Soma Katliamında sorumluluğu bulunan bir kısım kamu görevlisinin yargılandığı davanın dördüncü duruşması 27 Şubat 2025’te görüldü. Soma Adliyesi büyülü bir yer. Üzerinde Ağır Ceza Mahkemesi yazan bir salondan içeri girip kendimizi 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde buluyoruz. İlk duruşmanın görüldüğü 8 Mayıs 2024’ten bu yana davanın kilitlendiği nokta da tam olarak bu: 301 aileleri ve avukatlar bu davanın ağır ceza mahkemesinde görülmesi gerektiğini öne sürüyor, hakim “şimdilik” reddediyor. Az sayıda da olsa, davayı takip edenler ve aileler, asliye ceza mahkemesi salonundaki tek sıra oturaklara sığmayacağı için duruşma ağır ceza mahkemesi salonunda görülüyor. Buna da şükür, zira ilk duruşma öncesinde az kalsın 301 aileleri davanın tarafı olmaktan çıkarılacak, bir hokus pokus ile kaybedilecekti.
Görevliler görevsiz, görevsizler görevli
Kamu görevlilerinin yargılamaya konu olan fiilleri, 2009’dan katliam tarihi 13 Mayıs 2014’e kadar yaptıkları denetimler ve tuttukları raporlar. Katliamdan önceki son denetim 27 Mart 2014’te yapılmış ve “noksan yok” raporu verilmiş. Savcıyla hemfikir olduğumuz konu, bunun görevi ihmal veya görevi kötüye kullanma olduğu. Ayrıldığımız nokta ise çok kritik: İddianameye göre denetim görevini ihmal ederek bir vazonun kırılmasına sebep olmakla 301 madencinin ölmesine ve 162 madencinin yaralanmasına sebep olmak arasında bir fark yok. Üstelik bu sefer kanun çok açık, TCK’nın 257. maddesi “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında…” diye başlıyor. Bir muhakeme yetisi gerektirmeden, okuma yazma bilen herkes tarafından anlaşılsın diye madde gerekçesine de şöyle yazılmış: “Görevle bağlantılı yükümlülüğün ihmali sonucunda şayet bir kişi ölmüş veya yaralanmış ise kişi artık görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezalandırılamaz. Bu durumda, ihmalî davranışla işlenmiş öldürme veya yaralama suçunun oluştuğunu kabul etmek gerekir.”
Salondaki 301 aileleri, kamu görevlilerinin ihmali sebebiyle 301 insanın öldüğünü yeterince kanıtlamıyorsa, biz ne söyleyip de durumu daha açık hale getirebiliriz? Tüm bu sebeplerle, asliye ceza mahkemesinin görevsizlik kararı vererek davayı ağır ceza mahkemesine göndermesi gerekiyor. Hakim ilk duruşmadan beri bu talebi “şimdilik” reddediyor; ama örneğin, delil toplamaya, sanıklara soru sormaya devam ediyor. Eğer bir gün dosya gerçekten ağır cezaya giderse bütün bu işlemler baştan yapılacak.
Bu dağın bizimle ne ilgisi var?[i]
Zonguldak Kozlu’da 2013 yılında 8 madencinin hayatını kaybettiği grizu patlamasıyla ilgili sorumluluğu bulunan Türkiye Taşkömürü Kurumu yöneticileri hakkında Anayasa Mahkemesi’nden yaşam hakkı ihlali kararı geldi ve yeniden yargılama başladı. Bu örnek birebir tutuyor; ancak Kozlu’daki davada “taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak” suçlaması varken Soma’da esamesi okunmuyor. Benzer şekilde 2 Nisan 2024’te Gayrettepe’de Masquerade isimli gece kulübünde çıkan ve 29 işçinin hayatını kaybettiği yangınla ilgili sorumluluğu bulunan belediye görevlileri hakkında da “taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olmak” suçlaması var. Bu dava da kamu görevlilerinin yargılanması açısından benzerlik taşıyor. Kartalkaya’da 78 kişinin ölümüne sebep olan yangın da kamusal denetimdeki rezil durumu yakın zamanda ortaya koyan bir örnek olarak mahkeme salonunda diğer örneklerle beraber tartışıldı.
İliç’te 9 madencinin hayatını kaybettiği liç kayması da benzer bir örnek. Şirket makul ve güvenli olabilecek maksimum kat sayısını neredeyse iki katına çıkarmış ve liç yığma alanında devasa bir dağ kurmuş. Anagold denetlenmiş, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinde hayati eksiklikler var. Şirket de farkında. Hatta sahadaki yarıklar işçiler tarafından da bildirilmiş. Bunlara rağmen olay günü olan 13 Şubat’ta şirketin hemen hemen tüm yetkililerinin katıldığı toplantıda bu konu değil, Bağımsız Maden-İş’in işyerinde örgütlenme yapmasını nasıl engelleyebileceklerini konuşmuşlar. Tümünü dosyadaki ifadelerinden biliyoruz.
Soma davası ile bağlantılı asıl noktaya gelelim: Bu dağın bizimle ne ilgisi var?
Denetim için gelen müfettişin, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerindeki eksiklikleri görmeme ihtimali var mı? “Ama mevzuat sınırlıydı, alanım değildi, yan yattı, çamura battı” yok! Dürüst olacağız. (Ne gariptir ki bu sebeple yargılanan tüm sanıklar aynı mevzuat savunmasını yapıyor. Ancak Soma’da mevzuatta sayılan 21 İSİG önleminin 21’i de eksik. Nasıl hiçbir denetimcinin alanına girmiyor, belli değil.) Bir müfettiş bu devasa dağı kaydetmeden neyi nasıl rapor edebilir?
İşte Soma’dan bugüne kamusal denetimin seceresi: Denetimsizlik ve cezasızlık, savunma yöntemlerinde ve yargılama süreçleri ile son derece tutarlı bir tarih. 301 ailelerinden Gülsüm Çolak’ın mahkeme salonunda ifade ettiği gibi, “Bu dosyada kamu görevlileri (Soma) ana davada yargılanıp ceza alsaydı, belki de Şirvan, Ermenek, Amasra olmayacaktı.”
Güç ve ceza
Gülsüm Ablanın söylediği kesinlikle doğru, cezasızlık kural olunca suç olan fiillerde de artış ve süreklilik oluyor. Eğer tersi olsaydı, yani görevini ihmal eden ya da kötüye kullanan kamu görevlileri ağır şekilde cezalandırılsaydı, bu suçu işleyen kamu görevlilerinin sayısı azalırdı muhtemelen. Hatta öyle azalırdı ki belki de sıfıra inerdi; çünkü aklı başında kimse kamu görevlisi olmazdı. Zira görevini doğru yapınca da holdinglerin isteği doğrultusunda, devletin elinden bin türlü eziyete maruz kalırdı. Ya hapis ya eziyetle sonuçlanacak, başka bir ihtimalin olmadığı bir mesleği kim ister? Demek ki kamu görevlilerinin ihmali ya da görevlerini kötüye kullanması zincirin son halkası. Konu suç ise suçlular; ama Soma Katliamının ne ana dosyasında ne de kamu görevlilerinin yargılandığı güncel dosyasında hiçbir bakan, bakan yardımcısı veya genel müdür sanık olarak bulunmadığına göre konu sadece suç değil, en azından Türk Ceza Kanunu’ndaki dar anlamıyla.[ii]
Sırasıyla bağlantıları kuralım: İşçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmaması üretim baskısının, üretim baskısı kârı artırma hedefinin, kârı artırma hedefi üretim tarzının, üretim tarzı üretim ilişkilerindeki durumunun, üretim ilişkilerindeki durum da üretim araçlarının özel mülkiyet olmasının, yani sermayenin yönetiminde olmasının sonucu. Devlet de bu sürecin toplumsal yeniden üretimini garanti ediyor.[iii] İsteyen seçmece yapıp bu zincirin sadece bir kısmını alıp sorunsallaştırabilir. Bunu yapan günahkardır ama dinden çıkmaz, şeytana karşı ortak mücadelemiz farklı kulvarlarda devam edebilir. Fakat eğer zincirin bir kısmını seçip geri kalanının sorun olmadığını söylerse o zaman artık onun dini ona, bizim dinimiz bizedir. İster avukat, ister sendikacı, ister siyasetçi, akademisyen, solcu, sağcı, şucu bucu olsun; fark etmez.
Bizim işin yargı kısmıyla uğraşmamızın sebepleri belli: Bu yargı pratiği ile düşmanın teşhir edilmesi, bu teşhirin toplumsal örgütlenme kapasitesine olan katkısı, nadiren ve yetersiz düzeyde de olsa suçluların yaptırıma uğratılması ve cezasızlık pratiğinin nadir kesintilere uğramasının işçilerin hayatındaki sınırlı ve geçici olumlu etkileri.
Ama dürüst olalım, bu aynı zamanda şu anki gücümüzle de ilgili. Egemenler, örneğin dev holdingler, yasaları ve mahkemeleri de doğrudan etkileyebilmelerine rağmen sosyal dışlamadan damgalamaya, dövüp öldürmekten aç bırakmaya, teşhir etmekten işten atmaya kadar hemen her türlü yönteme başvuruyor. Kendi pozisyonları gereği suçlu gördükleri binlerce, milyonlarca insanı doğrudan cezalandırabiliyorlar. Öyleyse güç dengesinde kırılmalar olduğunda, hele kalabalıklar söz konusuysa, bu denklemin aksi yönde işleyebileceğini de biliyorlar. Siyasi ve toplumsal tarih, adalet arayışının mahkemelere konu olmadığı, başka mecralarda görüldüğü sayısız örnekle dolu. Keza gündelik ve adli olaylar için de geçerli bu; kim bilir kaç kişi alacak davası açmadan “alacak-verecek davasına” her gün birbirini öldürüyordur?
Esas odağımız şu: Mahkemeyle sulandırılmamış, katıksız, aracısız, kolektif bir hesaplaşma ve adlileşmemiş bir adalet için güç biriktirmek. 345 maddelik Türk Ceza Kanunu’nda “adalet” kelimesinin “Adalet Bakanı” kullanımı dışında hiçbir madde metninde yer almadığını biliyor muydunuz?[iv]
[i] Yazıda kullanılan somut bilgilerin çoğu, duruşma salonunda Av. Murat Kemal, Av. Berrin Demir, Av. Mürsel Ünder ve Av. İbrahim Azuk tarafından verilen beyanlarda var. Ama bu ifadeyi başlığa çektiğim için, Mürsel Ünder tarafından yapılan ayrıntılı beyanda, hakimin de tepkisini çekecek biçimde kullanıldığını belirtmek isterim.
[ii] Yargılananlar arasında “solcu” olanlar da var. Sorumlulardır, değillerdir, kendileri söylesin. Her halükarda azından şunu yapabilirlerdi: Savunmalarında mahkeme önünde esas sorumluları işaret edebilir; mevzuat sorunları da dahil, bu sistemin işçiler aleyhine nasıl çalıştığını, varsa özeleştirilerini de katarak anlatabilirlerdi. Ceza almayı (gerçi yatarı bile yok) göze alarak bunu yapsalardı, davayı gündeme taşımaya katkı verebilir, en azından kendileri için bu davada yargılanmanın yükünü hafifletirdi.
[iii] Özet olarak durum bu; fakat şu eksik kalıyor: Toplumsal yeniden üretimi garanti altına almak demek, üretim ilişkilerini fikri ve maddi olarak güvence altına almak ve geliştirmek için üretimin içinden ya da dışından her türlü itaatsizliği önlemek demek. Bu da yerine göre rıza üretimi, yerine göre kitlesel katliamlar, işkenceler, infazlar, savaşlar, en yoğun şiddet pratikleri vb. gerektiriyor. Bu koşullar altında, bizi bunlardan kurtaracak kolektif, örgütlü gücü inşa etmekten başka seçeneğimiz yok. Kalanı bu yazının sınırlarını aşar.
[iv] “Adalet Bakanı” kullanımı dışında, adalet kelimesi sadece 3. maddenin kenar başlığında geçiyor; ama metinde geçmiyor. Benzer bir arama “adil” kelimesi için yapıldığında, yalnızca 288. maddenin kenar başlığı bulunabiliyor. “Adli” kelimesi de kanunda sadece ama sadece “adli para cezası” biçiminde yer alıyor. Başka bir deyişle: “Kanunda adalet yazmıyor, ona gülüyorum.”