spot_img
spot_img
Ana SayfaGüncelBellek yitimi, imarlı ucube kentler, sporun sınıfsal dönüşümü ve Fenerbahçe - Mahmut...

Bellek yitimi, imarlı ucube kentler, sporun sınıfsal dönüşümü ve Fenerbahçe – Mahmut Yılmaz

Ülkemizde spor ve spor örgütlenmesi özellikle neoliberal periyotla çok ciddi dönüşüm yaşadı. Cumhuriyetin sağlık sağlam beden sağlam kafa/biliş vurgusu kamu kurumları bünyesinde farklı spor kulüpleri kurulmasını, olimpiyat oyunlarında temsil edilen branşlarda federasyon ve kulüplerin kurulması süreçleriyle ilerledi. Okul müfredatlarında fiziksel, bedensel gelişim, spor yetenek ve gelişim süreçlerini gözeterek uzun yıllar yer aldı. Petrol Ofisi’nden Tariş’e, DSİ’den karayollarına, şeker fabrikalarından demir çelik fabrikalarına, Köy Hizmetlerinden kamu bankalarına sayfalar dolusu kamusal iktisadi ya da hizmet teşebbüsünün spor organizasyonu vardı. Türkiye’deki spor örgütlenmesi ülkedeki ekonomik siyasal dönüşüme paralel değişti. Kamu kurumlarının bünyesindeki kulüplerin birçoğu kapatıldı. Voleybol’da vs kamu bankası olma niteliği ortadan kalkmış banka kulüplerinin varlığı düzenleme ve ekonomik güç ile devam ediyor. 

Mahmut Yılmaz, şair, yazar, Türkiye solunun sözlükçüsü ve sıkı bir Fenerbahçeli olan İnönü Alpat ile kent, sınıf, spor ve özellikle de Fenerbahçe’yi konuştu.

****

-Sizinle futbol, sınıf ve siyaset meselelerini iki Fenerbahçeli olarak konuşacak olmak benim için oldukça keyifli. Bizim “geleneğin” sıklıkla tekrarladığı artık kalıplaşmış bir sözü özelleştirirsek “ülke nereye spor/futbol oraya” diyebiliriz, ancak çeşitli görünümlerini konuşalım sizinle. İlk olarak Ankara’dan başlayalım, siyasal İslamcılar 19 Mayıs Stadını yıktılar, şimdi Cebeci İnönü Stadyumu kentsel toprak rantına kurban edilmek isteniyor. İktidar statlardan Atatürk, İnönü ya da cumhuriyet dönemi taşıyıcısı isimleri kaldırdı. Bunun yanında yeni stadyumlar yapıldı. İktidarın özellikle futbola rant dışındaki özel ilgisi üzerine neler söylenebilir?

Evet, özellikle 19 Mayıs ve aslında daha da fazla Cebeci’nin yıkılması, Ankara’ya dair anılarımın bir parçasını daha yok edecek. Zaten ne kaldı geriye? Umutsuz bir ifade sayabilirsiniz, belki de öyle denebilir. Ancak çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği kent yok artık. Neoliberal gericiler 25 yıl yönetti Başkenti. Siyasal İslamcı kadrolar dümdüz etti kenti. Açıkçası imarlı bir ucubeye döndü Ankara. İmarlı, evet. Mühendislik bilgisi açısından bir sonuca varmam tabii ki mümkün değil. Sıradan bir Ankaralı olarak, geniş caddeler, geniş sokaklar, bitişik nizam olmayan apartmanlara bakarak söylüyorum bunu. Sağlıklı bir kent midir, bilemem. Yeşil alanlar, spor alanları, sosyal aktiviteler için uygun tesisler var mı, buna evet demek mümkün değil. Neoliberal İslamcıların gönlünden geçen kent neresidir? Sanırım Çukurambar. Bilmem kaç katlı gökdelenlerin, akıllı konut projelerinin yükseldiği; kamu kaynakları ve daha çok da kirli para üzerinden sebepsiz zenginleşen siyasal İslami kesimlerin gençlerinin boy gösterdiği lüks kafeler, pahalı lokantalar… İslamcılar kent politikalarının ilk örneğini o mahallede hayata geçirdiler. Ne yazık ki başardılar da.  Evet, neoliberal kentsel dönüşüm, yoksulların kent merkezinden kovulmasını, yerlerine iş merkezleri ve konut projeleriyle zenginlerin almasını hedefleyen bir süreçtir. Ne yazık ki süreç, pek çok direnişe rağmen zengin İslamcıların zaferiyle sonuçlandı. Örnek mi? Dikmen Vadisi. Büyük ve uzun soluklu direnişler oldu. Ama nihayetinde vadi İslamcı zenginlerin mahallesi haline getirildi. Tabii ömrünün büyük çoğunluğunu Dikmen’de geçiren biri olarak bu canımı yakıyor.

Bakın benim çocukluğum ve gençliğim Ankara’da geçti. Çocukluğumda, hatta gençliğimde Dikmen gecekondu semtiydi; Çukurambar da öyleydi. O yıllarda 19 Mayıs’ta ve Cebeci’nin etrafında çok zaman geçirirdik. 19 Mayıs için ayrı bir parantez açmam lazım. Bilinir, stadın yanında toprak zeminde amatör maçların oynandığı iki saha vardır. Amatör takımlar orada antrenman yapardı. Her takımın 19 Mayıs Stadı’nın altında odası vardı; soyunma odası. Odaların küçük pencerelerinden içerisini görmeye çalışırdık; çocuk aklı işte, özenerek bakardık. 19 Mayıs yıkıldığına göre, o odalar da yoktur artık. Eskiden maçların son 15 dakikası stadın kapıları açılırdı. Biz yan sahalardaki maçları izleyerek o anı bekler, kapılar açılır açılmaz içeri dalardık. Son 15 dakika bahtımıza ne düşerse artık.

Siyasal İslamcılardan başladık, çocukluk anılarına döndük. Aslında birbirini tamamlar konular. Evimiz Kızılay’daydı. Spor Toto Genel Müdürlüğü Mithatpaşa Caddesi’ndeydi; evimizle mesafesi 100-150 metre kadardı. Maç sonuçları binanın önüne asılmış bir karatahtadan duyurulurdu. Maçlar biter bir görevli elinde tebeşirle karatahtaya sonuçları yazardı. Biz mahalleden çocuklar o saate yakın binanın karşı kaldırımına oturup o anı beklerdik. Başka türlü haber almak mümkün müydü? Sanırım radyo yayınlarını ya da paket yayın yapan TRT Televizyonunun haberlerini beklemek gerekirdi. Bunlar da kolay ulaşılabilir, herkesin evinde bulunan aletler değildi. Şimdi öyle mi? Artık cep telefonlarından, TV kanallarından, hatta kol saatlerinden maç sonucu anında öğrenmek mümkün. Hangisini tercih edersin? Gözü kapalı, yani hiç tereddüt etmeden ilkini derim. Tebeşirli amcadan maç sonucunu öğrenmek, bir bakıma maç üzerinden para kazanılmadığı dönemi çağrıştırıyor benim için. 

Son bir noktaya temas edip sorunuza yanıt vermiş olayım. Çok farklı ve yeni bir şey söylemeyeceğim ama şunu da vurgulamadan geçmek olmaz: Sadece 19 Mayıs, Cebeci Stadı yıkılmadı, doğup büyüdüğümüz kültür yok edildi. Çocukluğumuzun, gençliğimizin geçtiği sokaklar da yok edildi. Konur Sokağı, Karanfil Sokağı, Akay Yokuşu, Dikmen… Ahmed Arif yaşasa, Karanfil sokağında bir camlı bahçe/ Camlı, bahçe içre bir çini saksı/ Bir dal süzülür mavide/ Al al bir yangın şarkısı/ Bakmayın saksıda boy verdiğine/ Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır” diye yazabilir miydi? Karanfil Sokağı kime şiir yazdırabilir, kime ilham verebilir artık. 

Bunlar iç içe geçmiş konular, bizim iç içe geçmiş hüzünlerimiz; bir başka ifadeyle yenilgimiz. Maç sonuçlarını karatahtadan öğrenen çocukların zamanındaki futbolu, Ahmed Arif’e ilham veren Karanfil Sokağı’nı ve saksıda boy vermesine rağmen kökü Altındağ’da, İncesu’da olan çiçeği savunamadık.

Karatahtanın önündeki çocuklar ile kökü Altındağ’ın gecekondularında olan çiçek devrimi simgeliyor. Şimdi gençler bahis sitelerinde para kazanma peşinde, gecekondu bölgeleri lüks konut proje alanlarına döndü. Yenildik yani. 

-Pierre Bourdieu spor ve toplumsal sınıf meselelerini ampirik çalışmalarla ele almış ve mavi yakalıların spor müsabakalarına daha sık katıldığını, spor müsabakalarını televizyondan ya da radyodan daha fazla takip ettiğini, çocuklarının elit düzeyde bir sporcu olmasını daha çok istediğini söylemektedir. Bu istem ile düzenli spor yapma alışkanlığı arasında beklendiği gibi negatif bir korelasyonu da belirtmektedir. Yine beklendiği gibi beyaz yakalılar ise, okul müfredatlarında çocukların fiziki gelişimine yeterince zaman ayrılmadığını düşünmekte ve düzenli olarak bir veya birden fazla spor faaliyetine daha fazla katılmaktadırlar. Beyaz yakalılar düzenli olarak tenis, binicilik, kayak, yüzme, jimnastik ve atletizm yaparken, mavi yakalılar futbol oynamaktadır. Sizin gözlemleriniz ne yönde spor, spor izleyicisi, taraftar profili nasıl bir dönüşüm yaşadı? Bu dönüşümün ulusal eğitim programlarında bu alanın öneminin yok edilmesi ile ilişkisi var mıdır?

Eduardo Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında şöyle diyor: “Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür. Spor bir endüstriye dönüştüğü oranda da, iş olsun diye oynandığı zamanki güzelliğinden bir şeyler kaybetmiştir.” 

Bu bize şunu anlatıyor: “Zevkten zorunluluğa dönüş”, futbolun paranın egemenliğini ilan ettiği, ister futbolcu ister teknik ekip ister yönetici ve ister taraftar olsun futbolun para kazanılacak ve işin doğrusu kolay para kazanabilecek bir mevzu olarak kabul edilmesini getiriyor. Kabul böyle. Bizim çocukluğumuzda mavi ya da beyaz yaka, sınıfsal konumu ne olursa olsun ailelerin çocuklarını futboldan uzak tutmak istemesi, futbolun zevkle sınırlı faydasına işaret ediyor. Ne öğütleniyor çocuklara? Çalış, okulunu bitir, bir meslek sahibi ol.  Tabii bu temenni mavi yakalılarda daha can yakıcı bir sorun. “Devlet Dairesi”nde işe girmek hedefiyle sınırlı bir amaç konuyor çocukların önüne ya da daha fazla para kazanabileceği tanımlı bir mesleğe sahip olmaları hedefleniyor. 

Günümüz ailelerini Galeano’nun zorunluluğa dönüş kavramı yönlendiriyor biraz da. Dönülen yer cezbedici. Sıradan futbolcuların bile büyük paralar kazandığı bir hayatı kurmak, çocuğun futbolcu olmayı başarmasıyla mümkün olabiliyor. Yoksullar, sabit gelirliler hayatlarını nasıl değiştirebilir? Bir mucize olması gerekir. Sanırım bu mucize futbol. Tabii sorunuzda şu vurgu da önemli; Bilinen bir şeydir, Beyaz yakalı ailelerinin çocuklarını yönlendirdiği spor dalları mutlaka tesis ve donanım gerektiriyor. Bu da belirli bir bütçe ayırmayı zorunlu kılıyor. Futbol ise mahalle arasında, kaldı mı şimdi? Pek sanmıyorum ama icra edilebilir bir spor. Dikkat edilirse çocuklarını futbol okullarına yazdıran ağırlıkla mavi yakalı aileler, eh bir parça da yoksul ve dar gelirli ailelerin çocukları var. Ne de olsa spor okulları da bir ücret talep ediyor; çocuğu mahalle arasında top oynarken kullandığı yırtık ayakkabıyla spor okuluna gönderemeyeceğine göre biraz boğazdan kısmak, çocuğa “yatırım” yapmak gerekebilir. Bence burada ailelerin yöneliminden daha çok çocuklarının mevcut sınıfsal pozisyonuna, özlemlerine bağlı olarak ne kadar ısrarcı, inatçı olduğu sonucu değiştiriyor.

Şu kesin: Çocuklarını futbolcu yapmak isteyen ailelerle futbolla yakından ilgilenen, maçlara giden, medyadan takip eden, daha doğrusu futbolla yatıp futbolla kalkan insanlar arasında yer yer örtüşme görülebilir. Yer yer diyorum çünkü taraftar profili o kadar geniş bir yelpazeyi içeriyor ki. Tabii büyük kentlerde maçlara gitmek için harcanan ulaşım parasından tutalım; bilet, kombine, Passolig aidatı ve benzeri harcamaları belirli bir gelir düzeyine sahip olmayan ailelerin yapabilmesi pek de kolay değil. Biz ailecek İzmir’den kalkıp bir Fenerbahçe maçına gittik İstanbul’a. Sarsıldık resmen. 

-2000’li yılların başında Dikmen Halkevi’nde çocuklar için Teakwondo kursu açılmıştı. En yoğun katılım apartman görevlilerinin çocuklarından ve babalarının, kendini savunmayı öğrensin istediği kız çocuklarından olmuştu. Bugün futbol, basketbol, güreş, karate, teakwondo, boks kurslar açsaydı mavi yakalıların çocukları; jimnastik, yoga, pilates, binicilik, kayak, tenis, bisiklet gibi branşların ise ağırlıkla beyaz yakalıların çocukları olacaktır. Bu basit bir tercih, eğilim olmaktan ziyade ardında sınıfsal durumlar, olanaklar ve haklara erişim gibi meseleler görünmektedir. Bu spor branşlarının çoğu cumhuriyet döneminde müfredat içeriğine uygun olarak yer alıyor.  Sizce iktidarların ulusal eğitim program ve müfredatlarındaki spor eğitimini işlevsizleştirmesinin nedeni nedir?

Sadece bu mu? Yani sadece okullardaki spor eğitimi mi devre dışı bırakıldı. Bu alanda da bir tür özelleştirme yaşanıyor. Eğer çocuğunun bir şey olmasını istiyorsan, ister futbolcu isterse mühendis kamu eğitim kurumlarında bunu karşılaman mümkün değildir. Tutacaksın elinden çocuğun, ona özel ders aldıracaksın, özel hocalar tutacaksın, parasını yatırıp futbol okullarına götüreceksin. Devletten bir şey beklemeyeceksin yani. Yıllardır topluma verilen mesaj bu. Tabii mesajla sınırlı değil. Bu merkezi düzeyde, iktidarın ekonomik-politik bir tercihi olarak uygulanıyor. Mevcut eğitim sisteminin çocukların eğilimlerini ortaya çıkarması, onu işlemesi, geliştirmesi mümkün değil. Buna ne müfredat uygun ne de bunu gerçekleştirebilecek öğretmenler var. Kimse alınıp incinmesin, yani şimdikiler. Bizim kuşağın “bir şey” olmasında TÖS’lü, TÖB-DER’li öğretmenlerin etkisi vardı. Edebiyata, sanata, insan ilişkilerine, hayata dair ne biliyorsak tamamını onlardan öğrenmediysek de, onların öğrettikleriyle sormaya, sorgulamaya başladığımızı söyleyebilirim.

-Spor ve spor yapmayı bir hak olarak görmek ve bunu savunmak gerekiyor sanırım. Yugoslavya’nın hazin parçalanışı sonrası basketbolda Sırbistan’ın neden iyi olduğunu anlamak için çocukların, gençlerin yaşam alanlarında ulaşılabilir, oyunun sokağın parçası sahalar olsa gerek. Sizin gündelik hayatınızda spor ile ilişkiniz nasıl? Yürüyüş, gezi vb yapıyor musunuz?

Fenerbahçe’yi takip dışında sporla ilgili değilim. Epeydir böyle. Fenerbahçe’nin sahaya çıktığı her branşı takip ediyorum. Gençken öyle değildi, kabul ama artık futbolu, voleybolu değil Fenerbahçe’yi seviyorum. Onun dışında bireysel açıdan sporla pek ilgili değilim. 15 senedir köpeklerle yaşıyorum. Onları park bahçe gezdirirken yürüyüş de yapmış sayıyorum kendimi. Bunlar yürüyüş sayılır mı, kendimi mi kandırıyorum, bilmiyorum.

Sorunuzun ilk kısmına dair söyleyeceğim ise şunlar olabilir: Hedefli, disiplinli, insan haklarına saygılı toplumlarda, sporun kitleselleşmesinin başarıldığı, bunun için merkezi düzeyde yatırımların yapıldığı ülkelerde gözle görülür bir başarı yakalanıyor. Sadece futbolda değil sporun her branşında bu böyle. Sosyalist ülkeleri de bu kategoride değerlendiriyorum. Hedefli, idealleri olan, örgütlü toplumlar… Türkiye’nin ve benzeri ülkelerin haldeki durumunu açıklamak için ise biraz sosyolojik analize ihtiyaç bulunuyor. Yoksul ülkeler, dinî taassup altındaki ya da toplumsal kültüründe heyecan, tutku barındırmayan toplumlar açık ara geride. Dönemsel başarılar var ama kalıcı değil. 

-Bütün bu tabloda sizin için Fenerbahçe’yi özel kılan ne? Neden Fenerbahçelisiniz?

Vallahi klasik olacak ama doğuştan. Baba, abi yadigârı. Gözümü orada açtım. Didi, Cemil, Alpaslan, Yılmaz ile pekişerek ve tabii ki bir tutku halini alarak bugüne kadar geldi. Kötüsü daha gençken maç izleyebiliyordum; canlı ya da TV’den. Epeydir onu da beceremiyorum artık. Aleni kaçıyorum. Nutkum tutuluyor çünkü, bazı bazı nefes alamadığımı sanıyorum. Böyle bir bağlılık kalbe zarar, hiç şüphe yok ki. Özel kılan, yani diğer takımlardan ayıran ne var? Çocukken bunun ayırdında olamıyor insan. Akıl ermeye başladığında farkı hissetmeye ve daha da bağlanmaya başlıyor insan. Düşünebiliyor musunuz sanatın, edebiyatın, siyasetin değerlerinden pek çoğunun Fenerbahçeli olduğunu öğrenince bir başka haz duymanız çok doğal. Yaşar Kemal, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Oktay Akbal, Bedri Rahmi, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Erdal Öz, Halit Çapın ve daha onlarcası Fenerbahçeli. Onlarla aynı duyguyla coşmak, hüzünlenmek bile balı başına insanı doğrulayan, insana “doğru yerdeyim” dedirten bir durum. Bugünden geriye bakınca, Fenerbahçe’nin “eski Türkiye’nin” takımı olduğunu anlıyorum. Bu, hem çocukluğumu hatırlatıyor hem de şaire kökü Altındağ’dadır dedirten toplumsal dalgayı.  Yoksa hâkim ilişkilerden çok da farklı olmayan bir süreci var, kabul etmek, duygular dışında büyük anlamlar yüklememek gerekir. Ta ki 3 Temmuz operasyonuna kadar. 

-3 Temmuz bir saldırı, yok etme girişimi olduğu kadar kimsenin beklemediği bir dönemde bir direniş halesi oldu Fenerbahçe. Gezi’de de gördük futbol ve sokak etkileşimini. Boğaziçi Köprüsü üzerindeki kalabalıkların fotoğrafı müthiştir. POMA’lı anlar müthiştir. 3 Temmuz’a karşı direnişini Fenerbahçelilik kimlik ve tarihiyle nasıl ele almak gerekir?

3 Temmuz’a kadar Fenerbahçelilik bir duygu durumuydu. Ancak ondan sonra Fenerbahçelilik politik bir tavır alışın simgesel anlamını üstlendi.  O nedenle aslında 3 Temmuz bir operasyon değil, bir direniş tarihidir. Evet, tanımı doğru yapmak lazım. AKP-cemaat ortaklığının memleketi kasıp kavurduğu, her yeri, her kurumu dümdüz ettiği, herkesin güç karşısında hizaya girdiği bir zaman diliminde Fenerbahçe bu ortaklığın kumpasına karşı direnmiştir. O tarihten önce başka takım taraftarı birine, “neden Fenerbahçeli değilsin” diye sormak ne kadar abesse, 3 Temmuz’dan sonra sormamak abestir. Evet, herkese sormak ve herkesi davet etmek lazım. Bu çağrı, her biri fani olan kulüp yöneticilerinin yanında durmak değil aksine Cumhuriyete, onun kazanımlarına, kurucu kadrolara saldırarak ülkenin gerici bir eksene oturmasına neden olanlara karşı safa girme davetidir. 3 Temmuz’dan sonra Fenerbahçe safına gelmeyenleri buradan ayıplıyorum. 

-Benim için unutulmaz birkaç Fenerbahçelilik an’ı vardır. Bir tanesi Kadıköy’de 2011 yılındaki “erkeksiz” maçtır. Sizin için unutulmaz karşılaşmalar hangileridir?

Ankara’ya geldiğinde gittiğim hiçbir maçı unutamıyorum tabii. Az gidince böyle oluyor ister istemez. Ancak hangi maç iz bıraktı? İzlemediğim bir maç iz bıraktı. Geçmiş zaman hangi maça gitmiştim hatırlamıyorum. Sanırım Gençlerbirliği’nin bir maçıydı. Bizimkilerin de Galatasaray’la maçı vardı. Şu ünlü 4-4’lük maç. O zamanlar bir taraftan maç izlenir diğer taraftan küçük radyolarla diğer maçlar takip edilirdi. Ben de radyo yoktu ama arka sırada birinde vardı. Kulağım oradaydı haliyle. İlk yarı 3-1 bitmişti. İkinci yarının başında bir gol daha yemiştik.  Dayanamadım, kahroldum, kalbim sıkıştı. Tabii Fenerbahçe gol yedikçe sevinenler de vardı etrafta, dayanamadım stadı terk ettim. 19 Mayıs’tan Kızılay’daki eve kadar yürüdüm. O yolu nasıl kat ettiğimi hatırlamıyorum. Karabasan gibiydi. Arada bakkala çakkala durumu sormaya da korkuyorum.  Öyle eve geldim. O zaman sonucu öğrendim. Sanırım bu maçı unutamam. 

Bir de 1981 yılında Ankara Emniyeti’nde gözaltındayken tuvalete götürdükleri sırada, nezarethanede görevli polise Fenerbahçe’nin maçı ne oldu diye sordum. Kötü bir sezondu. Sanırım şu averajla ligde kaldığımız sezon. Sondan bir ya da iki önceki maçtı, alırsak rahatlayacaktık. Maçtan bir süre önce gözaltına alınmıştım. Emniyetteyim ama aklıma maç var. Dayanamadım nihayetinde, sordum polise. Şaşırdı adam. O ortamda böyle soru olur mu? Deli demiştir muhtemelen içinden. Yanılabilirim ama hatırladığım Bursa deplasmanıydı. Berabere bittiğini söyledi polis.  İki puanlı sistemde bir puan fena değildi. Ne diyelim Fenerbahçe’ye bir şey olmasın da varsın dünya başımıza yıkılsın. Nitekim öyle de oldu. 

***

İnönü Alpat Kimdir?

Şair ve yazar. 8 Ekim 1962, Polatlı / Ankara doğumlu. AİTİA İdari Bilimler Bölümünü, son sınıf öğrencisi iken cezaevine girdiği için bitiremedi. Daha sonra AÖF’den mezun oldu. 2000’e Doğru, Ekonomik Panorama ve İşçilerin Sesi dergilerinde gazetecilik, Ankara’da Çankaya Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünde muhabirlik yaptı.

Kendini Anlatırsa Bir Kız adlı kitabı ile Enver Gökçe Şiir Ödülünde mansiyon aldı. Eylem Güzelim, Yıllar, Görüşçü Analara Türkü gibi yedi şiiri bestelendi. 

Eserleri

Şiir: Yaralı Oğluyum Hayatın (1986), Kendini Anlatırsa Bir Kız (1993).

İnceleme-Araştırma: Sosyalistler ve İnsan Hakları (1993), Randevuyu Dağa Verdik (1996), Şimdi Solun Zamanı (1996), Popüler Türk Solu Sözlüğü (1998), ÖDP Polemikleri (1999), Hamamböcekleri Ateştopu ve Askerler (1999), Günlüğe Düşen Notlar ‘Ölmeyi, Ölürken Kaç Yaşında Olmayı’ (2006), Solun Milli Meselesi (2011), Devrime Hangi Mevsim Kucak Açacak (2012),  Fenerbahçe Sözlüğü (2019), Yalanlar ve Katliamlar, Türkiye Sağının Öteki Yüzü (2020).

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler