spot_img
spot_img
Ana SayfaÇeviriİşçi sınıfı geri mi döndü?

İşçi sınıfı geri mi döndü?

2022’deki grev dalgasının da gösterdiği gibi, işçilerin yapısal gücü mevcut ancak işçi sınıfı hâlâ zayıf ve parçalanmış durumda, siyaseti de giderek daha kaotik hale geliyor. Peki, ne yapmalı?

Refah devleti 1970’lerin sonlarına doğru sarsıldığında, hızlı sanayisizleşme, otomasyon ve paralel olarak beyaz yakalı hizmet sektöründeki patlama Andre Gorz’u proletaryanın devrimci bir özne, yeni bir sosyalist toplumun oluşumunu sağlayacak tarihsel güç olarak tarihsel rolünü sorgulamaya götürdü. Gorz, 1982’de Farewell to the Working Class: An Essay on Post-Industrial Socialism [Elveda Proletarya] kitabını yayımladıktan kısa bir süre sonra, Reagan ve Thatcher örgütlü işçi hareketinin en militan kesimlerine saldırarak onları ezip geçti.

Sendikal hareketin yok edilmesinin ve işçi sınıfının geleneksel siyasi temsilcileri tarafından açıkça terk edilmesinin ardından işçi sınıfı büyük ölçüde oy kullanmayı bırakınca (2024 genel seçimlerinde işçi sınıfı yetişkinlerinin yüzde 50’sinden azı oy kullandı), halk ile “siyaset” arasında devasa bir boşluk veya daha doğru tabiriyle “uçurum” oluştu. Peter Mair’ın da belirttiği gibi, bu uçurum siyasi partilerin geniş toplumdan ve geleneksel tabanlarından kopmasıyla şekillendi. Yani, bir anlamda, “parti demokrasisinin çağı geçti.”

İşçi sınıfı sahneden çekilince yerine yeni bir özne geldi. “Siyaset” her ne kadar, teknokrat elit kesim dışında sıradan insanlarla bir etkileşimi içerse de, bu etkileşim 1990’lardan bu yana işçi sınıfı tarafından değil orta ve orta alt sınıflar eliyle yönlendirildi. İşçi Partisi’nin 1997’deki büyük zaferi, işçi sınıfının gücüyle değil önceki yıllarda Thatcherizmin temelini oluşturan alt orta sınıf seçmenlerin büyük ölçüde Tony Blair tarafından kazanılmasıyla sağlandı. Corbynizm, (Syriza ve Podemos gibi) en azından aktivist çekirdeğinde, yeni küçük burjuvazinin politik hareketiydi.

Aşağı yukarı son elli yıllık sürecin, Sanayi Devrimi’nden bu yana işçi sınıfı mücadelesi ve sınıf bilincinin en düşük noktalarından biri olduğunu iddia etmek hata olmaz. Gorz’un heretik hipotezi yakın zamana kadar doğrulanmış gibi görünüyordu: işçilerin ileri yürüyüşü, proletaryanın kaçınılmaz yükselişi durmuştu. Ancak sınıf mücadelesi dalgalıdır. Mike Davis’in de belirttiği üzere, kapitalizmin döngüsel krizleri işçilerin ilerlemesi için olanaklar açar fakat aynı zamanda bu olanakları kapatabilir de. Örgütlü işçi hareketi, güncel kapitalizmin iç içe geçmiş krizlerine gecikmeli olarak yanıt verdi; 2022’de İngiltere’de son 30 yılın en büyük grev dalgasına yol açtı. Bu süre zarfında ortaya çıkan sürekli ve koordineli endüstriyel eylem, İngiltere’nin sendikaya karşı yasalarının sertliği ve sendika bürokrasisinin geleneksel olarak korkak ve partiye tabi tutumları göz önüne alındığında önemli bir başarıydı. Grevlerin zirvesinde, işçi hareketinin fiili lideri Mick Lynch o meşhur sözünü söyledi: “İşçi sınıfı geri döndü.”

Solun son dönemde yaşadığı zorlu süreç göz önüne alındığında, son zamanlardaki grev dalgasının bazı yönleri bir bakıma canlandırıcı bir etki yaptı. Grev yapmak zor olsa da sosyal medyanın bataklığından uzaklaşmak, seçim politikaları sonucu oluşan hayal kırıklığından kaçınmak ve insanlarla yüz yüze konuşmak her zaman daha iyi ve sağlıklıdır; grev eylemleri sırasında yeniden ortaya çıkan dayanışma ve yoldaşlık duygusunu hissetmek ve deneyimlemek de bir o kadar değerlidir. Sendikalizm ve grevler sınıf bilincini inşa edebilir, yeni öznelerin oluşmasına katkı sağlayabilir ve genellikle sınıf toplumunun gerçek doğasını, daha önceleri bir köşede duranlara gösterebilir.

Her şeyden önemlisi grevler çoktandır unutulmuş bir gerçeğe, örgütlü işçi sınıfının toplumda önemli bir yapısal güce ve etkiye sahip olduğuna dair iç ferahlatıcı bir hatırlatmaydı. İşçi sınıfı hâlâ sermayeyi durdurma, kârları etkileme potansiyeline sahip. Şüphesiz, son grev dalgası sınıf mücadelesi açısından önemli bir dönüm noktası oldu, bu nedenle de ülkenin işçi hareketi tarihinde yerini alacaktır fakat şu anda Britanya’da var olan gerçek “güç dengesini” doğru bir şekilde anlamamız da çok önemli. Bu, sadece karamsar olmak amacıyla yapılan bir çıkış değil. Corbynizm bir hareket olarak naiflikle tanımlandı, karşılaştığı zorlukların ölçeğini ve karşısında dizilen eli kuvvetli güçleri kavrayamadı. Kendi sağ kanadından gelen bariz tehditleri anlamadığı gibi, Britanya devletinin gücünü de göz ardı etti. Lynch’in konuşmasının ardından grev dalgasının ilk heyecanında bu eğilimlerden bazıları yeniden gün yüzüne çıktı: politik sloganlarla gerçeğin karıştırılması, her şeyi düzeltecek olan karizmatik bir figür aracılığıyla iktidara giden kısa yol umudu, mevcut ânın radikalizmini ve sendikal hareketin gücünü dramatik bir şekilde abartma eğilimi, genel grev için tekrarlanan çağrılarla kanıtlanan bu eğilimler hâlâ varlığını sürdürüyor.

Grevlere dair tüm olumlu şeylere rağmen bunlar nihayetinde savunma temelli mücadelelerdi. 2022’nin iyimserliğinden bu yana, siyasi solun inisiyatifi ele geçirebileceğine dair umutlar azalmaya başladı. Eylül ortasında, iki yıl süren mücadelenin ardından hem RMT hem de ASLEF, yeni İşçi Partisi hükümetinden gelen maaş anlaşmasını kabul etmek üzere oy kullandılar. Posta ve yükseköğretim grevlerinde ise işçiler çalışma şartlarını ve koşullarını kötüleştiren anlaşmaları kabul ettikten sonra işbaşı yapmak zorunda kaldılar. İşçi sınıfının potansiyel gücü sergilenmiş olsa da nihayetinde mevcut konjonktürde ortaya çıkan şey, mevcut durumu göz önüne alındığında sermayenin işçi sınıfı karşısında sahip olduğu güç ve özgüvendi. Hemen her alanda ortaklık anlaşmaları iptal edildi. İşverenler, sendika liderlerinin umduğu şekilde, makul olma çağrılarına yanıt vermedi ve karalama kampanyaları karşısında geri adım atmadılar. Örneğin, Royal Mail, karalamalara (CEO’sunun milletvekilleri tarafından aşağılanmasına) rağmen halka hizmetini açıkça geriletmeye ve nihayet uzun vadeli hedefi olan, militanca örgütlenmiş sendikayı kırmayı sürdürdü. Genel grev tehdidi, eylül sonunda kapılarını kalıcı olarak kapatan Port Talbot’daki yüksek fırınların kapanmasını da engelleyemedi.

Son 25 yılda CWU’nun üstlendiği öncü rol (90’ların madencileri) göz önüne alındığında, Royal Mail grevi Britanya’daki işçi hareketinin gerçek durumunu anlamak için özellikle önemli bir ölçüt. Royal Mail’in sendikal hareketi kırma çabalarının boyutu ve CWU’yu tanımamayla ciddi şekilde tehdit etmesi, farklı bir döneme geri dönerek en deneyimli sendikacıları bile şaşkına çevirdi. Tüm bunlar, Britanya sendikalizminin geleceği için pek de umut verici bir tablo çizmiyor.

Proleterleşme krizi

Şimdilik fırtına dinmiş gibi görünüyor, dolayısıyla hareket olarak nerede durduğumuzu değerlendirebiliriz. Lynch’in iddiasına ve ortaya koyduğu sorulara geri dönmeliyiz. İşçi sınıfıdır kimdir ve nedir? Geri döndü mü? Eğer döndüyse, ne yapmalıyız? Dönmediyse, o zaman ne yapmalı? Toplumsal değişimi gerçekleştirecek devrimci özne kimdir?

Modern sınıf tartışmalarının çoğu sınıfı kendisi olarak ele alır, yani, bir sınıfın “objektif” olarak ne olduğunu belirlemek veya farklı sınıfları haritalandırmak ve hangi sınıfın hangi bireyleri kapsadığını ortaya koymak üzerine yoğunlaşır. Bu yaklaşım, sınıf bilincinin (veya sınıfın kendisinin) hayati önem taşıyan fikrini göz ardı etme eğilimindedir. İşçi sınıfını ve onların varsayımsal büyüklüğünü ve gücünü tanımlamak bir şeydir; ancak yalnızca var olmaktan, kolektif, tutarlı ve devrimci bir güç olarak hareket etmeye dönüşen karmaşık ve çok tartışılan süreci üreten koşullar ve kurumlar hakkında düşünmek tamamen farklı bir şeydir.

Richard Hoggart’ın The Uses of Literacy [Okuryazarlığın Kullanımları] adlı eserinde belirttiği gibi, sosyalist entelektüellerin işçi sınıfının devrimci eğilimlerini azizleştirici bir üslupta tasvir etme eğilimleri vardır. Ancak madencilik, sanayi ve refah devletiyle ilgili romantik, sepya tonlarında imgeler gerçekle yüzleşmenin önünü kapatır: İşçi sınıfı yeniden şekillendirildi (ya da daha doğru bir ifadeyle, çözülmüş durumda). “İş” (düzenli, güvenli, kolektifleştirilmiş ücretli iş) dönemi sona ermiş gibi görünüyor. 1945-1979 arasındaki dönemi tarihsel bir anomali olarak, geri gelmeyecek bir parıltı olarak düşünmek daha mantıklıdır. İş dünyası değiştikçe de geçmiş dönemin idealleştirilmiş proletaryası ne görünümleriyle ne de davranışlarıyla geri dönecek.

İşçi sınıfı sadece sayıca küçülmekle kalmamış, aynı zamanda modern emek süreci tarafından  (kısa vadeli, yarı zamanlı sözleşmeler, sahte serbest meslek sahipliği ve yükselen lümpen kesim tarafından yapılan modern parça başı işler gibi) bölünmüş ve dağılmış durumdadır. Bunun üzerine, işçi sınıfı toplumları ve tarihsel olarak işçi sınıfı kültürünü ve iş dışındaki politik sınıf bilincini sürdüren kurumlar (spor kulüpleri, kütüphaneler, halkevleri) benzer şekilde yok edilmiştir. Çoğu zaman, elbette, İşçi Partisi yönetimindeki belediyeler tarafından. Çalışma ve yaşama şeklimiz giderek daha fazla parçalanmış ve izole hale geliyor. Anton Jäger’in belirttiği gibi, Marx’ın Fransız köylüleri gibi, “patates çuvalındaki patatesler” gibi yaşıyoruz ve çalışıyoruz; üretim biçimleriyle olan ilişkilerimiz birbirimizden izole olmaya yol açıyor.

İş, toplumlar ve yaşam biçimlerimizdeki değişiklikler önemlidir çünkü sınıf bilinci (ya da tutarlı siyaset) ne kadar istersek isteyelim sadece yoksul olmakla ortaya çıkmaz. Bu, bilinçli, sıkıcı ve uzun vadeli bir organizasyon gerektirir, bunun da kurumlar tarafından desteklenmesi gerekir. Eğer proleterleşmeyi sadece “birçok insan yoksullaşıyor” ya da yeteneklerini kaybederek tektipleşiyorlar şeklinde anlarsak, giderek daha fazla profesyonel ve beyaz yakalı işçinin proleterleşmeye kaymasıyla “işçi sınıfı büyüyor” gibi iyimser anlatılar son derece makul olacaktır. Bu proleterleşme anlayışı, “yüzde 99” söylemi ya da ücretli çalışan tezinin ardında durur: toplumun iki kampa bölündüğü ve yeteneklerini kaybedip değersizleşen profesyonellerin ve beyaz yakalı işçilerin, örneğin genç doktorlar ve kariyerinin başındaki akademisyenler gibi, artık işçi sınıfının bir parçası olarak tanımlanabileceği fikri.

Ancak eğer proleterleşme kavramını, Mike Davis’in Eski Tanrılar, Yeni Bilmeceler eserinde yorumladığı şekilde, işçilerin kolektif bir bilinç geliştirdiği, yani işçilerin daha büyük kitleler halinde işyerlerinde yoğunlaştığı, burada ‘güçlerini daha fazla hissettikleri’ ve örgütlendikleri sbir toplumsal dönüşüm süreci olarak anlarsak, neoliberalizm altında (sadece gelişmiş dünyada değil büyük ölçüde dünya genelinde) yaşanan şey aslında bir “proleterleşme krizidir.” Alejandro Portes ve B.R. Roberts da benzer şekilde, kayıtdışı, gri ekonomi ve sahte serbest meslek sahipliğinin artışının daha büyük işyerlerinde yoğunlaşmış “kolektif” işçilerden uzaklaşarak küresel bir “deproleterleşme” eğilimini temsil ettiğini ileri sürmüşlerdir.

Önceki çağlarda her zaman sendika örgütleyicilerinin örgütlemenin imkansız olduğunu düşündüğü sektörler ve gruplar vardı. Bugün, iş ve sosyal yaşamın birbirinden yalıtılmış baloncuklar halinde parçalanmasıyla, işgücünün büyük bir kısmı benzer koşullara sahiptir. İşçiler daha da yoksullaşırken ve yeteneklerini kaybederken, aynı zamanda örgütlenmeleri de giderek zorlaşıyor ve sınıf bilinciyle kolektif hareket etme kapasiteleri azalıyor. Hâlâ var olan büyük işyerlerimizde (örneğin Amazon depoları) işgücü geçici ve savunmasız durumda, bu yüzden bu sektörleri örgütleme çabaları bugüne dek sonuçsuz kalmıştır. Davis, modern işçi sınıfını tanımlamak için “elektrik şebekesi” metaforunu kullanır; örgütlü, sınıf bilincine sahip işçiler, şebekeye güç sağlayan ve sermayeye karşı temel mücadeleyi veren çekirdektir. Bugün, RMT ve CWU sendikalarındaki gibi işçiler, giderek küçülen, titreyen bir çekirdek olarak  (siyasi eğitimli, motive, deneyimli ve disiplinli bir işçi tipi olarak, aynı zamanda anahtar endüstrilerde etki gücüne sahiptir) ancak ağın geri kalanı oldukça loş bir şekilde aydınlanmaktadır. Grevlere verilen kamuoyu desteğine rağmen sendika yoğunluğu düşmeye devam ediyor. Özel sektördeki 27 milyon işçiden yalnızca yüzde 12’si sendikalı. Sendikalar artık işçilerden daha çok, ustabaşı ve amirler arasında popüler. Çoğu sektörde ve eski sendikal kalelerde, sendika yoğunluğu düşmektedir.

Bugün, işçi sınıfından insanların çoğu sendikalara üye değil, birçok kişi sendikaların ne olduğunu bile bilmiyor. Siyasi kültür ve sendikalarla olan ailevi bağlar büyük ölçüde kaybolmuş durumda. Hatta öncü sektörlerde ve sendikalarda bile, eski, militan işçilerin topluca ayrılması ve yerine daha kötü şartlarda, daha genç işçilerin gelmesiyle, adeta bir kan nakli yaşanıyor. Bu da daha az güvenlik, dolayısıyla daha az hareket etme kapasitesi anlamına geliyor. Bu yeni işçilerin hakları ve sendikaların rolü konusunda farkındalıkları daha az.

Modern sınıf siyaseti: Örgütsüz öfke

Sınıf siyaseti, parçalanma koşulları tesirinde tutarsız biçimler alır. Pek çok insan kalıcı bir sınıf kimliğinin yanında sınıf içgüdüsüne de sahiptir: hangi sınıftan olduğuna dair “kas hafızası” ve bilinç, patronlara karşı doğuştan gelen bir hoşnutsuzluk durumu ve adaletsizlik hissi. İnsanların büyük bölümü hâlâ kendini işçi sınıfı mensubu ya da halk olarak tanımlarken toplumun adil olmadığını ve sosyal hareketliliğin bir yalan olduğunu da bilir. Üstelik, direniş hâlâ yaygındır fakat Daniel Zamora’nın belirttiği üzere, direniş artık kolektif olmaktan ziyade bireyselleşme eğilimindedir: iş bırakma, istifa, hastalık gibi. Sınıf mücadelesi hâlâ burada, ama statükonun devam etmesine izin verecek kadar atomize olmuş halde.

Önceleri kitle partileri ve sendikalar tarafından sağlanan yönlendirme ve “disiplin” olmadan, fakat sağın devamlı olarak, samimiyetsiz de olsa, sınıfın dilini soldan daha iyi konuştuğundan, sınıf siyaseti artık alışık olduğumuz biçimlerde karşımıza çıkmıyor. Sherry Ortner’in de ifade ettiği gibi, sınıf gitgide başka meselelerin içine daha çok gizleniyor ve halkın öfkesi sıklıkla sağcı güçler tarafından yönlendiriliyor. Bu durum komplo teorilerindeki artışta ve Sarı Yelekliler, Kanada Kamyoncu Protestoları ve Avrupa genelindeki çiftçi protestoları gibi sendikasız, devlet ve küreselleşme karşıtı protestolarda açıkça görülüyor. Modern sınıf siyaseti, görmezden gelindiğini, susturulduğunu ve öfkelendiğini hisseden nüfusun giderek büyüyen kesimleri arasında kaotik ama köklü (ve haklı) bir devletçilik ve liberalizm karşıtlığına evriliyor.

Neoliberal, sanayisizleştirilmiş kapitalizm altındaki sınıf yapısı, sanayileşmeye geçişin ilk dönemlerindeki karmaşıklığı ve düzensizliği her geçen gün daha da fazla yansıtıyor: köksüz mevsimlik işçiler, zanaatkarlar ve yarı-proleterlerden oluşan bir karışım. Sınıf yapısı nasıl Sanayi Devrimi’nden önceki döneme döndüyse, sınıf mücadelesi de giderek erken yarı proleterlerin tehlikeli öngörülemezliğini yansıtıyor. Köylü ve zanaatkar kültüründen etkilenen ve kültürle şekillenen bu grup, aynı anda son derece radikal ama bir o kadar da öngörülemez, spontane ve şiddet yanlısı, sanayi sendikalarının disiplini olmadan hareket eden ve günün sonunda genellikle radikalizm ve şovenizmin unsurlarını bir araya getiren bir gruptu. Yine de birinin devrimci bir özne olup olmadığının kendisinin bireysel politikalarıyla değil, kişinin statüko karşısındaki eylemleriyle ilgilidir.

Davis, proleterleşme krizinin boyutları nedeniyle, Hobsbawm ve Gorz tarafından ortaya atılan bir fikirle boğuşuyor: modern dönemde sosyalizmi destekleyecek tarihsel bir etken ya da güç var mı? Eğer idealize edilmiş proletaryaya yaklaşan bir şey varsa, o da RMT ve CWU’dakiler gibi militan işçilerdir ancak bu kişiler öncü kuvvetlerdir, anomalidirler. İşçi sınıfı tabii ki kültürel bir kategori ve kimlik olarak varlığını sürdürmektedir fakat giderek sepya tonlu nostaljinin idealize edilmiş fabrika proletaryası olmaktan uzaklaşmaktadır. Bu nedenle de içgüdülerinin “sol” değerlerle uyum sağlayıp sağlamayacağını garanti edemeyiz.

Sırada ne var? Kaos zamanlarında örgütlenme

Genel anlamda, bu değişikliklere verilecek iki olası yanıt vardır. İlki yenilenmeyi hedeflemektir: geçmişteki araçları ve yöntemleri kullanarak bu yeni toplum içinde örgütlenmek ve yeniden inşa etmek: kitlesel bir sendika hareketi, güçlü topluluklar, kökleri bu topluluklarda olan yeni bir kitlesel sol parti. Bu yeni, belirsiz sınıf yapısını ideal proletaryaya dönüştürmek için en azından onyıllarca sürecek derin bir örgütlenme programı gerekmektedir. Güncel olarak yeni bir sol parti hayal eden sosyalistlerin çoğunun bu vizyona sahip olduğunu tahmin ediyorum. Ancak bu gerçekçi mi, hatta arzu edilmeli mi? Yapılması gereken işin boyutu çok büyük olabilir, bu da solun bazı kesimlerinde nihilizm ve umutsuzluğun ortaya çıkmasını, diğer kesimlerindeyse İşçi Partisi’niun kestirme yolunu benimsemeye veya İşçi Partisi’nin sınırlarından bağımsız olarak basitçe oluşturulabilecek yeni bir sol parti hayaline kapılmasını açıklayabilir. İçimde kendini sürekli hatırlatan bir his var; değişen bu yeni toplumu, bambaşka bir dönemde geliştirilen ve o dönemde bile pek de başarılı olmayan örgütlenme ve pratik biçimlerine zorlamaya çalışıyor olabiliriz. Bu tür bir siyasetin nesnel temeli çoktan tarih olmuş olabilir. Belki de hem bu tip bir siyasete duyulan nostaljiden hem de Hoggart’ın eleştirdiği türden eski bir işçi sınıfı yaşam biçimine duyulan nostaljiden kurtulmamız gerekiyor.

Ayrıca esasen hiçbir zaman var olmamış bir geçmişi özleyip özlemediğimizi de sorgulamalıyız: 1926 yılını hariç tutarsak, ki onun da etkisi abartılmıştır, ideal proleter özneden oluşan hareketlerin yaygın olarak iddia edildiği gibi devrimci ya da muhalif olmadığını, hatta çoğu zaman başarısız ve popülerlikten uzak olduklarını rahatlıkla ileri sürebiliriz. David Edgerton ve Ross McKibbing, İngiliz sosyalist hareketinin (ya da en azından parlamenter biçiminin) hiçbir zaman işçilerin çoğunluğunun geniş seçmen desteğini kazanamadığını defalarca vurgulamıştır.

Gerçekten de Craig Calhoun’un da belirttiği gibi, tarih boyunca topluluk temelli sosyal hareketler saf sınıf temelli hareketlerin yanında var olmuştur. Bugün, popülist olarak yaftalayabileceğimiz bu hareketler, talepleri ve eylemleri bakımından ideal örgütlü sınıf temelli hareketlerden genellikle çok daha radikal olmuştur. Britanya’da, Sanayi Devrimi’nin ilk dalgası (bir proto-sanayileşme dönemi) Britanya devleti için en tehlikeli dönemi temsil ediyordu: Merthyr ayaklanması, Caristler, Peterloo. Bu toplumsal başkaldırı dönemi proletarya tarafından değil zanaatkarlar, çiftçiler ve yarı-proleterlerden oluşan bir karışım tarafından yönetilmiştir.

Aslında, dünya genelinde toplumsal değişim ve protestoların büyük çoğunluğu hiçbir zaman proletarya tarafından değil, sınıfın tek başına hiçbir zaman tek odak noktası olmadığı sınıflar arası hareketler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu durum, Küba Devrimi de dahil olmak üzere, ulusal kurtuluş hareketleri, Batı’daki ırk ve toplumsal cinsiyet odaklı sivil hak hareketleri ve Arap Baharı için de geçerlidir. Bugün, çevre hareketleri ve Filistin yanlısı hareketler, grevlerin yıkıcılığını taklit eden doğrudan eylem biçimlerini yeniden üreterek sendika hiyerarşisinden çok daha yürekli bir şekilde devleti ve emperyalizmi hedef almaktadır. Bu hareketler bazen tutarsız olsalar da, hareketlerin birçoğu sermaye ve devlet karşısında salt sınıf temelli hareketlerden daha muhalif olmuştur. Bu, hareketlerin veya ara sınıfların doğası gereği daha devrimci veya ileri olduğunu iddia etmek değil, aksine, kusursuz bir devrimci özne veya örgütlenme yöntemi olmadığının altını çizmektir; proleter hareketler başarısız olmuştur, proleter olmayanlar da.

Sınıf yapısı değişti, buna paralel olarak devrimci özne de değişti. Fakat bu durum, umutsuzluğa kapılmak yerine iyimser olmak için bize alan açıyor. Sorun halkta değil devlete, politikacılara ve savaşa karşı yaygın bir düşmanlık, bunun yanında da yeniden dağıtıcı politikalara kitlesel bir destek mevcut. Belki de geriye dönmeye çalışmayı, bugünün değişmiş, kaotik sınıf yapısı için geçmişin katı araçlarını kullanmayı bırakmamız ve mücadeleyi daha basit bir sınıf yapısı için geliştirilmiş, modası geçmiş siyasi kategorilere, çerçevelere ve örgütlenme yöntemlerine sıkıştırmaya çalışmamamız gerek. Şu anda görevimiz, örgütlenmek için doğru araçları bulmak ve alışık olmadığımız bir düzende kendimize nasıl yer edineceğimizi keşfetmektir.

Çeviren: Dilan Habip
Düzenleyen: Cüneyt Bender
Özgün Metin: Is the Working Class Back?

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler