spot_img
spot_img
Ana SayfaKültür - SanatEkim, uzun sürer - Göksel Aymaz

Ekim, uzun sürer – Göksel Aymaz

Dolayımlanmış bir arzudur onların ki, büyük Rus edebiyatının eşitlikçi/hümanist dünya arzusu! O yüzden… 19’uncu yüzyılda olmaya başlayan devrim, 21’inci yüzyılda da bitmiş değil.

Karl Marx, devrim sürecinde büyük fikirlerin, büyük önderlerin değil, esasen toplumsal hayatın nesnel koşullarının etkin olduğunu söylediğinde, sanki Rusya için kehanette bulunmuştu. 19’uncu yüzyılın Rusya’sı, ülkeyi 20’nci yüzyıl başındaki devrime götürecek nesnel koşulların olgunlaşmaya başladığı bir toplumun bütün manzaralarını veriyordu. Rusya’da devrim –amprik olarak değil ama tarihsel olarak- Ekim 1917’den çok çok önce olmaya başlamıştı. Ve bu oluşu mümkün kılan çöküş hâlindeki düzenin sefil manzaralarını olağanüstü bir yetkinlikle sergileyen ise, en başta, edebiyattı. 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatı, olmaya başlayan devrimin toplumsal koşulları hakkında en açık seçik bilgileri veriyordu. Ateist Lenin’e, Hristiyan Tolstoy hakkında övgü dolu sözlerle “Devrim’in aynası” dedirten şey de buydu.

19’uncu yüzyıl ortalarından itibaren Rusya’da güçlü bir eleştirel gerçekçi edebiyat hareketine ortam hazırlayan toplumsal koşullar 20’nci yüzyıl başındaki Devrim’i hazırlayan koşulların ta kendisiydi. Rusya’da devrimi olgunlaştıran tarihsel/toplumsal koşullar, Rus edebiyatını etkiliyordu. Ve Rus edebiyatı, Rusya ve Ekim Devrimi üzerinde belki de dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar etkili oluyordu. Toplumsal sefaleti kararlılıkla irdeleme niteliği gösteren dönemin Rus şiiri, hikâyesi ve bilhassa da romanı, özünde, bir aydınlar hareketiydi. Çarlık rejimi gibi Asyatik despotizmlerde aydının görevi vardır ve bu da faal olmaktır, toplumun yaralarını göstermektir. Bu sebeple, Rus edebiyatı, bir aydın faaliyeti olarak, gerçekçiliğin eleştirel boyutunda Avrupa romanına göre, belirgin biçimde, daha keskindi. Zira, Lenin’in kendi ülkesini betimlemekte duraksamadığı gibi “geri kalmış ülkeler”de sanat, politik muhalefetin otoriter iktidarı sarsacak güce erişemediği koşullarda, toplumsal muhalefetin özel bir biçimi (bir kültürel muhalefet) olarak gelişme imkânı bulur. Çarlık Rusya’sında olan da buydu. Çarlık gibi otoriter bir rejimin etkin eleştirisi de özellikle Dekabrist Ayaklanması’nın (1825) ağır yenilgiyle sonuçlandığı ve sonrasında Çar I. Nikola’nın (1796-1855) baskı ve zulüm döneminin hüküm sürdüğü koşullarda, ancak söylem düzeyinde, yani düşüncede, sanatta ve edebiyatta denenmiş ve önemli ölçüde de başarılabilmiştir. İlerleyen yüzyılda Latin Amerika diktatörlüklerinde de bu böyle olacaktır, Ortadoğu’nun şeyhlik, sultanlık rejimlerinde de, sorunlu demokrasisiyle Mısır’da, İran’da ve Türkiye’de de.

şolohov

Bu sebeple edebiyat, devrim öncesi Rusya’sında toplumsal muhalefetin önemli bir aracı olarak gelişmiştir. Hatta politik ve toplumsal muhalefet Rusya’da ilk olarak kendini edebiyatta göstermiştir. Özellikle 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rusya’da edebî alanda ortaya konulan ürünler, politik alanın yaşadığı devrimci dönüşüm sürecine uygun biçimde, içten bir enerji ve hareket yoğunluğuyla yüklüydüler. Aleksandr Puşkin (1799-1837), Nikolay Vasilyeviç Gogol (1809-1852), Mihail Yuryeviç Lermontov’dan (1814-1841), İvan Gonçarov (1812-1891), İvan Sergeyeviç Turgenyev (1818-1883), Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) ve nihayet Anton Pavloviç Çehov (1860-1904)… Her biri büyük olan bu isimlerden hiçbirinin Bolşeviklerle herhangi bir bağı olmamasına rağmen hepsi de devrimde rol oynamıştı. Çünkü Rusya’nın hayat koşullarında dünya ve ülke hâlinin yarattığı hoşnutsuzluk ve arayışlar, onları Ortodoks Hristiyan yobazlığına, dar kafalılığa, diktatörlüğe, savaşa, eşitsizliğe ve yoksulluğa karşı bir bilinç geliştirmeye sevk etmişti. Bu yüce görevi, ancak toplumsal yaşamdaki önemli sorunları doğru yansıtan bir sanat yerine getirebilirdi. Politik alanın Ekim Devrimi’ne hazırlanışının her aşamasında, motivasyonu bu olan gerçekçi Rus edebiyatının katkısı büyüktür. İster Batıcı Turgenyev olsun ister Slavcı Dostoyevski… Eğer eserleri, Hristiyan Tolstoy’unkiler gibi, ideolojik bakış açılarını aşacak kadar gerçekçi ise -ki öylelerdir-, Devrim’in önderi Lenin’in hayranlığını kazanmıştır. Ayrıca, Nikolay Gavriloviç Çernişevski’nin (1828-1889) bilimsel ölçülere yaklaşan edebiyat kuramını kullanarak yazdığı Ne Yapmalı? romanı, Lenin’in üzerinde büyük etki bırakmıştır, öyle ki, devrimin önderi kaleme aldığı en etkili politik metinlerinden birine romanla aynı ismi verir. (Lenin’in politik metinlerinin neredeyse tamamında Rus edebiyatından faydalanması, hasımlarıyla roman karakterleri aracılığıyla polemik yapması da herkesçe bilinir.)

Puşkin’den Tolstoy’a aynı bilinçle yazan Rus edebiyatçıları, sanatlarını bir göreve adamak arzusundaydılar, o görev de mevcut Rus yaşayışının eşitlikçi-hümanist bir toplum yönünde değiştirilmesiydi. Enikonu “başka bir dünya” isteğiydi bu. O “başka dünya”nın nasıl bir şey olacağına ve ona nasıl erişilebileceğine dair soruları cevaplamak, elbette, politikanın işiydi.

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirişi, Marx’ın ünlü sözünü hatırlatır biçimde, düşüncenin (burada, edebiyatta işlenmiş bir düşüncenin) maddi bir güç hâline geldiği bir andı. Devrimin coşkusu ve enerjisi, resimde, sinemada, heykelde ve tiyatroda -sadece Sovyetler Birliği için değil- bütün dünya için yeni bakış açıları, yeni konular ve yeni anlatım biçimleri yaratacaktı. Öyle ki, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde, modernizmin son şafağında, yerleşik avangart dünyaya getirilen iki yenilikten biri konstrüktivizm adı altında genç Sovyetler Birliği’nde doğmuştu -diğeri Avrupa’daki gerçeküstücülük’tü-. Ne yazık ki, aynı şeyi edebiyat için söylemek pek mümkün olamadı.

steinbeck

Bolşevik Devrimi’nin de edebiyattaki tercihi gerçekçilik idi. Ama bu kavram, devrimin bilhassa Stalin diktasına ve Jdanovcu anlayışa saplandığı yıllarda iyiden iyiye eğreti bir anlama büründü. Buna göre, gerçekçilik, tarihsel açıdan ilerici olan bir toplumsal sınıfın çıkarlarına denk düşmek demekti, yapıtlar bu yeteneği gösterebildiği oranda gerçekçi sayılabilirdi. Buna “sosyalist gerçekçilik” denildi. Devrimin miras aldığı eleştirel gerçekçi edebiyatın yerine kurumlaşan rejimin resmî tercihi olarak geçen sosyalist gerçekçilik, propagandist kaygılarla edebî değerlerden epeyce uzaklaştı. Eleştirel gerçekçi edebiyatta ana tema bireyin kendi iç gerçekliği ile onu çevreleyen dış gerçeklik arasındaki çatışma iken, Vladimir Korolenko’nun (1853-1921) öğrencisi olan Maksim Gorki’nin (1868-1936) eserlerinde ya da Anton Makarenko’da (1888-1939), Aleksandr Serafimoviç’in (1863-1949) Demir Seli, Aleksandr Fadeyev’in (1901-1956) Partizanlar, Mihail Şolohov’un (1905-1984) Ve Durgun Akardı Don romanlarında (vs.) belirgin örneklerini gördüğümüz sosyalist gerçekçilik akımı, kitlelerin devrimci gücünü işlemekteydi. Bu yazarlar, eserlerinin içeriği ve kendilerinin gerçek hayattaki duruşuyla, politika ile sanatın (özellikle de edebiyatın) bir arada yürütülebileceği ve yürütülmesi gerektiğine örnek teşkil ettiler.

Devrimin enerjisi, sanatlarda ideolojik uygunluğu tercih eden Stalin’in yükselişi karşısında varlığını koruyamadı. Ekim Devrimi’nin dinamik aurasından SSCB’nin statik donukluğuna geçiş 1920’lerde bolca ürün veren toprağı âdeta nadasa bırakmıştı. Edebiyatın devrimle duygudaşlığı kalmamıştı. Ama bu, esasında rejimin devrimle bir duygudaşlığının kalmadığı şeklinde de yorumlanabilmekteydi. Sovyet yöneticilerinin kültür politikalarıyla uyuşamayan Boris Pasternak (1890-1960), İlya Ehrenburg (1891-1967), Aleksandr Soljenitsin (1918-2008) gibi isimler bu duygu uyuşmazlığının tipik temsilcileri olmuşlardır. Sonuçta galiba bir tek şiir, o da dostu Sergey Yesenin’in (1895-1925) intiharından sonra neredeyse bir başına kalmış olan Vladimir Mayakovsky’nin (1893-1930) şahsında -ve yine sadece bu büyük şairin trajik ölümüne dek- dinamizmini bir süre daha koruyabildi. Devrimin enerjisi, önce orta ve doğu Avrupa’da, daha sonra da üçüncü dünya toprağında kök salmaya başladı. Kendi toprağı çoktan donmuş olan devrimin tohumları bu yeni topraklara serpilmişti.

SSBC’nin temsil ettiği Ekim Devrimi, İkinci Dünya Savaşı boyunca ülkelerin (özellikle de Batı ülkelerinin) pek çoğunda anti-faşist güçler üzerinde gösterdi etkisini. O dönemde yapılmış çarpıcı bir araştırma vardır mesela: Ocak 1939’da Amerikalılara Sovyetler Birliği ile Almanya arasında bir savaş çıkması hâlinde hangi tarafın kazanmasını istedikleri sorulduğunda, bu anti-komünist ülke vatandaşlarının yüzde 83’ü, kapitalist olduğu herkesçe kabul edilen anti-komünist ülkeyi (Nazi Almanya’sını) değil, komünist olduğu herkesçe kabul edilen anti-kapitalist ülkeyi (Sovyetleri) desteklemişti. Üstelik, bu yıllar SSCB’deki Stalinist rejimin en ağır dönemiydi. Devletlerin uluslararası ilişki rutinlerinin ya da güç siyaseti alışkanlıklarının bu denli aşılması, şüphesiz, dünyayı tehdit eden faşist konjonktürün eseriydi. Ayrıca, Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin, bu uluslararası savaşı ulusal boyutta âdeta bir iç savaş olarak (çünkü faşist ve anti-faşist güç hatları her toplumun içinden geçiyordu) yaşadığı, ve Amerika’da Çanlar Kimin İçin Çalıyor (Ernest Hemingway), Bitmeyen Kavga (John Steinbeck) gibi romanların yazıldığı, İspanya’da Lorca’nın, Fransa’da Éluard ve Aragon’un özgürlükçü şiirlerinin yayıldığı yıllardı bu yıllar.

yaşar kemal

II. Dünya Savaşı’nı takiben, Nazi tehdidinin bertaraf edilmesinden sonra, konjonktürün artık farklılaşmış olması sebebiyle, ülkeler uluslararası ilişkilerde yeniden eski rutinlerine ve alışkanlıklarına döndüler. Bu kez de Batılı ülkelerin anti-faşist hatlarıyla onlara bağlı sömürgelerdeki anti-emperyalist kalkışmalar birleştiler. SSCB, emperyalist Batı’nın solu ile sömürgelerdeki yerel sol arasındaki bağlantıyı sağladı. Sömürge, yarı-sömürge ve tüm Üçüncü Dünya ülkelerindeki özgürlük ve demokrasi hareketlerine en büyük destek, Komintern ve dolayısıyla Bolşeviklerin 1920’de Bakü’de topladıkları Doğu Halkları Kongresi’nden beri uluslararası solun resmî önderi olarak SSCB’den gelmekteydi zaten. 20’nci yüzyılın sömürge ve yarı sömürge ülke edebiyatları, bu nedenle, ağırlıklı olarak sola eğilimlidir.

Bunun önemli bir sonucu şudur ki… Bolşevik Devrimi, geç modernlik zamanlarında, Avrupa sanatının dekadans çağında, insanlara kendilerini ezen dünyayı değiştirmek için güç ve moral veren modernist bakışın Üçüncü Dünya’da sahiplenilip diri tutulmasını sağlamıştır. Aynı dönemde Batılı bir yazarın (ve sanatçının) içinde bulunduğu durumun en tipik özelliği, bütün ufukların kapalı oluşuydu: Devralınabilecek bir geçmişin ya da tahayyül edilebilecek bir geleceğin olmadığı, sürekli yinelenen bir bugün içinde dönüp durmaktaydı zaman. Bu durumun Üçüncü Dünya için geçerli olmadığı açıktır. 20’nci yüzyılın büyük modernist başarılarına dair pek çok örneğin, örneğin Latin Amerika edebiyatına, Borges’e, Neruda’ya, Marquez’e veya Türk edebiyatında Nâzım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e, Mısır’dan Necib Mahfuz’a, Hindistan’dan Salman Rushdie’ye (vs.) ait olması anlamlıdır. Yüzyıllık Yalnızlık, İnce Memed, Midak Sokağı, Geceyarısı Çocukları gibi romanlar bize 20’nci yüzyılda genel olarak Üçüncü Dünya’da, bir zamanlar Birinci Dünya’da hâkim olan yapılanmayı andıran bir toplumsal yapılanmanın olduğunu gösterir.

Modernleşmenin edebiyatı siyasal bakımdan devrimci bir edebiyattı. Halka gitmek, halkın acılarını dile getirmek ve acısını dindirmede ona yardımcı olmak gibi bir misyon duygusu taşıyan yazarlar için Çehov ve Tolstoy, James Joyce’tan (vs.) daha uygun modeller olarak görülüyordu. Bir dönem Rus yazarlarının görkemli biçimde temsil ettiği eleştirel gerçekçilik, artık onların hareketiydi. Nobel Ödülü jürisinin (Sinclair Lewis’ten başlayarak 1930’dan sonra düzenli olarak ödül alan ABD bir yana) daha önce tamamen ihmal ettiği Üçüncü Dünya edebiyatını 1950’lerin sonundan itibaren ciddiye almaya başlaması bundandı. Latin Amerika’nın ışık saçan yazarları 1960’larda edebiyatın uluslararası aktörlerinin ilgi alanına bu sayede girmeye başlamıştı. Ekim Devrimi’nin politik çekiciliğinden eser kalmamış olabilir. Ama o edebiyatçıların yapıtlarının sonsuza dek sürecek çekiciliği Ekim Devrimi’nin eseridir.

Dolayımlanmış bir arzudur onların ki, büyük Rus edebiyatının eşitlikçi/hümanist dünya arzusu! O yüzden… 19’uncu yüzyılda olmaya başlayan devrim, 21’inci yüzyılda da bitmiş değil.

Göksel Aymaz

K24

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler