spot_img
spot_img
Ana SayfaSeçtiklerimizBadiou: Geçmiş deneyimlerin muhasebesini yapmalıyız

Badiou: Geçmiş deneyimlerin muhasebesini yapmalıyız

Philippe Stroot ve Raffaele Morgantini (Investig’Action), bizi yeni küresel bahisler ve gelecek meydan okumalar konusunda aydınlatsın diye militan filozof Alain Badiou ile söyleşti: Komünizm fikri, göçmen “krizi”, sol ve sağ, medyaların rolü, demokrasi….

Dünyada işler yolunda gitmiyor. Yırtıcı ve asalak kapitalizmin yeni sistemsel krizi artık bizi dosdoğru duvara toslatacak bir medeniyet krizine dönüştü. İlerici alternatifler kendilerini siyasi sahnede göstermekte gecikiyor zira hakiki özgürleştirici hareketler yaratmaktan acizler. Öyleyse örgütlü, kararlı ve tüm kaynaklara sahip hakim bir sınıfa karşı koymak nasıl mümkün?

Philippe Stroot ve Raffaele Morgantini (Investig’Action), bizi yeni küresel bahisler ve gelecek meydan okumalar konusunda aydınlatsın diye militan filozof Alain Badiou ile söyleşti: Komünizm fikri, göçmen “krizi”, sol ve sağ, medyaların rolü, demokrasi….

Profesör Badiou, medya sizi The Fransız Komünist Filozof diye sunmaktan hoşlanıyor, sanki siz kaybolmaya yüz tutmuş bir türmüşsünüz gibi. Büyük Ekim Devrimi’nden yüzyıl sonra, 2017’ye gelindiğinde, Fransa’da ve dünyada komünist fikirler ne alemde?

Sanıyorum komünist hipotez, komünist deneyim, dünya ölçeğinde aşırı zayıflamış halde. Haliyle Fransa da buna bir istisna oluşturmuyor. Bunlar, ciddi karışıklıkların konusu oldukça daha da zayıflıyorlar. Sözgelimi Çin’de iktidardaki partinin adı hâlâ “Komünist Parti”, oysa hiç şüphesiz gelişmekte olan ve Amerikalıların dünya hegemonyasına kafa tutmaya hazırlanan kapitalist bir güç var karşımızda. Bu tür paradokslara diğer bir örnek vereyim: Fransa’da iyi kötü hâlâ yaşayan ama adı dışında asla “komünist” sözcüğünü telaffuz etmeyen bir komünist partimiz var: PCF (1). Büyük komünist devletlerin başarısızlığının, tarihsel bakımdan kaçınılmaz olan, bedelini ödüyoruz. Daha kesin bir ifadeyle, “devlet komünizmi” diye adlandırılabilecek şeyin; yani komünizmin, başlıca siyasi failinin, hatta Stalinci mantıkta tek failinin devlet olduğu bir figüre yerleşebileceğini söyleyen hipotezin başarısızlığı. Devlet komünizmi dünyanın her yerinde çöktü, dolayısıyla komünist hipotez şu an için kendisine, kendi siyasi ve tarihi hipotez vasfına indirgenmiş durumda. Bazen, Hegel’in dediği gibi, tarihin sarmal hareketi uyarınca, bir biçimde 1840-1848 yıllarına benzeyen bir duruma geri döndüğümüzü söylüyorum; öyle bir dönem ki komünist hipotezin, daha ondan büyük bir politik güç olmasını ve stratejik projeler geliştirmesini istemeden önce, ifade edileceği, tartışılacağı, savunulacağı bir zaman söz konusu. Bu çok güçlü şüphecilik karşısında, “komünizm” sözcüğüne değen her şeyin tekrar formüle edilmesi, üzerinden yeniden çalışılması gerekiyor. Başarısızlıklarımızın, zaaflarımızın ve hatalarımızın muhasebesini yapmak zorundayız. İyi niyetli olanları da dahil çoğu insanın, en basit yolun “komünizm” sözcüğünün hipotetik kullanımını bile terk etmek olacağını söylemesi anlaşılır bir şey. Ama bugün bu kullanımı bırakmanın, bizi nihayetinde, kurulu düzeni destekleyen çeşitli biçimlerden başka nereye götüreceğini gerçekten anlamıyorum. Bunu söylerken körlük ya da dik kafalılık ettiğimi sanmıyorum. Başka bir hipotezin daha üstün özgürleştirici bir meziyete sahip olabileceğini kabul etmeye tamamen hazırım, ama böyle bir şey göremiyorum. O yüzden “komünizm” sözcüğünü muhafaza etmeye karar verdim, dedim ki kendi kendime skandal yaratıcı, değerden düşmüş, neredeyse utanılacak niteliğini üstleneceğim. Sonuçta efendilerimizin ve onların denetlediği hakim görüşün, kendi iktidarlarının temellerini yıkmaya çağıran şeyi rezil ilan etmesi doğal değil mi?

Az önce Çin’in de Rusya’nın da artık komünist olmadığını hatırlattınız, buna rağmen Batı’nın komünizme karşı gösterdiği düşmanlık soğuk savaş döneminde olduğundan daha beter. Bu durum şunu kanıtlamıyor mu: Komünizmle mücadele özellikle, imparatorluğun ve vassallarının/kullarının kendi iradesine boyun eğmeyen her devlete karşı duyduğu nefreti gizliyordu?

Bence gerçekten de açığa vurulmuş antikomünizmin ardında eski emperyal rekabetler var. Kesinlikle komünizmle alakası olmayan bir Rusya’ya karşı bilhassa agresif davranan Fransız hükümetinin tavrı beni de çok şaşırttı. O yüzden sorunuza “evet” diye cevap vermeye meyyalim, tabii yine de, kökenleri ve savları itibarıyla antikomünizm bu karşılaşmada yine de ihmal edilmesi mümkün olmayan bir rol oynadı.

On yıllarca, 1917 ile diyelim 1989 arasında, dünya çapında ideolojik bir karşılaşma oldu; bu karşılaşma en azından insanlığın geleceğine ilişkin iki hipotezi hayatta tutma gibi bir üstünlüğe sahipti. Emperyal kapitalist hipotez ve enternasyonalist komünist hipotez. Şu an, Putin’in Rusya’sıyla zıtlaşmanın resmi bahanesinin “demokrasi” ile “diktatörlük”, özetle otoriter kapitalizm ile liberal kapitalizm arasındaki karşıtlık olduğu kesinlikle açık, söz konusu olan artık kapitalizm ile komünizm arasında bir karşıtlık değil. Yani 19’uncu yüzyılın emperyalist karşılaşmasında zaten klasik olan şemalara geri dönmüş durumdayız. Birinci Dünya Savaşı sırasında bile, Alman karşıtı propaganda büyük ölçüde, biz Cumhuriyet’iz Almanlar ise Guillaume II [1859-1941; son Alman İmparatoru ve Prusya kralı], eski monarşi, barbarlar vs. diyen bir propagandaydı.

Sonuçta bence kapitalizm ile komünizm arasındaki çatışkı, yani insanlığın yazgısıyla ilgili iki yolun stratejik varoluşu yine de uzunca bir süre canlı tutulmuştur, oysa bu çatışkı kısmen, nihayetinde onun üstesinden gelen emperyalistler arası karşılaşmaların ciddi biçimde tesiri altında kalmasa da. Mevcut hal ve şeraite bakınca, bunu artık antikomünizmle gerekçelendiremeyiz. Yine Putin’in inanmış bir komünist olduğunu iddia etmek kolay değil. Daha ziyade, bir yandan modern, özgürleşmiş ve demokratik olduklarını iddia eden devletler, yani dünya emperyalizminin kaleleri ile öte yanda kuşkusuz tamamen kapitalist oyuna dahil olmuş ama Batı’nın biraz barbar gördüğü ülkeler arasındaki karşıtlık olan şu modası geçmiş şeyin dönüşüne tanıklık ediyoruz. Bu şekilde resmedilen, dünya üzerindeki hegemonyası çaresizce zayıflayacak diye ödü kopan yorgun bir Batı’yı çok tedirgin eden, dünya piyasasının yeni gelenleri.

Sonuçta Putin’in Rusya’sına ve XI Jing’in Çin’ine karşıt olmak, her şeyin ötesinde, gezegensel tahakkümde yerini tutmuş insanlar ile orada iyi bir yer fethetmeyi deneyenler arasındaki klasik çatışkıdan başka bir şey değil. 1914 Savaşı zamanında Fransa ile İngiltere’nin Almanya’yla olan o zamanki ilişkisine çok benziyor (bu da, söylemek gerekir ki, hiç güven telkin etmiyor). Almanya o zaman tam olarak, “yerimi istiyorum, dünyanın gidişatında kendi yerimi istiyorum ve özellikle de sömürgelerdeki yerimi ” diyerek bugün Putin’in oynadığı rolü oynuyordu. Ve o zaman Almanlar hakkında söylenenler tam olarak şimdi Putin hakkında anlatılanlarla aynı: Korkunç, berbat, barbar vs. Bugün endişe devletleri ele geçirmiş durumda, bilhassa kadim emperyal Batı’nın en zayıf olanlarını. Fransa bu devletlerden biri, Fransa artık büyük bir yıldız değil, İngiltere için de aynı şey geçerli. Amerika Birleşik Devletleri, iki dünya savaşı ve on milyonlarca ölümden sonra bu rolü onlardan çaldı. O yüzden bu zayıflamış devletler özellikle endişeli, zira nihayetinde baş yeri kapmak için dünya pazarına yeni girenlerin ve savaş operasyonlarının istediği biraz da onların yeri. Şunu da söylemek lazım ki tüm bu neo-liberal mutfak, başlangıçta sözünü ettiğimiz fikirden, yani insanlığın seyrine ilişkin iki stratejik yolun varoluşundan elbette çok uzak.

Sağda olsun solda olsun, her yerde büyük bir kuvvetle yeniden baş gösteren egemenlikçilik (souverainisme) piyasa medyası tarafından burjuva ulusalcılığı ve yabancı düşmanlığıyla özdeşleştiriliyor. Halkın hizmetinde bir egemenlik inşa etmenin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? Ulusal egemenlik enternasyonalizm ile uyuşmaz mı? Örneğin Küba hem dünyanın en dayanışma, bağlılık içinde olan hem de siyasi olarak en bağımsız ülkesi değil mi?

Son derece ilginç ve bugünlerde büyük bir tartışmanın konusu olan bir soru sordunuz. Hem aşırı sağda hem aşırı solda, her yerde ulusal egemenliğe dönüş tartışılıyor. Ne demek bu? Fransa’nın artık Amerika’nın askeri ve nükleer korumasına ve Almanya’nın ekonomik dayanıklılığına bağımlı olmaması söz konusu. Parola açık: NATO’dan çıkmak ve hem Avrupa Birliği’nden hem de avrodan çıkmak. Kendi hesabıma, bu bakış açısından, komünist hipotezin yollarının hangileri olacağı sorusuna dair kesin bir pozisyona sahip değilim. Kuşkusuz biliyoruz ki bu hipotez yeniden vücuda geldiğinde, yeniden yaygınlık kazanmış bir siyaset haline geldiğinde, bunu bir yerlerde yapacak. Yeni bir siyaset, önceden tesis edilmiş bir dünya gücü gibi birdenbire kurulmaz. Elbette komünist siyasetin yeni yönelimlerinin yeri meselesini dışarıda bırakamayız. Nerede olacak bu? Meseleyi açık bırakalım.

Bununla birlikte tereddütsüz öne sürdüğüm bir şey var ki, komünist hipotezden tamamen ayrı, hatta ona düşman olacak her türlü ulusal egemenliğe geri çekilme hareketi sadece gerici, hatta faşizan ulusalcıların işine yarayacaktır. O halde kilit nokta şöyle İfade edilebilir: Evet, tamam, bağımsızlık politikalarının yeniden hamle etmesi gibi bir deneyim için, muhtemelen ulusal da olsa, geçici bir yer belirleme imkânı var. Ama şu kesin koşulla, bu açıkça komünist hipotez içinde yer alacak ve dolayısıyla geleceğinin ancak küresel olarak güvencede olacağını hesaba katacak. Küba örneğini verdiniz. Ama tam da Küba komünist hipotezi zaten kendi meşrebince benimsemiştir ve bunu sonuna kadar üstlenmiştir. Hatta bunu hakikaten sonuna kadar benimsemiş, dünyanın son devletidir. Öyleyse öyle küçük bir devletle karşı karşıyayız ki kurdun ağzında, canavarın ağzında ama yine de bağımsızlığında sonuna kadar diretmiş, hâlâ da diretiyor ve bunu da komünist hipoteze dayanarak yapıyor.

“Göçmen krizi”ne gelince, milyonlarca göçmeni Avrupa’ya getirip, yaşam koşulları zengin ülkelerde bile gitgide daha güvencesiz hale gelen -sizin deyiminizle- “göçebe proletarya”yı pekiştirmek yerine onlara kendi ülkelerinde düzgün biçimde yaşamaları için mutlaka yardım etmek gerektiğini savunmak dayanışmayı ıskalamak mı olur?

Şu açık ki, stratejik olarak, uzun dönemde büyük soru, göçmenlerin ana yurtlarının özgürleştirici dönüşümünün imkânı sorusu. Benim göçebe proletarya diye adlandırdığım göçlerin arka planında, hayatta kalabilmek için bir yer peşinde dünyanın her köşesinde başıboş dolaşan bu milyonlarca insanın ardında, bütün bir kıtanın, Afrika’nın, en vahşi kapitalist yırtıcılığın pençesine düşmesi olgusunu buluyoruz elbette. Son tahlilde, şu kesin ki bu göçlerin sorduğu asıl soru bağımsızlaşma, özgürleşme süreci ve dolayısıyla söz konusu ülkelerde komünist hipotezin yeniden doğuşu sorusu.

Bu bakış açısından, Güney Afrika’nın, Afrika’nın durumunun devrimcileştirilmesinde öncü, yol gösterici bir rol oynamasını umuyordum ama durum böyle olmadı. Gerçekte, Güney Afrika’da beyaz sömürgecilerle iktidarı paylaşan ve kitleleri içinde yaşadıkları yoksulluğa ve mecburi teslimiyete terk eden siyah bir burjuvazinin zuhur ettiğini gördük. Böyleyken, sorunun başka bir veçhesi daha var, kapitalizm her zaman göçebe bir proletaryadan beslenmiştir. 1950, 60 ve 70’lerde öyle bir dönem gördüm ki Fas ve Cezayir’den uçak uçak işçi getirtiliyordu. Bugün Fransa’da muhtemelen en az 6-7 milyon işçi, onların oğulları, kızları var ve bunların bazıları bugün ulusal sanayinin kaldırılmasıyla işsiz kaldılar, şunu da söylemek lazım bunlar proletaryadır ve ulusal kökleri itibarıyla şu ya da bu Afrika ülkesinden, Doğu Asya’dan ya da Asya’dan gelmişlerdir…. Bu insanlar, bu aileler proletaryadır ve buradalar.

O yüzden sorduğunuz sorunun iki veçhesi olduğunu düşünüyorum. İlk olarak tahakküm altındaki ülkelerde siyasi bağımsızlık ve özgürlük sürecine bağlanmak anlamına gelen her şeye destek vermeli, yardım etmeli, dayanak olmalı. Bu, altmışlı yıllardaki ulusal özgürlük hareketleri çoğunlukla yutturmaca olduğundan daha da zorunlu. Eski-sömürge olan çok sayıda ülkede, “ulusal” hükümetler var ama bunlar aslında şu ya da bu emperyalizmin ajanı ya da emperyalistler arası rekabetlerden yolsuzluk yaparak istifade ediyorlar. Tüm bunlara karşı, bizim destekleyeceğimiz ilerici hareketlerin yükselmesi lazım. Öte yandan, bazen uzun zamandır burada yaşayan, bazen üçüncü nesilden olan ve dünya ölçeğinde köylerden şehirlere ve köylülükten proletaryaya doğru ilerleyen klasik göçü izlemekten başka bir şey yapmamış nüfusa karşı ayrımcı, ırkçı ve başka zulüm ve işkenceleri engellemek için uyanık olmak zorundayız. Bu soruyla ilgili iki veçhe var: bir enternasyonalist veçhe ve bir yerel ya da ulusal veçhe ve bu iki unsuru da hesaba katmak gerek.

Yine göçmen meselesine ilişkin olarak, sol ve ilerici cenahlar için bugün Avrupa’da temel önemde bir bahis söz konusu. Size göre, Avrupa’da yerleşmiş “göçebe proletarya” mücadelesini, sol hareketlerin toplumsal mücadelesiyle eklemlemek ne ölçüde önemli? Sizce bu konuda bahisler ve köstekler neler?

Bazı bakımlardan bu sorunun aslında göründüğü kadar yeni olmadığını görmek gerek. Söz gelimi 19’uncu yüzyılda Fransa’da proletaryanın tarihine bakalım. Bu proletarya uzun zaman, Auvergne’den, Bretagne’dan ya da Pireneler’in en uzak köşelerinden gelen ama büyük şehirlerin sakinleri tarafından göçmen olarak görülen, “ulusal göçmenler” diye adlandırabileceğimiz insanlardan oluştu. Bunun en güzel delili, bunların işçi cüzdanı taşımasıydı (2). O dönemden beri, kağıt ve kağıtsız işçiler sorunu var olmuştur. Eğer bu cüzdana sahip değilseniz, polis sizi köyünüze geri yollayabilirdi. Unutulmamalı ki bu durum Haziran 1848’deki büyük ayaklanmanın doğrudan motivasyonuydu. Bu insanların çalıştığı fabrikaların, ulusal işliklerin kapatılması neticesinden hepsi sürülecekti. Onlar da isyan etti ve ordunun bastırmasıyla Paris sokaklarında en büyük işçi katliamlardan birine şahit olduk.

Siyasi sorular çoğu kez sanıldığı kadar yeni değildir. Göçmen sorusu sadece, işçi emek gücünün kaynağına dair genel meselenin dünya ölçeğinde genişlemesidir. İnsanlar artık yalnızca Auvergne’den ya da Bretagne’dan gelmiyor, Afrika’dan, Orta Doğu’dan, Asya’dan ya da orta Avrupa’dan geliyorlar… Ayrıca ölümcül, yıkıcı iç savaşlardan kaçıp, sığınacak yer arıyorlar. İlerici, komünist bile değil ilerici görüş doğal olarak, bu verileri bütünleştirilmesini varsayar, tabii bunlarda en büyük öneme sahip olan ve ele alınması gereken siyasi problemler olduğunu unutmadan, yani bu konuda sizinle aynı fikirdeyim. İki cephede dayanışma içinde olunmalı. Bu bana göre temel bir düstur, proletaryanın, göçebe bileşeni de dahil, hatta özellikle bu bileşenle birlikte, bizim ülkelerimizde siyasi bir güç olarak teşekkül etme yolu… Ben 60’lı ve 70’li yıllarda fabrikalarla bizzat çok meşgul oldum. Büyük oranda Faslılarla, Cezayirlilerle, Malililerle , Senegallilerle, Moritanyalılarla ilgileniyordum… Bu anlamda, fabrikalar dahilinde komünist nüvelerin yaratılması bile kendine göre enternasyonalist bir faaliyetti. Hem sonra onların ülkelerinde yürütülen ve onların da katılabileceği mücadeleler konusunda onlara dayanışma göstermek gerek. Proletaryanın bir anlamda her zaman göçebe olmuş olduğunu vurgulamalıyım çünkü propaganda tüm bunları; mültecileri, yaşlı Cezayirli emeklileri, Afrika kökenli genç işsizleri tamamen yeni bir fenomen gibi sunma eğiliminde, sanki bir ülkeyi hiç tanımadıkları insanlar basmış gibi vs. vs.

Benim gençliğim, mağlup olan Cumhuriyetçiler Fransa’nın güneyine çekilince, iç savaştan kaçmış İspanyol proletaryasıyla dolu bir şehir olan Toulouse’da geçti. Size şunu söyleyebilirim ki çoğunlukla Hristiyan olan bu İspanyol mülteciler hakkında söylenenler tam olarak bugün çoğu Müslüman olan Faslılar, Suriyeliler ya da Malililer hakkında söylenenlerle aynıydı. Böylece çocukluğumda kamuoyu yoluyla İspanyolların bizim gibi olmadığını, onların barbar olduğunu öğrendim. Bunun için çoğunlukla öne sürülen kanıt, onların tam olarak medenileşmemiş olduğu, çünkü banyo nedir bilmedikleri, kömürü küvete koyduğumuzu sandıkları falandı. Bunlar toplumsal ırkçılıkla ilgili açıklayıcı, manidar hikayelerdir. Bugün kolaylıkla, Arapların barbar olduğunun kanıtının eşlerinin ve kız çocuklarının başlarına türban takması olduğu söylenecektir. Belki de bunlar bere ya da şemsiye nedir bilmiyorlardır?
Aslında, proletaryanın teşekkülü ulusalcı budalalığın, kendilerini üstün gören “kimliklerin” mütecaviz ve kalın kafasının bakış açısından daima sorunlu bir şey olmuştur. “İç muhacirler” diye adlandırılabilecek insanlara dair son derece zalim yasalar benimsenmiştir, 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinden bir başka örnek. Nereden geldiğini, nereye ve neden gittiğini söyleyecek durumda olmayan kim olursa olsun, serserilik suçundan dolayı asılabilirdi. Bizde bu, daha önce söylediğim gibi, işçi cüzdanıydı. Ekonomik durum icap ettirir ettirmez bu insanlar fakir taşralarına geri gönderiliyordu.

Fransa’da olup biten tam olarak budur. Benim ülkem on yıllardır, halkta, zincirinden boşanmış bir sanayisizleşmenin etkilerine maruz kalıyor. Paris’i çevreleyen çok büyük fabrikaların genel sistemi yirmi yıl içinde yıkıldı. Elbette bu, gençler arasında da görülen kitlesel bir işsizlik yarattı. Büyük babaları burada işçi olan ve ailesiyle kendisi burada doğmuş birini gördüğünüzde onu Fas’ın güneyine mi göndereceksiniz? Bu tam bir saçmalık!

Tüm bu eski sorular, modern ilerlemeciliğin ve pek tabii siyasi bir komünizmin yeniden inşasının temel soruları olmaya devam ediyor.

(1) Le Parti communiste français (PCF): Fransız Komünist Partisi.

(2) “livret d’ouvrier”: “Fransa’da 12 Nisan 1803 yasasında, hissedilen işgücü ihtiyacını, işçileri işletmeye bağlayarak sağlamanın ve sanayii geliştirmenin aracı olan ve 1 aralık 1803 (9 Frimaire an XI) tarihli kararla gerçek bir polis belgesine dönüştürülen “livret ouvrier” denile işçi cüzdanı da öngörülmüştür. İşçinin, bir tür “iç pasaport” demek olan ve iş aradığı yerlerde vize edilmesi gereken işçi cüzdanı olmadan işini ya da işyerini değiştirmesine olanak yoktu. Sözün kısası, işçiler bu belge ile işletmeye ve dolayısıyla işverene kişisel olarak, kölecesine bağımlı kılınmışlardı.” Bkz.Doç. Dr. Mesut Gülmez, İşçi Sorunu ve Polis Mevzuatı: Fransa Örneği… s. 117

(Çeviren: Murat Erşen)

Gazete Duvar

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler