Emel Çınar
Depo ve lojistik tarzı işlerde çalışmanın en kötü yanı sabahın tan vaktinde kalkmak ve servise yetişmek için koşturmak. Yıllar geçse dahi bir araba parçasının ne kadar acil bir ihtiyaç olabileceğini asla anlayamayacağım. Hangi çeşit mal olursa olsun aynı benim için. Çoğu yerde işimiz vardiyalı. İkili ve üçlü vardiyalar halinde bir çalışma sistemi var. İki vardiya neyse de üç vardiya hiç insani bir durum değil. Pek çok kez takibi bile yapılamasın diye uydurulmuş bir sistemmiş gibi geliyor bana.
Sabahın altısında bindiğin serviste acaba bu külfet ne zaman bitecek diye düşünüp dururken böylesi yerlerde emeklilik ve sağlıklı kalabilmenin birbirleriyle ne kadar tezat olduğunu ve ne kadar uzak hayaller olduklarını acı acı hissedersin. Bunu haftanın altı günü, bazen yedi günü tekrarladığınızı düşünün. Belki herkes benim kadar dramatik değildir. Günümüz mottosu malumunuz: “Az uyu, erken kalk, sağlıklı kal.” Teknik olarak uyguluyorsun ama kaldırmak zorunda olduğun ağırlıkları, onlardan sebep gelişen fıtık ve bel ağrılarını kimse hesaba katmaz. İzin almak için illa kırk takla atman gerekir, performansını fazla mesaiye ne kadar gönüllü olduğunda ilintilendirirler. Korkunçtur ki o izinleri bile lütufla veriyormuş gibi, çoğu zaman yıllık izinlerimizden keserler. Çünkü işlerine gelir tek tük, eften püften şeyler için insanlara yıllık izinlerini zorla kullandırtmak, daha doğrusu insanları bunu yapmaya muhtaç bırakmak. Sanırım bunlar çoğu işçinin yüz yüze kaldığı ortak dertler.
Sabah yedide işbaşı veriliyor, en azından bizim depomuz için sabah vardiyası böyle. Çıkış üç buçukta. Sekiz saat diye başladığın işte her gün yarım saat parasız olarak malum firmaya zamanını verirsin. Hiçbirimiz de “Biz neden yarım saat fazla çalışıyoruz?” diye sormaz, sadece düşünürüz. Bilenler bilir, depolar halet-i ruhiye olarak kasvetlidir. Böyle en başta içeri girerken canınız sıkılır. Bizim iş yerimizde bir hapishane kapısı yaptılar ki aman Allahım; yangın falan çıksa, Allah göstermesin, kesinlikle dışarı çıkamayacağız. “Ne abarttın!” diyeceksiniz ama kartlı sistem ve demirli döner kapı olduğu için cidden sırt çantanla dahi zar zor sığıyorsun.
Al sana sebebini anlayamadığım bir şey daha: Kıyafet kontrolü adı altında her gün istisnasız Beyaz Yakalar grubuna resimlerimiz atılır ve illa konuşulacak uyarılacak bir şeyler bulurlar. Bölümün neyse ona göre buz gibi depoda işinin başına geçersin. Mal kabul raflama toplama vs. asla insani olmayan hedefleri tamamlamaya uğraşırsın gün boyu. Yetmez bir de gün sonunda arkadaşların seni ve çalışmanı teşhir ederler. Hızlı çalışan dışlanır, yavaş çalışan dışlanır; o yüzden depolarda aslolan göze batmamaktır. Kimse şişen ayaklarını, günde attığın yirmi beş ila otuz bin adımı hesaba katmaz tabii. Şef diye başımıza gelenler çoğu zaman bu günleri (yani geldikleri yeri) unutup “Nasıl biz onlarla (sanki kendileri değilmiş gibi) aynı zam oranını alırız?” diye surat asarlar.
Depolar tuhaf yerlerdir, zaman mefhumunu ya unutturur ya da işlemez hale getirir. İlk iki saatlik çalışma sonrası çay molası verilir. Çay molası dedikse bir şey beklemeyin, hani çayı bile lütufla verirler. Transpaletlerden yapılmış derme çatma oturak ve masalar konteynerden bozma demek isterdim ama “bozma” değil, tam olarak konteynerlerde, zar zor ısınan o kutularda dinlenmenizi beklerler. Günlük sekiz on saatini ayakta geçiren biçarelerin şöyle rahatça oturakları bir sandalyeleri, şöyle bedenlerini ısıtacakları bir rahat çay evleri yoktur. En azından benim çalıştığım yerler bu halde. İlk girdiğim depoyu hatırlıyorum da çay yeri şöyle dursun, normal bir ev mutfağı büyüklüğünde bir yerde üç kişi yan yana dizilip duvara karşı yemek yerdik. Adamlara sandalye masa sorduğunda bahaneleri hep aynı: “Siparişini verdik, gelmedi.” Yazlar gelir kışlar geçer, ne sobalar gelir ne sandalyelerin siparişi tamamlanmıştır, sanki fizandan gelmektedir beklenmekte olan. Günümüzü düşününce fizan bile uzak sayılmazken işçinin ihtiyacı olan bir soba bir sandalye uzak uzak ve çok uzaklardadır. Bitmesini istemediğin o on beş dakikanın sonunda işinin başına dönersin koştur koştur pert olursun. Şöyle iki dakika oturayım bir kolinin üstüne dersin, kraldan daha kralcılar ellerinde hazır tuttukları tutanaklarıyla beliriverirler kafanda. Tutanak yemekten daha kolay bir şeyde yoktur hani böylesi yerlerde. Verdikleri bin liralık market çekinin peşine düşerler. A dostlar, say say bitmez buraların derdi! Öğlen gelir, yemekler yenir, kırk beş dakikanın zaten yirmi dakikası sırada yemek almak ve yemekle geçer, kalanında da dinlen dinlenebilirsen.
İş güvenliği çoğu zaman safsatadan ibarettir. Kapılarımızdan bahsettim, koskoca depoda acil çıkışın bile önünde bazen mal dizili olur. Havalandırma desen berbat. Hadi erkekler için idare eder sayıda tuvalet vardır ama kadınları hiçbir yerde düşünen yok. Ne hela ne mescit düşünülmüştür onlar için. Bunlar varsa da yetersiz durumdadır. Ama sırf ağır sanayiye girmesin diye kadınları böylesi iş kollarına almasını bilirler. E şimdi diyebilirsiniz ki “Hiç mi iyi yanı yok bu işin?” Şu an yazarken bile yüzümü tavana dikmiş düşünüyorum, pek bir şey bulabilmiş değilim. Gece gündüz veya orta vardiya olarak saatini doldurunca (zorunlu mesaiye bırakmadılarsa) nihayetinde azıtmış olan fıtığın veya henüz başlamış bel ve bacak ağrılarınla ve seni tatmin etmeyen maaşını almak hayaliyle evin veya ev dediğin neresiyse oranın yolunu tutarsın.
Böylesi yerlerde iyi bir can yoldaşı arkadaş ve ılımlı hak gözeten bir şef bulduysanız ne ala. O zaman ağrıyan sırtınız ve vücudunuz, attığınız adımlar daha az aklınıza gelir. Çalışır gidersiniz. Sizi mi ürünlerimi takip ettiği belli olmayan kameraları bile unutursunuz zamanla, tabii çalışmadığınıza dair delil olarak gösterilecek kayıtların ortaya çıkacağı güne kadar. A dostlar, bu liste böylesi uzar gider. Bu saydıklarım sade depo çalışanlarının değil, bütün işçilerin dertleri sanırım. Selametle.



