Bu metinde holding cephesi ve sınıf cephesinin karşılaştırmalı bir örneği olarak Polonez direnişini ele almaya çalışacağım. Önce Çatalca’yı, Çatalca’daki genel ve tarihsel sermaye hareketliliğini, buna uygun olarak holding cephesinin örgütlülüğünü, sonrasında Polonez işçilerinin bu yapıdaki yerini ve direnişini anlatmaya çalışacağım.
Polonez, sermaye organizasyonu büyük oranda Ürdün Kraliyet ailesine bağlı, Çatalca ilçe merkezine 4.5 kilometre uzaklıkta bir fabrika. Bulunduğu bölgede irili ufaklı fabrikalar, depolar, antrepolar var. Lojistik, metal, gıda firmaları ilçe merkezinin etrafını çevirmiş durumda. Polonez fabrikasının hemen yakınında bir Geri Gönderme Merkezi bulunuyor, ilçe meydanında ise kaymakamlık, adliye, karakol gibi güçlü ve korunaklı devlet binaları var. Çatalca’daki bu mekansal görünüm, Türkiye’nin birçok yerinde kurulan ve kısaca “Anadolu’daki Küresel Fabrika” diye ifade ettiğimiz sermaye kompleksinin birbirine benzeyen yapılarından biridir. Bildiğiniz üzere kimi yerlerde yerelin özgünlüğüne ve egemenlerin tedbirlerine göre bu görünüme hapishaneler, tarikatlar ve başka şeyler de eşlik ediyor.
Çatalca, 1980’li yıllardan beri grev ya da işçi direnişi görmüş bir ilçe değil. Hatta sendika bile görmüş değil. Bu nedenle patronların fazlasıyla örgütlü olduğu, bölge özelinde birlikte hareket edebildiği ve bölgeyi şekillendirebildiği bir yer. Polonez işçilerinin sendikalaşma isteği ve 173 güne ulaşmış mücadele direnci bu tarihsellikte yatıyor. Yukarıda tanımladığımız kompleksin egemenlerce oluşturulma nedeni de bu tarihsellikte yatıyor. Kısacası, grev ya da işçi direnişi görmemesinin, Polonez’in neden Çatalca’da olduğunun ve işçilerininse neden direndiğinin tarihsel bir açıklaması var.
Kökeni başka tarihlerde aranabilir elbette ama Türkiye için 1980’li yıllarda Anadolu’nun küresel fabrikalaştırılması esas büyük ivmesini almış, o günden günümüze dek görülmemiş bir yayılma eğilimi göstermiştir. “(…) konunun yaşamı” diyor Mandel, “sermayenin bütün hareket yasalarının etkileşiminden çıkacaktır: başka bir deyişle, yüzeysel görünüşler ve sermayenin özü arasındaki ve ‘birçok sermaye ile genelde sermaye’ arasındaki dolayımı veren bu yasaların bütünüdür.1 Çatalca’daki konumuzun yaşamı da kapitalizmin yasalarından doğmuş, sermayenin özünü ortaya çıkarmıştır.
1980’lerde başlayan genel sermaye hareketinin hızlı ve ateşli bu “ilk” ivmesinden Çatalca’nın payına düşen, tıpkı emperyalist merkezlerle azgelişmiş ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkisi gibidir. Bilindiği üzere emperyalist merkezler azgelişmiş ülkelerle kurduğu ilişki sonucunda gelişme ve azgelişme üretir. Azgelişmiş ülke, emperyalist merkezler için hammadde ve gıda arzı kaynağı, tüketim malları için pazar ve ucuz emek gücü işlevi gören, yaygın bir yedek sanayi ordusu olan bir ülke haline gelir. Bağımlı ülke azgelişmişliğin yanında var olan göreli gelişim için tüm bu olumsuzluklara katlanarak bu rolü üstlenmektedir.
Çatalca bütün ülkedeki genel sermaye hareketinin içinde tam da bu konumdadır. Bağımlı ülkede verili olarak bulunan yeterince gelişmemiş sanayi kompleksi, bunun yanında var olan atölye tipi üretim, eski zanaatlar, ucuz-emek, emek-yoğun üretim koşulları vb. Çatalca’da daha geri bir haldedir ve elbette daha avantajlıdır. İstanbul’a yakınlığına rağmen, Anadolu’yu kateden azgelişmişliğin geliştirildiği havzalardan biri haline getirilmiştir. Bir ülkenin içerisindeki gelişmiş ve azgelişmiş bölgeler,2 hem yerel burjuvaziye hem de yabancı sermayeye tıpkı emperyalist merkezlerin dış sömürgeleri gibi artı-kâr kaynağı ve sermaye bileşimi için uygun koşullar sunar. Bu koşullar, genel sermaye hareketinin bir sonucu olmakla beraber eşitsiz gelişimin yeniden üretimini de sağlar.
“Sermayenin gerçek hareketi” diyor Mandel, “açıkça kapitalist olmayan ilişkilerden başlar ve bu kapitalist olmayan çevre ile sürekli, sömürücü, metabolik bir değiş tokuş çerçevesinde ilerler.”3 Yani ülke içerisindeki azgelişmiş bölge, bu sömürücü süreklilik doğrultusunda kapitalist genel hareketin devamını sağlar ve genel azgelişmişliğin mikro bir kompleksini oluşturur. Çatalca’daki bu hızlı ve ateşli ilk etkinliğin genel olarak sermaye hareketliliğindeki yerini biraz daha vurgulamak için Marx’a bakabiliriz: “Verili bir sanayi dalında, fabrika sistemi eski zanaatlar ya da manifaktür aleyhine genişlediği sürece, sonuç top tüfekle donanmış bir ordu ile ok ve yaylarla donanmış bir ordu arasındaki bir karşılaşmanın sonucu kadar kesindir. Makinelerin kendi hareket alanlarını fethettiği bu ilk dönem, yarattığı olağanüstü kârlardan ötürü belirleyici önemdedir. Bu kârlar yalnızca bir hızlandırılmış birikim kaynağı oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda sürekli olarak üretilmekte olan ve yeni yatırım peşinde olan ek toplumsal sermayenin büyük bir kısmını da gözde üretim alanlarına çeker. Bu hızlı ve ateşli ilk etkinlik döneminin özel avantajları, makinelerin istila ettiği her üretim dalında hissedilir.”4
Anadolu’nun küresel fabrikalaştrılması işte bu hızlı ve ateşli ilk etkinlik döneminin yayılmasıyla oluşturulmuştur ve devam etmektedir. Bu nedenle bugün Çatalca’da karşılaştığımız sermaye kompleksi, Anadolu’nun küresel fabrikalaştrılmasının “ilk” ivmesinde gözde yatırım ve üretim alanı olan, yerel holdingci güçlerin ve devletin uluslararası iş bölümündeki rollerine uygun olarak bilinçli tercihlerle oluşturulmuş bir komplekstir. Elbette bütün bu süreç, emperyal merkezlerin öncülüğünde planlanmış ve hayata geçirilmiştir. Burada dikkat çekmek istediğimiz şey, görece küçük bir sermaye kompleksinin dahi doğrudan yatırımla, taşeron üretimle, sözleşmelerle ya da anlaşmalarla nasıl emperyalizmin çıkarlarına bağlandığı ve devletin tüm bu süreci güvence altına alacak şekilde nasıl dizayn edildiğidir.
Yabancı sermayenin Türkiye’deki sermaye birikim süreçleri üzerindeki egemenliği emperyalizmle entegrasyonu sağlayan ve zaman içinde ortaya çıkan yeni gereksinimlere uygun olarak -farklı tarzlarda ama nihai olarak eşitsiz gelişmeye yol açacak şekilde- yeniden üretilen bir ekonomik gelişmeye yol açmıştır. Böylesi bir gelişme yalnızca sermaye ihracı ve salt ekonomik ilişkilerle sınırlı değildir. Aynı zamanda devlet aygıtının karakterinin ve yapısının dönüşümünü gerektirir. “(…) Poulantzas’a göre küresel entegrasyon ulus-devletleri pasifize ederek değil aksine, ulus-devlete ait yönetim mekanizmalarının, küresel bir ağın bağlantı noktalarını oluşturacak şekilde yeniden dizayn edilmeleriyle sağlanır. Küresel sermaye birikim sürecinin güvenliği bu yönetsel bağlantı noktaları üzerinden sağlanır.”5 Nasıl ki klasik emperyalist çağda, emperyalizm ve yerel oligarşiler arasında, kırdaki kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini donduran, uzun vadeli bir toplumsal ve siyasal ittifak oluşmuşsa,6 bugünün emperyal çağı kesintisiz, denetlenen ve komuta edilen bir yayılım programı doğrultusunda çevredeki ekonomik gelişmeyi düzenleyen, yeniden örgütleyen, bozan ya da genel çıkarlara entegre eden bir kombinasyon oluşturuyor. Dolayısıyla Türkiye’de Holdingci Güçlerin hem gelişiminin hem de sınırlarının belirleyicisi emperyalizmle işbirliği, uyum ve devlet aygıtının dönüşümünün sürekli yeniden üretiminden başka bir şey değildir. Peki, bu süreç nasıl gerçekleşir ve Çatalca’da ve Polonez direnişinde nasıl karşılık bulmuştur?
173 gün süren ve kazanımla sonuçlanan Polonez Direnişi basit bir sendikal örgütlenme çabasıyla başladı. Polonez işçileri asgari ücret, mobbing, karşılığı ödenmemiş fazla mesai, ağır çalışma koşullarına karşı sendikalaşmak istediler. Tek-Gıda İş sendikasının örgütlenme faaliyeti 146 işçinin işten atılmasıyla engellendi. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, Çatalca’da herhangi bir fabrikada örgütlü sendika bulunmuyor. Yani Polonez’e sendikanın girmesi tüm yerel holdingci güçlerin zararına bir sonuç üreteceği ortada. Patron örgütlülüğü o güne kadar sendikaları fabrikalardan nasıl uzak tuttuysa sendikal mücadeleye karşı aynı örgütlü tavrı sürdürdü. Öncelikle tüm fabrikalarda sendikaya karşı sözlü-yazılı önlemler alındı. Daha sonra yaygın asgari ücretin olduğu bölgede Polonez fabrikası dahil teker teker tüm firmalar ücretlerde artışa gitti. Bu müdahale hem fabrika içindeki işçilerle dışarıda direnenleri bölüyor hem de sendika ihtiyacının önüne geçiyordu.
Çalışma Bakanlığı, sendikal örgütlenmeye katıldıkları gerekçesiyle işten çıkarılan 146 işçi için firmaya 2 milyon liranın üzerinde ceza kesti. Aslında bu bir ceza değil, ödüldü. Yani eğer Polonez işçileri direnmeye karar vermeseydi, Polonez patronları yaptıkları usulsüzlük için bakanlığa 2 milyon lira gibi firma için küçük bir miktarı haraç olarak ödemiş, sendikal faaliyet engellenmiş, bakanlıksa aldığı haraca ek olarak görevini yapmış gibi görünecekti. Kaldı ki, 2024’teki işçi direnişlerine baktığımızda bakanlığın esas görevinin, doğrudan sendikal örgütlenmeyi engellemek olduğu da ortadadır. Örneğin Fransız sermayeli Tarkett ve Mersen, Avusturya kökenli MKB Rondo, başka şeylerin yanında, esas talep olan sendikal örgütlenme hakları için direniştelerdi (Tarkett direnişi devam ediyor). Ortak talepleri olan üç direnişin başka bir ortak yanıysa firmaların yurt dışındaki diğer tüm fabrikalarında sendikaların bulunması.
Çalışma Bakanlığı, bilhassa yabancı sermayenin doğrudan yatırımlarını çekebilmek, yerleşik olanlarınsa avantajlı koşullarda kalması için sendikasızlaştırma girişimini ve garantörlüğünü açıkça üstlenmiştir. Sermayeye yönelik güvenceler, önlemler, yasal ve ekonomik avantajlar devlet aygıtının dönüşümünü örgütlerken yurttaşın güvencesizliğini ve çaresizliğini de örgütlüyor, kırıntıları kalan yurttaş-devlet bağını bütünüyle koparıyor. Bu dönüşüm sadece bakanlıklarla sınırlı değil, büyük çoğunluğu kadın olan işçileri yerlerde sürükleyen gözü dönmüş polis şiddeti, görevini eksiksiz yerine getiren bir Çatalca Emniyeti, şirketin özel güvenlik şefine dönüşmüş bir emniyet müdürü, işçiler yaka paça fabrika önündeki direniş alanından atıldığında barikatlarla önü kapatılan bir kaymakamlık, işçiler adliye önlerinde “bu memleketin insanlarının hakkını koruyacak, Ürdün Kraliyet ailesine dur diyecek bir tane onurlu hakim savcı yok mu?” dediğinde yargının, bir bütün olarak devletin tarafını, yerli ya da yabancı sermaye fark etmeksizin en sadık koruyucusu olduğunu açıkça gördüler.
Ancak fabrika önündeki direniş ve anayasal hak yürüyüşü talebiyle Ankara’ya, Meclis’e, Çalışma Bakanlığı’na ve en sonunda Beştepe’ye kadar varmayı hedefleyen irade tüm bu mekanizmanın nasıl geriletileceğine örnek oldu. Polonez işçileri kıdem, ihbar ve sendikal tazminatlarına ek olarak, boşta geçen beş aylık sürenin ödemelerini aldılar ve işçilerin bir bölümünün işe iadesinin sağlamış oldular. Bu mücadele şüphesiz Türkiye işçi sınıfına güç vermiştir, tek tek her sendikalaşma talebinin, ücretler ya da işçi sağlığı ve güvenliği koşulları için verilen mücadelelerin önemini tekrar göstermiştir. Ancak işçi sınıfının 2025 yılındaki esas ve en büyük kavgası, Orta Vadeli Program’ın kaldırılması, dolayısıyla IMF’i ülkeden söküp atan, milli güvenlik gerekçeleriyle dayatılan yasakları aşan, holdinglerin cephesine karşı sınıf cephesini ortaya koyan bir hazırlık ve pratik içerisinde olmasıdır.
- Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, syf. 71. ↩︎
- Azgelişmiş bölgelerin varlığı sabit bir durum değildir kapitalizmin genel hareket yasalarıyla daimi ve diyalektik bir ilişki içerisindedir. Azgelişmişliğin gelişmesi de başka bir azgelişmişlik düzeyi yaratmaktadır. Mandel bunun için “(…) sermayenin organik bileşiminde sürekli artışlar ile yeni teknikler ve teknolojinin kesintisiz gelişiminden oluşan “saf” modelde, kâr düzeyindeki farklar sermayelerin rekabetinden ve bu yarışta geride kalan tüm firmalar, üretim dalları ve alanların acımasızca “kendi” artı-değerlerinin bir kısmını önde gidenlere teslim etmeye zorlanmalarından doğar. Bu süreç azgelişmiş firmalar, dallar, alanlar ve bölgelerin sürekli üretiminden başka nedir” sorusunu sormaktadır. – Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, s. 123. ↩︎
- Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, s. 73. ↩︎
- Marx, Kapital, Cilt 1, s. 450. ↩︎
- Ahmet Bekmen, Barış Alp Özden, Emperyalizm: Teori ve Güncel Tartışmalar, s. 161. ↩︎
- Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, s. 89 ↩︎
Kaynak: e-komite