş olmaları, bilmeleri, hissetmeleri ve/veya savunmalarıdır. İnsan doğanın ve doğa da insanın bir parçası olarak yaşayan, seven, koruyan, sakınan ve ayrılmaz bir bütün olarak gören anlayışa sahip insan topluluğu için bu saldırı kendi varoluşuna yapılan bir saldırı olarak kabul edilmektedir. İnsanın doğaya yabancılaşmasının en minimum düzeyde yaşandığı ve emeğini metalaşmadan üretebileceği, kendini gerçekleştirebileceği bir olanağın varlığı, hakim üretim ilişkilerine ve toplumsal ilişkilere bir tehdit olarak algılanmaktadır.  Bu tehdidi ortadan kaldırmak için sadece maden çıkartmak yeterli gelmeyecektir. Farklı bir yaşam tarzı dayatılarak tüketim odaklı ve yok edici bir tarz yerelleştirilmeye çalışılacaktır.  Direnen insanların kendilerini ne gibi durumlar beklediğini önceden görebilmesi, durumu çok iyi kavraması sayesinde mücadele ivme kazanmış ve kitleselleşmiştir. Devlet, asker, polis ve medya ile karşı karşıya gelinen durum, birer gücü temsil eden varlıklarını ve işlevlerini sorgulatmaya neden olmuştur. Yaşanan süreçler sonucu halk, çevre ve doğa savunuluculuğundan ekolojik, eşitlikçi, adil bir toplum savunuluculuğuna yükselen bir muhalefet oluşturma potansiyelini kendinde barındırmaktadır. Bu potansiyeli açığa çıkarma, geliştirme noktasında emek verildiği oranda direniş de politik, ideolojik açıdan başka bir mevzilenmeye ve mücadeleye olanak sunacaktır. Ekolojik olanın ideolojik politik bütünselliği konusundaki eksik kavrayışların, her türden “çevreci”, “ılımlı” muhalefet konusu olan çatışmaların iktidar karşısında nasıl oluyor da hızla bir muhalefete, mücadeleye dönüştüğünü idrak ve ifade etme şansları yoktur. Üstelik bu mücadelelerin farklı kesimler, geniş kitleler üzerinde birleştirici bir etkisinin olması önemli ayrı bir politik husustur. Gezi isyanında, Heslerle mücadelede, orman ve kent savunmalarında ve Cerattepe direnişinde açığa çıkan durumlar, sonuçlar ve potansiyeller benzerdir. Dolayısıyla bugünün devrim ve sosyalizminin politik programını ekolojik bir bütünlük içinde ele aldıkça toplumun iktidar karşında bütünsel hareketini yakalamak mümkün hale gelecektir.

 

 

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler