spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizEkmek için..! Açlık ayaklanmaları - Volkan Yaraşır

Ekmek için..! Açlık ayaklanmaları – Volkan Yaraşır

“Devrimin asıl görevi herkese önce ekmek vermektir.
Ekmekten sonraki en yüce görevi boş zaman sağlamak olacaktır.”
P. A. Kropotkin

Ekmek kadim zamanlardan beri insanlık tarafından kutsanan, Tanrının bir lütfu olarak görülen, uğruna bedeller ödenen ve hayatla özdeşleşmiş bir besin kaynağıdır. Ekmek, hayat ve hürriyet arasında kopmaz bir bağ vardır. Hatta sınıflar mücadelesi ve tarihi bu bağ üzerinden okunabilir ve değerlendirebilir. Özgürlük ve eşitlik mücadelesi bir yanıyla P. Kropotkin’in yazdığı gibi Ekmeğin Fethi’ni ifade eder. Tarih boyunca ezilenlerin, alt sınıfların, proletaryanın ekmek, onur ve özgürlük mücadelesini birlikte yürütmesi ve hemen hemen her devrimin ve ayaklanmanın açlık ve ekmek talebiyle başlaması tesadüfi değil, hayatın bir nevi zaruretidir. Bu talep alt sınıfların yıkıcı enerjisini açığa çıkardığı gibi sınıfsal öfkeyi de en çıplak biçimde ifade eder. Bir ortaklaşmanın ve kolektif ruh halinin göstergesidir. Aynı zamanda kolektif bir çığlıktır. Hemen yankı bulan ve hemen ete kemiğe bürünen… Ve tarih boyunca bu çığlığı ilk atan ve yıkıcı bir öfkeyle sokaklara çıkan hep kadınlar olmuştur. Hayatı ruhlarında, yüreklerinde ve avuçlarının içinde taşıyan kadınlar egemenlerin ve muktedirlerin karşısına korkusuzca dikilmiş, milyonları harekete geçirmişlerdir. Ekmek ve açlık ayaklanmalarının mimarları, hamalları ve en ağır bedel ödeyenleri kadınlardır.

1789 Fransız Devrimi’nin en karakteristik sahnelerinden biri, çocuklarını doyuramayan kadınların sokağa çıkması oldu. Tarihe Kadınların Yürüyüşü olarak geçen bu eylem, ayaklanmayı tetiklemiş, Versailles Sarayı yoksullar tarafından basılmış, kral ve monarşinin önde gelen kimlikleri enterne edilerek Paris’e götürülmüştür. Benzer bir gelişme Rusya’da 1917 Şubat Devrimi’nde yaşandı. Savaş ve kıtlık Petrograd’ta grev dalgalarına yol açarken aynı zamanda ekmek ayaklanmalarını beraberinde getirdi. 8 Mart 1917’de on binlerce yoksul ve öfkeli kadın alanları doldurdu. Talepleri çok açık ve çok netti: “Kahrolsun Açlık!, Ekmek İstiyoruz!”. Kitlelerin talepleri birkaç gün içinde radikalleşti ve siyasallaştı: “Ekmek İstiyoruz!” Sloganı yanında “Kahrolsun Çar!”, “Savaşa Hayır!” sloganları atılmaya başlandı. Meydanlarda kızıl renkli bayraklar daha fazla dikkat çekti. Genel grev dalgası ve yığınsal kitle mobilizasyonu 300 yıllık Romanov Hanedanlığını yıkacak ve 1917 Şubat Devrimi gerçekleşecekti. Artık Ekim Devrimi’ne giden yol açılmıştı. Bu iki tarihsel pratik ekmek ve açlık ayaklanmalarının yıkıcılığını göstermesi ve bu ayaklanmalarda kadınların militan ruhunu ve katalizör rolünü açığa çıkarması açısından çarpıcıdır. 20.yüzyıl içinde yaşanan bir dizi ayaklanma ve isyan benzer biçimlerde gerçekleşti. Bu makale kapitalizm ve açlık ilişkisi üzerinde durarak, neo-liberalizm ve yeni dönemdeki açlık ayaklanmalarını inceleyecektir. Tabii ki kadınların rolüne özel bir vurgu yapılacaktır.

Kapitalizm ve Açlık

Kapitalizmle açlık arasında, kapitalizmin doğası ve işleyiş yasalarından kaynaklı doğrudan bir bağ vardır. Tarihte kıtlıktan, doğal felaketlerden ve salgın hastalıktan dolayı çıplak bir açlık ya da açlık tehlikesi yaşanmıştır. Hakiki bir olgu olarak açlık tarihte önemli bir yere sahiptir. Fakat kapitalizmde insanlar “garip” bir şekilde kıtlıktan dolayı değil, varlıktan ya da daha doğru bir ifadeyle bolluktan dolayı açlık çekerler. Vurgumuz bir totoloji olarak anlaşılmamalıdır, ayrıca bir paradokstan da bahsetmiyoruz. Bu olgu, yani kapitalizmde bolluktan dolayı yaşanan açlık sistemin karakteri ve doğasını anlatmak açısından son derece önem arz eder.

Kapitalist üretim tarzının bütün çelişkilerini üretimin sosyal karakteri ile mülkiyetin özel, kapitalist şekli arasındaki çelişki üzerinden okuyabiliriz. Kapitalist sistemde iş bölümünün küresel düzeyde genelleşmesi, uluslararası bir mahiyet kazanması, üretimin yüksek düzeyde toplumsallaşmasına yol açar. Bu durum başka bir yanıyla emeğin uluslararası kolektivitesini beraberinde getirir. Tekniğin de yardımıyla üretimde yaşanan bu toplumsallık üretici güçlerin muazzam derecede gelişmesine neden olur. Ne var ki ortaya çıkan bu toplumsallıkla yani üretimin kolektif karakteriyle, özel mülkiyete dayalı mevcut üretim ilişkileri arasında şiddetli bir çelişki vardır. Üretimle ilgili kararlar üretimin sosyalizasyonuna uygun ya da planlı değil, piyasanın kanunlarına, anarşisine, kar oranlarındaki dalgalanmalara göre verilir. Burada belirleyici olan kapitalist rekabettir. Marx’ın ifadesiyle kapitalizmin tüm dinamiğini ya da gelişme yasalarını belirleyen şey rekabettir. Yani kapitalist üretimde plan ve anarşi iç içe geçer.

Mülkiyetin özel şekli kapitalist üretimin insani ihtiyaçlara bağlı kalmaksızın kâr esaslı hareket etmesini koşullar. Bu durum üretici güçlerin gelişmesine düzensizlik verir. Üretim en acil ve gerçek ihtiyaçları karşılamak için değil, en yüksek karın sağlanacağı sektörlerde sıçramalı bir şekilde realize olur. Bu durum kapitalist üretimin anarşik karakterini ortaya koyar. Bir sektörde üretim düşerken, bir başka sektörde aşırı üretim gerçekleşir. Üretimdeki bu anarşik durum her kapitalistin kârını azamileştirmek için agresyonuna neden olur. Bu süreç pazarda birbirini yok etme pahasına kıyasıya bir rekabet üzerinden gelişir.

Kapitalist üretim ihtiyaçları karşılamak üzerinden yapılmaz, kâr daha fazla kâr için yapılır. Kâr bir anlamda kapitalist sistemin kalbidir. Kapitalist sistem kârla yaşar, kârla soluk alıp verir. Bundan dolayı kapitalist sistemde kullanım değeri değil, değişim değeri belirleyicidir. Marx bu durumu net bir tanımlamayla açıklar. Kapitalizmin temel çelişkisinin kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki çelişki olduğunu vurgular. Kapitalizm genelleşmiş bir meta üretimi sistemidir. Marx, metayı burjuva toplumunun ekonomik hücresi olarak tanımlar. Kapitalist sistem, yapısı ya da ontolojisi gereği her şeyi ama her şeyi metalaştırır. Artı-değer yanında bu meta döngüsü ve metalaştırma süreci kapitalizmin kendini yeniden üretme koşullarını hazırlar. Kapitalistin amacı sermayenin birikmesi, artı-değerin sermaye haline gelmesidir. Bu da metalaştırma sürecinin ayrılmaz parçası olarak işler.

Kapitalist üretim tarzı, artı-değerin kapitalist rekabete bağlı olarak sermaye haline getirilip, üretimin sınırsız bir şekilde artmasını ve sermayenin birikmesini amaçlayan işleyişe sahiptir. Kapitalistler artı-değere doymazlık yaşarlar. Bu doymazlık bilinenden farklı bir seyir izler. Kapitalist artı-değerin sadece küçük bir kısmını kendi yaşamı için tüketir. Asıl olarak bu doymazlık kendini, sermaye haline getirilecek artı-değerde, sermaye birikiminde dışa vurur.

Bu genel vurgulara bağlı olarak kapitalist sistemde insanların en asli ve yaşamsal ihtiyacı olan başta ekmek ve farklı temel gıdalar (diğer her şeyde olduğu gibi) insanlar için üretilmez. Çok soğukkanlı bir biçimde piyasa için ve kâr amaçlı üretilir. Başta bir kıta olarak Afrika ve birçok ülkede açlığın kronik ve yıkıcı bir vaka olması şaşırtıcı değil, sistemin doğası gereğidir. Ve burada “şaşırtıcı” olan bugünün teknolojisine bağlı olarak tarihteki insan ihtiyacını karşılayacak en büyük üretimin yapılmasına rağmen ya da olağanüstü bolluğa rağmen yüz milyonlarca insanın yok edici bir açlık çekmesidir. Ve bu durum kapitalizmin doğasına içkindir ve onun ruhuna ve işleyişine uygundur.

Bugün dünyada 2.1 milyar insan açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Birleşmiş Milletlerin hazırladığı açlık raporuna göre 2019 yılında dünya çapında 690 milyon insan açlık çekiyor. 2020 yılında, salgının da etkisiyle bu rakama 130 milyon kişinin eklenmesi bekleniyor. Aynı şekilde 55 ülkede 75 milyon çocuk hayatını sürdürmek için yeterli beslenmeden mahrum, temiz içme suyuna ulaşamıyor ve yeterli sağlık hizmetine erişemiyor. Bu çocukların 17 milyonu ise akut beslenme yetersizliği çekiyor. Ayrıca yılda 8 milyon insan gıda eksikliğinden yaşamını yitiriyor. Öte yandan dünya üzerinde üretilen toplam gıdanın yani yaklaşık 4 milyar ton gıdanın üçte biri çöpe dökülüyor. Tahminlere göre çöpe atılan gıdayla 870 milyon kişi beslenebiliyor. Tüketicilerin dünya çapında çöpe attıkları gıdanın yüzde 39’unun Kuzey Amerika ve Avustralya, yüzde 34‘ünün ise Avrupa’da gerçekleşmesi dikkat çekiyor.

Sistem kendini gıdada olduğu gibi diğer sektörlerde de tüketim terörü üzerinden üretiyor. Tüketim, atomize olmuş kapitalist bireyin bir nevi varoluş biçimi haline geliyor. Ve bu olgu yani tüketme hazzı kapitalist toplumda bireyin mana dünyasını oluşturduğu gibi en temel “dürtüsü” olarak öne çıkarıyor. Bir yanda olağanüstü ve dizginsiz tüketim arzusu, diğer yanda açlığın ölümcül gerçekliği “modern” kapitalizmin gerçek yüzü olarak ortaya çıkıyor. Açlığın yıkıcılığını yaşayan milyonlar ise bir anlamda sistemin çöpüne, sosyal atığına dönüşüyor. Bu “sosyal atık” zaten üzerinde çok durulacak bir konu olarak da görülmüyor.

Neo-Liberal Kapitalizm ve Ekmek İsyanları

Dünya tarihinin son elli yılı kapitalizmin en yıkıcı ve yok edici dönemine tekabül eder. Neo-liberal kapitalizm diye de tanımlayabileceğimiz bu yıllar, modern barbarlığın çıplak bir şekilde kendini dışa vurduğu bir dönem oldu. Büyük altüst oluşlar yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

1970’li yılların ortalarından itibaren kapitalist sistemin içine girdiği yapısal kriz, küresel finans kapitalin karşı devrimci hamlelerini beraberinde getirdi. Neo-liberalizm ekonomik, politik, ideolojik ayaklarıyla birlikte, konsantre karşı devrimci bir program olarak uluslararası düzeyde devreye sokuldu. Devlet, toplum, birey ilişkisinde ciddi dönüşümler yaşandı.

Küresel düzeyde IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla yapısal uyum programları hayata geçirildi. Bu programlar özünde bir döneme tekabül eden refah politikalarının tasfiyesine ya da ekonomik aktör olarak da rol oynamış devletin sosyal yönünün metalaştırılmasına yol açtı. Devlet bir manada “toplum sözleşmesi” hükümleri altında nötr gözüken konumundan uzaklaştı, çıplak bir hüviyet kazandı; sermayenin gece bekçisine ya da güvenlik aygıtına dönüştü. Ekonomik ve toplumsal alandan çekilen devlet, radikal özelleştirme politikalarıyla finans kapitale yeni av sahaları yarattı.

Finans kapitalin agresyonu, yıkıcı hamleleri ve yeniden sömürgeleştirme politikaları küreselleşme adıyla gündeme getirildi. Sermayenin olağanüstü serbestliğinin önünü açan bu süreç dünya halkları açısından alt üst edici sonuçlar yarattı. Küresel yoksullaşma, sefalet derinleşti. İşçi sınıfının tarihsel kazanımları gasp edildi. Güvencesiz, düzensiz, eğreti ve atipik çalışma norm haline getirildi. Ciddi sosyal hak kayıpları yaşandı. Eğitim, ulaşım, temel ihtiyaç ve gıda, barınma, güvenli gelecek, sosyal güvenlik, emeklilik hakkı gibi insanlığın müşterekleri yıkıcı metalaştırma sürecine tabi tutuldu. Radikal özelleşmelerle H. Arendt’in ifadesiyle kamusal alanın yıkımı hızlandı. Ekolojik yıkım ve çöküş dünyayı yok oluşa götürecek boyuta ulaştı. Dünya çapında tarihin en yoğun işsizlik oranına ulaşıldı. Açlık yüz milyonlarca insanı saran bir ölüm anaforuna dönüştü.

Tarihin gördüğü en büyük yağma, talan ve yıkım hareketi olan neo-liberalizme karşı dünya halklarının ayağa kalması uzun sürmedi. Özelikle insanlığın müştereklerine yönelik stratejik saldırılar, başta ekmek olmak üzere temel ihtiyaç maddelerinde görülen fiyat artışları ve kronik ve yaygın yoksullaşma ve işsizlik dalgası kitlelerin kolektif öfkesini tetikledi. Kitleler açlık ve sefalete karşı harekete geçti.

Açlığın ve ölümün soğukluğunun yoksul kitleleri sarmasıyla 1970’lerin ikinci çeyreğinde ilk büyük açlık ayaklanmaları yaşandı. Mısır’da yaşanan 1977 Açlık-Ekmek Ayaklanması neo-liberalizme ve despotik Arap rejimlerine karşı ilk büyük ayağa kalkışı simgeledi. Mısır iki kutuplu dünyada, sosyalizmin çekim merkezi olmasının da etkisiyle, bir kalkınmacılık modeli olarak devletçilik ve Arap milliyetçiliğini kaynaştıran Arap Sosyalizminin hayata geçirildiği başat ülkelerden biriydi. C. Abdül Nasır kimliğinde bütünleşen bu deneyim özünde devletçilik ve kamulaştırmaya dayanan kapitalist bir gelişmeyi amaçlıyordu. Bir yandan stratejik sektörlere yönelik yatırım yapılanırken, öte yandan kitleler farklı biçimlerde sübvanse ediliyordu. Bu yönde temel ihtiyaç maddeleri düşük seviyede tutulup, asgari ücret, genel olarak ücretlerde ve emekli maaşlarında nispi iyileştirmeler yapılmıştı. Böylece halkın yaşam standardının bir seviyeye getirilmesi amaçlandı. Öte yandan kalkınma için stratejik sektör olarak belirlenen sanayi sektörünün gelişmesi hedeflendi. Ve işçi sınıfı bu sosyal düzenlemeler yanında ucuz emek gücü olarak değerlendirilmek istendi. Nasır’ın iktidarının ilk yıllarında hızla gelişen grev dalgasına “sosyalizm” söylemine rağmen rejimin şiddetle saldırması, şaşırtıcı değil aslında eşyanın tabiatına uygundu. Nasır iktidarı sübvansiyonlarla bir yandan halkı rejime bağlamayı, diğer yandan sistemi güçlü tutmayı amaçladı. 1970 yılında Nasır’ın ölümü, Mısır’da başka bir dönemin kapılarını araladı. Özellikle 1974’ten sonra ekonomide devletin rolü azaltıldı. Mısır uluslararası sermayeye açıldı. Dünya Bankası ve IMF’le bir dizi anlaşma imzalandı. Hızlı bir liberalleşme sürecine giren Mısır’da en başta devlet sübvansiyonları ortadan kaldırıldı. İşsizliğin yaygınlaşması ve enflasyonun artması, zaruri ihtiyaç maddelerine yapılan zamlar, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi kitlelerin reaksiyonlarına yol açtı.

Biriken öfke 1977’nin ilk günlerinde Enver Sedat iktidarının ekmeğin gramajını üçte bir oranında azaltma ve temel ihtiyaç maddelerine zam kararı almasıyla bir isyana dönüştü. Başta Mısır’ın kalbi başkent Kahire ve önemli turizm ve sanayi kenti İskenderiye olmak üzere bütün kentlerde yoksul yığınlar sokakları işgal etti. Ayaklanma dalgasal bir biçimde gelişti. On binler sokakları doldurdu. İsyancıların temel taleplerine bağlı olarak Ekmek Ayaklanması adını alan eylemler zinciri, Mısır’ın siyasal atmosferini değiştirdi. İsyancılar zamların geri alınması ve ekmeğin aynı şartlarda çıkması istediler. Yaşanan gerçek ve muhteşem bir yoksul ayaklanmasıydı. Ve yoksul ayaklanmalarının ne derece yıkıcı ve cüretkâr olabileceğini çıplak bir şekilde ortaya çıktı. Özellikle sokakları dolduran öfkeli kitlenin önünde kadınlar yer alıyordu. Kadınlar ayaklanmanın ruhunu belirledi. Kadınların aktif rol alışları ayaklanmanın yayılmasını ve öfkenin şiddetlenmesine yol açtı.

Kendiliğindenci ama şiddetli bir patlama şeklinde kendini dışa vuran ayaklanma, hızla siyasal bir içeriğe büründü. Mısır “nomenklaturası” ve Enver Sedat rejimi hedef alındı. Bunu ayaklanmanın temel sloganlarında görmek mümkündü. Rejim isyancılara karşı olağanüstü bir şiddet kullandı. Ordu devreye girdi. Çıkan çatışmalarda 79 kişi yaşamını yitirdi, 1000’in üzerinde kişi yaralandı. 1500’e yakın gösterici ise tutuklandı. Enver Sedat iktidarını sarsan ayaklanma zorla bastırıldı. Fakat ayaklanma iki açıdan son derece büyük önem taşıdı: Birincisi ayaklanma Arap halklarının mücadele geleneğinin aktüel dışavurumu oldu ve öfkenin kudretini gösterdi. İkincisi küresel mahiyette karşı devrimci politikalar içeren neo-liberalizme ilk sarsıcı, kitlesel ve militan başkaldırıydı. Yoksul kitleler kendilerini kuşatan zinciri parçalıyorlardı ve artık zemberek boşalmıştı. Arkasından yeni ekmek ve açlık ayaklanmalarının gelmesi kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Mısır açlık ayaklanmalarının odak coğrafyalarından biri olacaktı.

Ekmek, Onur ve İsyan

1980’li yıllara girildiğinde küresel ölçekte neo-liberal politikalar hayata geçiriliyordu. Özellikle Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri neo-liberal politikaların en alt üst ettiği bölgeler olarak öne çıktı. IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikaları ve bölgedeki otoriter ve despotik rejimlerin baskıları, rüşvet ve yolsuzlukları ve nepotizm kitleleri mobilize edecekti. Yapısal uyum politikaları kitleler için açlık, yıkım ve geleceksizlik demekti. Şiddetli bir yoksullaşma sarmalı içine giren Arap halkları, 1977 Mısır Ekmek Ayaklanmasının yolunu izleyecekti. Spontane ve dalgasal biçimde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu açlık ayaklanmalarıyla sarsılmaya başladı. 1983’te Fas halkı ayağa kalktı. 1984 Fas’ı Tunus izledi. 1985’te Mısır’ın Kızıldeniz’deki komşusu Sudan’da Ekmek Ayaklanması yaşandı. 1987 Lübnan Açlık İsyanlarıyla sarsılmaya başladı. 1988’de Cezayir halkı ekmek için sokakları işgal edecekti. 1989’da Ürdün Açlık Ayaklanmasıyla sarsıldı.

Aslında 1977’de Mısır’da yaşanan Ekmek Ayaklanması neo-liberal politikalara karşı erken gerçekleşen militan bir karşı çıkışı ifade etmişti. 1980’lerin ilk yıllarında başlayıp 1980’lerin sonuna kadar Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu saran Açlık Ayaklanmalarını, bu kolektif karşı çıkışın devamı olarak ele almak gerekir. Halklar neo-liberalizme direniş ve ayaklanmayla yanıtlar ürettiler. Muazzam direniş örnekleri yarattılar. Neo-liberalizme karşı spontane ve büyük öfkeyle patlayan bu ayaklanmalar gerici, despotik, Bonapartist rejimler tarafından kanla bastırıldı.

1990’lar neo-liberal politikaların artık oturduğu ve Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki “sosyalizm” deneyimlerinin çöküşü ve çözülüşüyle kapitalist barbarlığın yayıldığı bir dönem oldu. Aynı dönem farklı burjuva ideolojilerin olağanüstü etki yarattığı yılları kapsayacaktı. Halklara kölelik dayatıldı. İşçi sınıfı finans kapitalin stratejik saldırılarına maruz kaldı.

1990’ların en çarpıcı gelişmelerinden biri kapitalizmin kalbinde, yani ABD’de yaşandı. 1992 Los Angeles Ayaklanması kent yoksullarının ve proletaryanın öfke patlaması olarak gerçekleşti. Polis tarafından Siyahi bir gencin acımasızca dövülmesi ve bunun kameralarla tespiti ayaklanmayı tetikledi. Siyah öfke harekete geçti. Irkçı ABD kapitalizmine, yaşanan yoksulluğa ve sefalete karşı içlerinde beyazların ve Hispaniklerin yer aldığı ayaklanma şehri alt üst etti. Kent, bir anlamda beş gün boyunca isyancıların denetiminde kaldı. Halkın öfkesi alev topuna dönüştü. Yoksullar zengin direniş ve doğrudan eylem biçimleriyle polisi etkisizleştirdiler. Los Angeles caddeleri kent yoksullarının danslarına, bir nevi şenliğe ve kolektif neşeye sahne olurken, ana akım medyanın talan ve yağma diye tanımladığı kitlelerin yaygın doğrudan el koyma eylemleri yaşandı. İsyanda otomobiller ve mobil telefonlar etkin olarak kullanıldı. Bir taraftan kaçmak için yararlanıldı, diğer taraftan polisi bloke etmek, şaşırtmak için kullanıldı. Otobanlarda yakılan arabalarla barikatlar oluşturuldu.

Doğrudan el koyma eylemleri ABD egemenlerini en çok rahatsız eden ve üzerinde çok speküle edilen konu oldu. Bu konuda Guy Debord önemli tespitlerde bulunur. Guy Debord, aynı şehirde 1965 yılında gerçekleşen ve benzer eylemlerin yaşandığı başka bir ayaklanmanın tanığı olarak yazdığı ve bunun üzerinden Gösteri Ekonomisini değerlendirdiği makale (Gösteri-Meta Ekonomisinin Gerileyişi ve Yıkılışı) son derece değerlidir. Makalede Guy Debord, 1965 Los Angeles Ayaklanmasını muhteşem ve ezber bozucu şekilde ele alır. Ayaklanmayı işçi-tüketicilerin meta dünyasına karşı bir ayaklanması olarak değerlendirir. Yağmalamayı doğal olmayan ve insanlık dışı bir meta bolluğu toplumuna karşı gösterilen doğal bir tepki olarak görür. İsyancılar böylece metaya mecbur olma utancını reddettiklerini söyler. Bu analize belki şöyle bir ek yapılabilir:

Doğrudan el koyma eylemleri bir yandan sermayenin birbirini besleyen ve tamamlayan olguları açığa çıkarırken, öte yandan kapitalist toplumda üretim ve tüketim sürecinin bütününü kapsayan yabancılaşmadan dolayı aralarındaki içkin bağ görülmeyen ya da kopuk kopuk ele alınan “iş, ücret ve tüketim” arasındaki devreyi kırmak anlamında çok manalıdır. Çünkü bu devre sermayenin kendini ürettiği ve yeniden ürettiği süreci ifade eder. Doğrudan el koyma eylemleri tüketim sürecinde yaşanan yabancılaşmayı berhava edici bir içerik taşır. Konjonktürel ya da anlık olmasının önemini yoktur. Eylemin kendisi bir anlamda özgürleştirici pratiktir. Bu eylemlerin şenlikli bir havada gerçekleşmesi şaşırtıcı değil, eylemin ruhuyla bağlantılıdır. Ve sermayenin acıyan yerine vuran eylem tarzlarından biridir. Ayrıca sermayenin kutsadığı özel mülkü korumak ve kollamakla hükümlü burjuva hukuku, böylece alt sınıflarca ayaklar altına alınır. Bu konu üzerinde bu kadar durmamızın nedeni açlık ayaklanmalarının ya da genel olarak kent isyanlarının büyük bir çoğunluğunda doğrudan el koyma eylemlerinin yaşanmasıdır. Ne yazık ki Marksist solun bu zamana kadar bu eylemlere yaklaşımı sorunlu ve içeriğini kavrayıcı mahiyette olmamış hatta çok negatif tanımlamalar yapılmıştır. Bu yaklaşımları kapitalizm ya da meta toplumun olağanüstü yıkıcı ve yabancılaştırıcı etkisinin yanında proletaryanın ve ezilenlerin yaratıcı yıkıcılığının yeterince anlaşılamamasının bir sonucu ve Marksist harekette azımsanamayacak bir etkisi olan pozitivist, ilerlemeci ve ikameci anlayışın ve zihni dünyanın yansımaları olarak görmek gerekir.

1992 Los Angeles ayaklanması polisiye önlemlerle bir müddet sonra geri çekildi. Ayaklanma neo- liberal yıkıma, sistematik yoksullaştırma, işsizleştirme ve ırkçılığa karşı yoksulların ve proletaryanın 1990’lı yılların karanlığında bir aydınlatma fişeği işlevi gördü. Neo-liberalizme karşı bu ayaklanmayı Mayalı yerli halkın Meksika San Cristobal de las Casas eyaletinde başlattıkları 1 Ocak 1994’teki ayaklanma izledi. Meksika’nın en yoksullarını oluşturan Maya yerlileri Meksika tarihinin direniş pratiğine yaslanarak Zapatistalar adını aldı. Kökleri Maya yerlilerin sömürgecilere karşı direniş geleneğine ve 1910 Meksika Devrimi’ne dayanan Zapatistalar umudun ayaklanmasını simgelediler. Zapatistler kullandıkları dil, söylem, ritüeller, savaş tekniği, komün yaşamı ve pratiği, açığa çıkardıkları komün rezerviyle birlikte inşa ettikleri zihniyet ve mana dünyaları, otantik paradigmalarıyla ezber bozdular ve küresel düzeyde sarsıcı etki yarattılar.

2000’li yıllara girildiğinde neo-liberalizmin iktisadi, toplumsal, ekolojik düzeyde bütün yıkıcılığı açığa çıkmıştı. 2000’ler neo-liberal politikaların küresel düzeyde sonuçlarının alenileştiği bir dönem oldu. Çok boyutlu bir karşı devrim içeriğinde olan bu politikaların hayata taammüden bir saldırı ve hayatı yok etme anlamına geldiği geniş kitleler tarafından daha iyi anlaşıldı. Küresel düzeyde yoksulluk ve sefalet derinleşti. Eko-yıkım olağanüstü boyuta ulaştı. Emeğin, kadının ve doğanın sömürgeleştirilmesi en ekstrem noktaya vardı. Sınıfsal, toplumsal, cinsel diskriminasyon ve kutuplaşma şiddetlendi.

Los Angeles’ta 1992’deki Ayaklanma metropollerin nabzını da ortaya koymuştu. Artık metropollerde açların, yoksulların, işsizlerin, ırksal, cinsel, dinsel diskriminasyona uğrayanların, yok kabul edilenlerin ayaklanma ve isyan merkezine dönüşmüştü. Neo-liberal yıkım politikaları çok boyutlu kapitalist ablukayı artırmış, sınıfsal öfkeyi beslemişti. Öfke özellikle kentlerin kıyısında, banliyölerinde birikmekteydi. D. Harvey’in deyimiyle Modernitenin Başkenti olan Paris’te 2005 yılında banliyöler patlayacaktı.

Paris’in kuzey doğusundaki banliyölerde polisten kaçan göçmen üç gencin bir trafoya saklanması ve burada yüksek gerilim hattından kaynaklanan elektrik çarpması sonucu ikisinin ölmesi, diğerinin ağır yaralanması patlama şeklinde gerçekleşen bir ayaklanmaya neden oldu. Vaka banliyölerde sistematik ve rafine ırksal, dinsel, etnik, cinsel diskriminasyona tabi tutulan, polis şiddeti ve tacizine maruz kalan yoksul, işçi, işsiz yığınları, kadınları yani kentin “lanetlilerini” harekete geçirdi. Ekonomik kriz, sürekli işsizlik, sefalet, derin gettolaşma ve izolasyon öfkeyi infilak ettirdi. Paris alevler içinde kaldı. Steril Paris, ayaklanma ve yoksulların öfkesiyle sarsıldı.

III. Napolyon döneminde Vali ve mimar G. E. Haussman, Napolyon’un kararıyla, sınıf mücadelesi ve savaşlarının tecrübesi ve ihtiyaçlarına uygun olarak Paris’i bir nevi yeniden inşa etmişti. 1853- 1870 arasında süren modern zamanların bu ilk kenti mutenalaştırma- soylulaştırma operasyonu, gerçek manada sınıf savaşlarının ihtiyacına göre kentin düzenlenmesini içeriyordu. Şiddetli sokak ve barikat savaşlarına sahne olmuş Paris’te olası benzer yıkıcı gelişmelerin tekrarlanmaması için kent, merkezinden çevreye doğru uzanan dev bulvarlarla yeniden inşa edilmişti. Bu süreç disipliner ve kapsamlı bir kentsel dönüşüm programını içermekteydi. Harvey bu süreci hem “Asi Şehirler” hem de “Paris, Modernitenin Başkenti” adlı çalışmalarında son derece iyi anlatır. Asi Şehirler’de edebiyatın içine sızmış eski Paris’in dar sokaklarını ve iç içe girmiş evlerini ve olağanüstü sefaleti canlı bir şekilde işlenir ve kentin sırları, saklı kalmış yönleri ortaya konularak modernleşme ve bunun üzerinden Paris ele alınır.

Geniş bulvarlardan, tehlikeli sınıfların kontrolünü sağlamak, olası ayaklanma ve isyan zamanlarında kent merkezinin güvenliğini almak için yararlanılıyordu. Aynı alanlar daha sonra tüketim mabetlerine ve modernleşmenin en önemli simgesi olan otomobillerin kullanıldığı mekanlara dönüştü. 2005 Paris Ayaklanması banliyö odaklı yaşansa da kent merkezinin hızla sarsabileceği ortaya çıktı. Ayaklanmada 10 bin özel araç, yüzlerce kamu binası, kamu taşımacılığında kullanılan otobüs ve postane aracı, 30 bin çöp bidonu ateşe verildi. Alevlerin Paris merkezini sarması olasılık dahilindeydi. İsyancıların özel mülkü ve devleti simgeleyen bina ve arabaları ateşe vermesi son derece manalı, sınıfsal bir tutumu ve öfkeyi ifade ediyordu. Özel mülk ve devlet arasındaki içkin bağ kitleler tarafından reflekssel olarak görülmüştü. Devlet her türlü şiddet ve aşağılanmanın kaynağını, özel mülk ise hayatlarının gaspını ifade ediyordu. Paris hızla Asi bir kente dönüştü. 1968 zaten yakın tarihte bir kentin hızla ve sarsıcı bir şekilde nasıl Asi bir kente dönüşebileceğini ortaya koymuştu. 2005 Ayaklanmasına dönemin Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin yaklaşımı son derece provokatif ve ırkçıydı. “Ayaktakımına sıfır tolerans” sözleriyle kent yoksullarına, göçmenlere, işsizlere ırksal ve sınıfsal nefretini kusmuş, polis şiddetinin önünü açmıştı.

Geçmişte sömürgeci zihniyet ve uygulamalar “ilkelleri” uygarlaştırmak adıyla rasyonalize ediliyordu, post-kolonyal dönem adı verilen sömürge sonrası dönemde ya da içinde yaşadığımız modern zamanlarda ise bunun adı “entegrasyon” politikalarına dönüştü. Ayrıca artık banliyöler her ülkenin içindeki “Güneylilerin” yani açların, yoksulların, işsizlerin yaşadığı yerlerdi. Paris Ayaklanması bu alanda biriken öfkeyi dışa vurdu. Artık başta Paris olmak üzere Avrupa metropollerinde ve ABD’de ırk ayrımının çıplaklaştığı ve neo-liberal yıkım politikaların yarattığı ölü kentler yeni kent ayaklanma merkezleri haline gelecekti. Benzer gelişmeler Brezilya gibi çevre ülkelerdeki megapoller için de geçerliydi. Öyle de olacaktı. 15 yıllık bir kesit içinde yoksul ayaklanmaları yayıldı. 2005 Paris Ayaklanması bu sürecin en önemli momenti olarak dikkat çekecekti.

2000-2005 arasında dikkat çekici bir başka gelişme Filistin’de ikinci İntifadanın başlamasıyla oldu. 5 yıl gibi uzun soluklu devam eden İntifada hareketi Siyonizm’e karşı yoksul bir halkın özgürlük ve haysiyet mücadelesiydi. İntifada Filistinli yoksul ve fakir halkın muazzam direnişini açığa çıkardı. Mazlumun direniş kudretini ortaya koydu. Hareket ulusal yönünün yanında sınıfsal dinamikleri harekete geçirdi. Filistin işçi sınıfı ve yoksul yığınlar ayaklanmanın taşıyıcı gücü rolünü oynadı. Ekmek ve özgürlük mücadelesi ayaklanmanın ruhunu oluşturdu. Yaratılan İntifada komiteleri başka bir Filistin’in embriyomu işlevi gördü. Komiteler tüm toplumsal sınıfları yatay düzlemde aurası içine aldı ve kitlesel seferberlikleri besleyerek, sürekli kıldı. Yılları kapsayan sürekli direniş ve sürekli ayaklanma haliyle İntifada deneyimi dünya halklarının direniş savaşları/sanatları içinde istisnai yerini alacaktı. Bu pratik Ortadoğu haklarını derinden etkiledi ve sarstı. Kısa müddet sonra aynı bölgede bu birikim ve ruh halinin etkisiyle yeni yoksul ve ekmek ayaklanmaları yaşanacaktı.

Küresel Kriz, Halklar Ayakta

2007- 2008 Küresel krizi yapısal ve sistemik bir krizi işaretledi. Kriz, yapısal krizlerin karakteristik özelliklerine uygun olarak multi-kriz şeklinde gelişti. Yani sadece bir ekonomik kriz değil, siyasal ve toplumsal bir kriz biçiminde boyutlandı. Her yapısal kriz aynı zamanda kapitalist üretim ve yeniden üretimin sorununu yakıcılaştıran ve sistemin şiddetli bir şekilde sarsılmasına yol açan sonuçlar doğurur. Bu süreç aynı zamanda küresel düzeyde sınıfsal antagonizmanın şiddetlenmesi anlamına gelir. 2008’den sonra benzer şeyler yaşandı. İçine girdiğimiz yüksek konjonktür 13 yıl geçmesine rağmen halen devam etmektedir. Kriz bu süreçte iç fazlar geçirerek derinleşti ve şiddetlendi.

Bu süreç küresel düzeyde olağanüstü gelişmeleri beraberinde getirdi. Önce senkronize bir şekilde bankacılık ve borç krizi içine giren Avrupa’nın güneyi; Yunanistan’dan başlayıp, Portekiz’e kadar yaygın sınıf ve kitle hareketlerine sahne oldu. Genel grevler, grevler, meydan işgalleri, büyük kitle gösteri, sokak çatışmaları, fabrika işgal eylemleri bütün bölgeyi sardı. Yalnızca Yunanistan’da 2009-2011 arasında 29 genel grev, 70’e yakın sektörel grev yaşandı. Borç çevriminin kırılmasıyla ülke iflası ilan edilen Yunanistan’da neo-liberal yıkım politikalarına karşı kitleler, uzun süreli bir ayaklanma hali içine girdi. Yunanistan Avrupa’nın en zayıf halkası olarak öne çıktı.

2011’de Tunus ve Mısır’da milyonlar mobilize oldu. Arap halkları büyük bir öfkeyle ayağa kalktı. Ayaklanma dalgası bir açlık ve ekmek ayaklanması olarak dikkat çekti. Mısır ve Tunus’un direniş tarihinde yeri olan ekmek ayaklanmaları aktüel biçim kazanıyordu. Milyonlarla dolan Tahrir ve önceki adı 7 Kasım olan, sonra Buazizi olarak değiştirilen meydanda kitleler ekmek ve özgürlük taleplerini haykırdılar. Günlerce meydanlar yoksullar, işçiler, işsizler, kadınlar yani geniş yığınlar tarafından işgal edildi. Düzen hükmünü yitirdi. Ayaklanmalar neo-liberalizmin çıplak ve yıkıcı sonuçlarına, yoksulluğa, açlığa, yolsuzluğa ve despotik rejimlere karşı kolektif bir isyandı. Ve kitle hareketi hem Tunus, hem de Mısır’da aşağıdan bir devrimin olanaklarını yaratmıştı. Devrimin bir imkana dönüşmemesine karşın ayaklanmalar, neo-liberal dönemin sonunu işaretliyordu. Artık burjuva hegemonyasının yaratığı büyü isyanlar karşısında bozuluyordu. 1977 Mısır Ekmek Ayaklanması neo-liberal politikaları karşı gelişen ilk kolektif karşı çıkışı gösterirken, Arap Halklarının 2011’de gerçekleştirdiği ayaklanmalar neo-liberal hegemonyayı kıran bir içerik taşıdı. Bu süreç Rojava heteredoks devrimi ve 2013 Gezi ayaklanmasıyla taçlanacaktı. Abluka dağıtılmış, direniş enternasyonalleşiyordu.

2011 İngiltere İsyanı yukarıda belirttiğimiz metropollerde gelişen kent ayaklanmaları karakterini ve özelliklerini bünyesinde taşıdı. 2011 yılı Ağustos ayının başında çete üyesi olduğu iddia edilen siyahi bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle Londra’nın kuzeyi, Tottenham, kitlesel bir başkaldırıya sahne oldu. Beş gün süren öfke dalgası kamu otoritesi ve devleti simgeleyen şeylere yöneldi. Polis otoları, belediye otobüsleri yakıldı. Bankamatikler kullanılmaz hale getirildi. Yaygın doğrudan el koyma eylemleri yaşandı. Gündelik hayat içine sinmiş sınıfsal kutuplaşmaya, yoksulluk, yoksunluk, diskriminasyon ve polis şiddetine karşı yoksul yığınlar sokakları işgal etti. Neo-liberal politikaların en katı ve şiddetli uygulandığı İngiltere’de banliyölerde yaşayan işçi sınıfı, işsizler ve yoksulların yaşadığı çıplak yoksulluk, rafine ırkçılık politikaları, yarınsızlık ve belirsizlik hali kolektif başkaldırıyı tetikledi. Egemenleri afallatan bu gelişme “yavaş çekim ahlaki çöküş”, “gözü dönmüş sınıf-altı kesimlerin eşkıyalığı”, “yetersiz ebeveynlik” gibi kibirli ve yok sayıcı tanımlamalarla değerlendirildi. Ayaklanma dalgası geçtikten sonra yakalanan isyancılar ağır cezalara çarptırıldı. Böylece yoksullara göz dağı verilmek istendi. Aslında isyana katılan genç bir kadın isyanı özetliyordu; “Bence bazıları öldürülen o çocuk için adalet için oradaydılar. Ve gerisi ise olanlar için oradaydı: (Sosyal) Kesintiler, hükümetin iyi yapmadığı şeyler için, iş yok, para yok, adalet yok.” Londra ayaklanmasına neden olan bütün koşullar hala bütün yakıcılığıyla yaşanıyor. Bugün yaşanan dinginlik aslında öfkenin farklı biçimde biriktiği gösteriyor.

Söylediklerimizi 2014 Ferguson ve 2015 Baltimore Ayaklanmaları bir kez daha doğruladı. Baltimore’da 25 yaşındaki Freddie Gray’ın polis tarafından işkence sonucu öldürülmesi Baltimore’da siyah öfkeyi tetikledi. Baltimore neo-liberalizm yarattığı ölü kentlerden biriydi. Kriz ve neo-liberal yıkım politikaları ABD’de sınıfsal, ırksal ve sosyal eşitsizliği şiddetlendirdi. Bugün ABD’de üç siyahtan biri hapishane deneyimine sahip, ayrıca ABD hapishanelerinde 750- 800 bin siyahi bulunuyor. Baltimore’da işsizlik ayaklanma döneminde yüzde 50 civarındaydı. Ayaklanma kısa sürede tüm şehre yayıldı. Şehirde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ordu kentin kritik noktalarında konumlandı. İsyanda 6 kişi devlet güçleri tarafından öldürüldü. 700 kişi yaralandı. 5800 kişi tutuklandı. Binden fazla işyerinde doğrudan el koyma eylemi yaşandı ve yüzlerce işyeri, polis arabası ve diğer resmi araç yakıldı.

1981 Brixton ve Lyon, 1985 Broadwater, 1995 ikinci Brixton, 2001 Leed’s, 2014 Ferguson ayaklanmaları metropollerin de hiç de tekin yerler olmadığını gösterdi. Açların ve yoksulların öfkesinin şiddetini ve yıkıcılığını tekrar tekrar ortaya koydu. Son olarak George Floyd’un öldürülmesiyle ABD’yi saran toplumsal ayağa kalkış, küresel öfke hareketine dönüştü. Ve yeni dönemdeki öfke karakterini açığa çıkardı. Artık her ülkenin güneyinde yaşayanların yaşamsal sorunlarının aynılaşması, çelişkilerin iç içe girmesine bağlı olarak benzer kolektif ruh hali yaşadıkları, kaderlerinin ve kederlerinin ortaklaştığı ve kolektif refleks geliştirdikleri ortaya çıktı. Bu son derece önemli gelişme yeni dönem öfke karakterini ve öfkenin biriktiği fay hatlarını ortaya koymaktadır.

“Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar”

2019-2020 yılında 44 ülkeyi saran ayaklanma dalgası yeni bir tarihsel momentin içine girdiğimizi gösteren gelişme olarak dikkat çekmektedir. Kapitalizmin yapısal krizinin ekolojik kriz ve küresel sağlık krizi gibi yeni nesil krizlerle daha da şiddetlenmesi, krizin resesyon ve depresyon salınımı küresel düzeyde sınıfsal ve toplumsal kutuplaşmayı artırdı. Kriz ve pandemi koşulları açlığın ve yoksulluğun olağanüstü bir noktaya ulaşmasına yol açtı. Aynı şekilde sınıfsal, ırksal, cinsel diskriminasyon arttı ve ekolojik yıkım derinleşti.

Pandemi koşulları gıda krizini şiddetlendiriyor. Bir kıta olarak Afrika, Latin Amerika ve Uzak Asya’nın bazı bölgeleri açlık tehdidi altında. Diğer taraftan küresel savaş konseptinin bir parçası olarak sürekli iç savaş coğrafyaları haline getirilmiş Suriye, Irak, Yemen, Afganistan, Sudan ve Güney Sudan yıkıcı açlık tehdidi altında parçalanıyor. Ayrıca açlık olgusu metropoller dahil, her ülkenin güneyinde sahici bir tehdide dönüşüyor. Ekonomik kriz, salgın koşulları ve devlet sübvansiyonlarının kalkması açlığın ölümcül soğukluğunu her yoksulun hissetmesine yol açıyor.

Bunu çıplak biçimde ekonomik kriz ve çöküş yaşayan Lübnan’da 2020 yılında açlığa karşı birkaç defa tekrarlanan olağanüstü kitlesel ve meydan işgal eylemlerinde gördük. Kolombiya ve Şili’de de benzer açlık isyanları gerçekleşti.

İçine girdiğimiz dönemi yeni ayaklanmalar çağı olarak değerlendirmek abartılı bir tanım değildir. Kapitalizmin ulaştığı entegrasyon boyutu, krizin yeni nesil krizlerle kapitalizmin varoluşsal krizine dönüşmesi ve sınıfsal antagonizmanın şiddetlenmesi dünyanın her alanını ayaklanma ve isyan merkezine dönüştürebiliyor. Kriz sonrası 2011-2013, 2016-2018 ve 2019-2020 olarak üç dalga halinde gelişen küresel ayaklanma dalgaları söylediklerimizi doğrulamaktadır.

Bu zincirleme ayaklanma dalgaları, pratiği de enternasyonalleştirmektedir. 2020’li yılları belirleyecek en önemli tehditlerden biri açlık olacaktır. Yeni pandemi ve benzer katastrofik gelişmeler artık kapitalizmin normaline dönüşmüştür. Bugün Lübnan, Kolombiya ve Şili’de kendini dışa vuran açlık isyanlarının yakın süreçte başta yukarıda sözünü ettiğimiz ülke ve coğrafyalarda patlamalar şeklinde yaşanması yüksek bir olasılıktır. Bu sürece metropoller de dahildir. Öfke artık her ülkenin kendi güneyinde farklı saiklerle beslenerek birikmektedir. Açlık ve ekmeğin yokluğu öfkenin şiddetini ve yıkıcılığını artıracaktır. Görev öfkenin içinde olmak ve öfkeye dönüşmektir. Çünkü gerçekten “yakarsa dünyayı garipler yakar.”

Kaynaklar:

P.A. Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Öteki Yay., 2000.
E. Hobsbawn, Devrimler Çağı, Dost Yay., 2019.
Eric Hazan, Fransız Devrimi Tarihi, Say., 2016.
Ersnt Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, Özgür Üniversite Yay., 2008.
Fuat Yücel Filizler, Kriz ve Kitle Grevi, Devrimci Proleter (E. Kitap).
Niyazi Berkes, İslamiyet Milliyetçilik Sosyalizm, Köprü Yay., 1969.
Enver el Malik, Çağdaş Arap Düşüncesi, Altın Kitapları, 1971.
Zeynep Güler, Arap Milliyetçiliği Mısır ve Nasırcılık, Yazılama Yay., 2013.
Faik Bulut, İntifada Dersleri, Analiz Yay., 1990.
Guy Debord, Gösteri Toplumu, Ayrıntı Yay., 2008.
Sitüasyonist Enternasyonal, Altıkırkbeş Yay., 2008.
L.V. Camus, Toprak ve Özgürlük, Sümer Yay., 2018.
David Harvey, Neoliberalizmin Sonu, Sel Yay.,2015.
David Harvey, Asi Şehirler, Metis, 2013.
David Harvey, Paris Modernitenin Başkenti, Sel Yay., 2012.
Alex Callinicos, Neo- Liberalizm ve Sınıf, Salyangoz Yay., 2006.
(Der.) Doğan Çetinkaya, Ortadoğu: Direniş Devrim Emperyalizm, İletişim Yay., 2014.
B.A. Mercan, 2011 İngiltere İsyanlarını Anlamak, Mülkiye Dergisi, Sayfa 105- 142,Sayı:37/1, 2013.
Yavuz Yıldırım, Kent Aracılığıyla Ortak Olanı Kurmak: Öfkeliler ve İşgal Et Hareketleri, Sayfa 143- 162,Sayı:37/1, 2013.
İlker Şahinoğlu (2006), “Paris Ayaklanması” https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/403-paris-ayaklanmasi (Erişim Tarihi: 09.01.2021)
Volkan Yaraşır, (2011), “Mısır’da İsyan ve Ayaklanma”
Volkan Yaraşır, (2015), “Baltimore Ayaklanması”
Guy Debord, Gösteri-Meta Ekonomisinin Gerileyişi ve Yıkılışı https://www.geocities.ws/anarsistbakis/makaleler/debord-gosteriekonomisinin.html (Erişim Tarihi: 09.01.2021)
Soner Torlak, Zapatistalar: Salyangozun Uzun Yürüyüşü,
https://gazetekarinca.com/2017/03/zapatistalar-salyangozun-uzun-yuruyusu/ (Erişim Tarihi: 09.01.2021)

* Bu yazı ilk olarak Önsöz Dergisi’nde yayımlanmıştır.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler