spot_img
spot_img
Ana SayfaManşet"Çök kapan tutun" ile depremden kurtuluş mümkün mü?

“Çök kapan tutun” ile depremden kurtuluş mümkün mü?

12 Kasım Cumartesi günü AFAD tarafından yapılacağı duyurulan Çök-Kapan-Tutun tatbikatı vesilesiyle deprem gündemine dair taleplerimizi dile getirmek istiyoruz. Afetler konusunda tatbikat yapılması önemli olmakla birlikte kentlerimizin mevcut koşulları düşünüldüğünde bizler için bahsedilen tatbikatın hazırlık anlamında diğer değişkenleri, yapılması gereken hazırlıkları düşündüğümüzde ne kadar anlamlı olduğu muğlak kalmaktadır. Sözümüzü peşinen söylememiz gerekirse; işe yarar, gerçekçi tedbirlerin alınmadığı bir durumda hiçbir tatbikat canlarımızı kurtaramaz.

Söz konusu afetler olduğunda hem yerel yönetimlerin hem de merkezi yönetimin afet tatbikatından çok daha kapsamlı hazırlıkları olması gerektiğini biliyoruz. 2020 yılında İzmir’de yaşanan 6,9 büyüklüğündeki depremde “deprem yönetmeliğine uygun” olarak ruhsat almış binalar bile insanların üzerine yıkıldı. Birçok kişi yaralandı, can kayıpları oldu. Hatırlarsak bu deprem sonrasında şiddetinin 6,9 olarak açıklanmasının sebebinin eğer 7 üzeri bir değer açıklanırsa afet bölgesi ilanı gerekeceğine ve devletin sorumluluğunu artacağına dair tartışmalar vardı. Bu iddianın doğru olup olmadığını bilimsel açıdan öğrenemedik belki; ama aklımıza gelen tüm bu ihtimaller aslında can güvenliğimiz açısından kurumlara duyulan güvenin ne kadar hasarlı olduğunun semptomlarıdır.

2020 yılından günümüze gelene kadar 6306 sayılı Riskli Alanların Dönüşümü Yasası eliyle Fetihtepe, Tokatköy, Tozkoparan gibi birçok mahallede insanlar evlerinden edildi. Burada bir parantez açmak gerekiyor. Deprem, olası deprem riski, özellikle İstanbul’da beklenen 7 üzeri depreme karşı bina sağlamlaştırma, içerisinde yaşayanların can güvenliğini alma ve bir noktada ağır hasarlı veya onarılamayacak binaların yeniden yapımına dair kimsenin bir itirazı bulunmazken, bahsedilen mahallelerde kanıtlarıyla ve bilirkişi raporlarıyla yapıların risk teşkil etmediği kanıtlanmıştır. Yıkım gerçekleşen mahallelerde yaşayanlar yapıların iyileştirilmesine, gerekiyorsa yenilenmesine bir itirazları olmadığını defalarca dile getirmiştir. Burada yıkımlara karşı mahalleli ile dayanışan bizler de yapıların deprem riski olması durumunda yıkılmaması gibi bir fikri savunamayız. Bizler 6306 sayılı yasanın bizim güvenliğimiz için uygulanmasına değil, deprem riski ve bunun oluşturduğu korku kullanılarak rant odaklı alan seçimlerine, projelendirmelere, yıkım ve yerinden etmelere karşıyız. Dolayısıyla hem mahallelerde yaşayan halkın hem onlara destek olanların talebi her zaman yerinde dönüşüm olmuştur. Bizleri deprem riski bahanesi ile mahallelerimizden edip şehrin dört bir yanına saçan ve bu esnada müteahhitleri, inşaat sektörünü, emlak piyasasını besleyen bu uygulamalara karşı yaşadığımız binaların bizleri yerimizden yurdumuzdan etmeden güvenli hâle getirilmesini talep ediyoruz.

Tozkoparan, Fetihtepe, Tokatköy ve nice mahalle deprem riski bahanesiyle yıkılırken şehrin çok büyük bir kısmında ömrünü tamamlamış konut stokunun yenilenmesi ise tamamen müteahhitlerin kâr etme koşullarının sağlanmasına mahkûm edilmiş olarak bekliyor. Burada yapıların ömrünü tamamlamış olmaları illa ki yaşları ile ilgili değildir. Örneğin betonarme yapıların en büyük düşmanı tuzdur ve hepimiz biliyoruz ki bu ülkede çok uzun bir süre deniz kumu inşaat sektöründe tuzundan ayrıştırmaya dair bir işlem dahi yapılmadan kullanılmıştır. Dolayısıyla içinde yaşadığımız, çalıştığımız çoğu bina aslında daha uzun seneler güvenli olabilecekken kısa sürede tuzun yarattığı etki ile taşıyıcı özelliği açısından zayıflamış, zaman içerisinde bu özelliğini yitirmiştir.  Bunun sebebi aynen İzmir depreminde kolonları kesilmiş olduğu halde iskân edilmeye devam edilen bina gibi, denetimlerin yolsuzluğu, inşaatların gerek projelendirme gerek imalat süreçlerinde kamu kurumlarının iktidar, muhalefet fark etmeksizin en ince kılcallarına kadar sirayet etmiş olan sermaye ilişkileri ve aslında tüm kentleşmenin kapitalizm doğrultusunda, toprak rantından yana işliyor olmasıdır. Eğer deniz kumunu çekmek inşaat sürecini hızlandıracaksa bu yapılır, kapitalizm öldürür lafı basit bir klişe değil, böyle buz gibi bir gerçektir.

Sonuç olarak yaklaşık iki yüz yıldır kapitalist kentleşmenin bu coğrafyadaki dinamiği olan müteahhitler aracılığıyla konut üretimi sisteminde arsa sahipleri ile müteahhitlerin arasında bir aracı/kolaylaştırıcı işlevi gören devlet kurumları maalesef can güvenliğimizi sağlayacak bir çözüm üretmekten aciz olduğu çok açık. Vergi kesintisi konusunda en yüksek oranlardan birine sahip olan Türkiye’de devlet bizlere “çök-kapan-tutun” tatbikatı dışında bir şey sunmamakta, evlerimiz başımıza yıkıldığında ise senelerce konteyner kent denilen insanlık dışı barınma koşullarına şükretmemizi beklemektedir.

Her geçen gün imar haklarının yükseldiği, kentlerde yaşayan nüfusun arttığı koşullarda binaların denetimleri rüşvet, kafa kol ilişkileri çerçevesinde yapılmakta olduğundan “deprem yönetmeliğine uygun” denilen yapıların da bir sabah mezarımız olmayacağına dair bir güvenimiz yok. Deprem olurken evlerimizin içinde çöküp-kapanıp-tutunabileceğimiz sağlam bir parça kalıp kalmayacağı ise meçhul. Tatbikat yapılacaksa, öncelikle deprem anında tutunabileceğimiz binaların varlığı garanti altına alınmalıdır. Eski yapı stoğunun yenilenmesine dair bir planlama ve bütçe çalışması yapılması sırf bu hayati konuya dair bir şey yapıyormuş gibi görünmek için yapılacak işlerden daha önemlidir.

Bunlara ek olarak, yaşadığımız binadan eğer sağ çıkabilirsek afet sonrasında hayatta kalmaya dair bir plan var mı, toplanma alanları yeterli mi? afet sonrası temiz su gibi, hijyenik koşullar gibi, geçici barınma alanları gibi çeşitli temel ihtiyaçlarımız memleketin her köşesinde sağlanabilecek mi? şehirlerin tahliyesine dair nasıl bir süreç işletilecek? gibi ilk elden aklımıza gelen onlarca farklı ve hepsi birbirinden önemli soru bulunmakta. Yerel yönetimlerin toplu taşıma ücretlerinin dahi bütçelerini sarstığından şikayet ettiği bir gerçeklikte deprem gibi bir “felakete” hazır olabileceklerine inanmak ise çaba gerektiriyor.

Her şeyin ötesinde biz arama kurtarma ekiplerinin günlerce “depremzede” arayıp bulmaya çalışacağı bir durumun önlenebileceğini biliyoruz. Şu ana kadar yaşanan depremlerdeki tüm can kayıpları önlenebilirdi. Eğer denetleyenler rüşvet karşılığında hayatlarımızı satmasaydı birçok insan şu anda hala hayatta olacaktı. İnşaat şirketlerinin kârı için hayatlarımızın satıldığını biliyoruz. Bu yolsuzluklara karşı çıkan memurların sürülüp KHK’larla ihraç edildiğini, bunlara göz yumanların sınıf atlayıp bizim canımızdan çaldıklarıyla hayatlarını yaşadıklarını biliyoruz.

Çök-kapan-tutun bizler için hiçbir şey ifade etmiyor. İçinde yaşadığımız 2022 senesinde evlerimizin birer mezara dönüşmesi için teknik hiçbir sebep yok. Nasıl patronlar basit güvenlik önlemlerini almaya üç kuruşlarını bile ayırmak istemediği, bizleri harcanabilir gördükleri için iş cinayetlerinde her gün ölüyorsak, yerel yönetimler ve merkezi yönetim de bizim evlerimizin güvenliğini siyasi ilişkileri ve ceplerine dolduracakları rüşvetler için satılabilir gördüğü için ölüyoruz. Kimsenin bizi bu düzeyde aptal yerine koymasına da tahammülümüz kalmadı.

Birçok ilde gece yatarken, sabaha çıkabilecek miyiz, diye düşünmeden edemediğimiz kadar eski binalarda yaşıyoruz. Bu eski binaların kiralarına bile paramızın yetmediği bir durumda deprem yönetmeliğine uygun denilen binalar en az üç asgari ücrete denk gelen kiralardan başlıyor. Sistem açık açık, paranız varsa depremden sağ çıkabilirsiniz, diyor. Bizlere açık açık ölümü reva görürken de günlerce mesajlar atarak, bir iş yapıyormuş gibi ortalığı velveleye vererek alay ediyor.

Biz göstermelik tatbikatlar istemiyoruz. Depremde sağlam kalacak yapılar inşa etmenin hiç de zor olmadığı bir zamanda, hayatımızın her anını vergilerle kuşattığınız bu yoksulluğun içinde sizin “alaylarınıza” katlanmak değil, güvende hissettiğimiz evlerde yaşamak, iş yerlerinde çalışmak istiyoruz.

Deprem bölgelerinde en acil gündemlerden birisi hayatlarımızın güvenceye alınmasıdır. Bu yüzden tüm binaların çok daha hızla yenilenmesi için kamu bütçesinin hızla arttırılması gerekmektedir. 6306 sayılı yasayı bizleri şehrin çeperlerine itmek, mahallelerimizi yok etmek için kullanıyorsunuz. Bizi risk ilan ediyorsunuz, bizim evlerimizi “kamu yararı” diye başımıza yıkıyorsunuz. Bunu kabul etmiyoruz.

İnşaatların tamamlanma süreçlerinin oldukça hızlandığı düşünülürse şehirlerin hepimiz için güvende olacağı bir yenileme seferberliğinin önündeki tek engel sizin bizim paralarımızla servetlerinizi katlıyor olmanız ve bize korkuyu, güvencesizliği, ölümü reva görmenizdir. Sahip olduğunu her şey bizim emeğimiz, paramız, bunu defalarca söyledik, söylemeye de devam edeceğiz.

En temel insan haklarından biri olan barınma hakkının herkese sunulmasını talep ediyoruz. Ayrıca yaşadığımız binaların/evlerin güvenilir, dayanıklı ve insanî koşullarda bir yaşam sürülmesini sağlayacak şekilde planlanmasını istiyoruz. Barınma alanlarımızın ve yaşam alanlarımızın rant ve kâr uğruna talan edilmesine derhal son verin! Depreme karşı alınacak ilk önlem, herkesin güvenilir ve sağlam evlerde yaşama hakkını karşılamaktır. Ek olarak, deprem/afet yönetimi tatbikatlarla geçiştirilemez. Herkesin deprem/afet yönetimi konusunda temel eğitimi almasını sağlayacak, deprem öncesini, deprem sonrasını ve deprem anını eş güdümlü bir şekilde kapsayacak gerçekçi ve bilimsel esaslara dayalı bir deprem/afet yönetiminin derhal hayata geçirilmesini talep ediyoruz.

Bizler evlerimizde korku içinde yaşarken sizler lüks sitelerinizde, villalarınızda depremden, selden korkmadan bir hayat sürüyorsunuz. Bizim emeğimizle var olan bu şehirlerde çöküp, kapanıp, tutunmakla yetinmeyeceğiz. İş yerlerinde, evlerde yapılan sözde güvenlik etkinliklerinin nesnesi olmanın bize bir hayrı yok. Biz tatbikat istemiyoruz, yaşamak istiyoruz.

Umut-Sen Ekoloji Kolektifi – Kent ve Afet Çalışma Grubu

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler