Arkadaşlarımız Burcu Arıkan ve M. Görkem Doğan yarınki konferansımız öncesi 1+1 Express’ten Anıl Olcan’ın sorularını yanıtladı. Söyleşiyi okurlarımızla da paylaşıyoruz.
Umut-Sen’in 2017’den beri düzenlediği konferansların sekizincisi, “Cesaretle Diren, Holdingcilere Yüklen: Sınıf Cephesi için İleri” başlığını taşıyor. 17 Kasım’daki buluşmanın öncesinde, holdingleri, holdingciliği, devlet-sermaye ilişkisini, emek cephesinin durumunu ve konferansın muradını Umut-Sen’den Görkem Doğan ve Burcu Arıkan’dan dinliyoruz.
Umut-Sen olarak 17 Kasım 2024’te “Cesaretle Diren, Holdingcilere Yüklen” başlıklı bir konferans düzenliyorsunuz. Neden böyle bir konferansa ihtiyaç duydunuz? Holdingleri odağınıza almanızın sebebi ne?
Görkem Doğan: Umut-Sen 2004 yılında Murat Bostancı ve Başaran Aksu’nun Gebze, Sultanbeyli ve Kartal havzasındaki depo işçileri ile ilgili çalışma yaptıkları tarihten beri var. Umut-Sen zamanla “Sendikaların örgütlenmesine aracı olalım” düşüncesinden “mevcut sendikalar bu işi yapamıyor” düşüncesine evrildi. 2015’teki Metal Fırtına’dan sonra bu gerçeklik görünür oldu. Solda ise “İşçiler direnmiyor, işçi hareketi mi kaldı” diye garip tartışmalar vardı. Çünkü sendikal bürokraside solculuktan gelme azımsanmayacak sayıda insan vardı. Türk-İş’te bile genel başkanlık yapanlar vardı. Tümtis EMEP’li Sabri Topçu tarafından yönetiliyordu mesela.
2010’lu yıllardan sonra bu durum azalınca işçi hareketi de azalmış gibi bir algı oluştu. Bu konferansları “Durum öyle değil, sömürü devam ettiği için işçiler tekil de olsa direniyorlar” diye düşünerek yapmaya başlamıştık. Temas ettiğimiz işçi direnişlerinden arkadaşlarımızla Türkiye kapitalizminin çeşitli veçhelerini araştıranları bir araya getirdiğimiz toplantılar yapıyorduk.
O format 2021’de DGD-Sen ve Bağımsız Maden-İş direnişlerinin kitleselleşmesiyle şekil değiştirdi, Ayrıca, 2021’de Bağımsız Maden-İş’in kurucu başkanı Tahir Çetin ile sendikanın öncü üyelerinden Ali Faik İnter’i kaybettik. Onların bize yükledikleri sorumlulukla daha büyük bir konferans organize ettik.
Bu yıl “holdingci” ifadesi Umut-Sen söylemlerine oturdu. Çünkü mücadele holdingler ve sermaye ile sınırlı değil. Sendikal örgütlenmeyi kırmaya çalışan muhbir işçi de, Agrobay direnişinde gördüğümüz “ilerde güvenlik müdürü olurum” düşüncesiyle işçiye saldıran jandarma da holdingci. Kaymakam ve valilerin kariyerleri için de holdingler çok önemli bir yerde. Dolayısıyla, onlar da holdingci. Mesela, Soma Belediye Başkanı çevredeki maden şirketlerinin avukatı. Tabii ki bölgenin mühim avukatıysan bölgenin mühim insanlarını temsil ediyorsun. Dolayısıyla, onlar da holdingci. Mesela, Artvin Hopaspor’un Şehrin Azizleri taraftar grubu çeşitli sermaye gruplarıyla ilişkileniyor, ayrıca bütün taraftar grupları öyle.
Zaten tarikatları ve çeteleri sermaye gruplarından ayrı düşünemiyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı eğitime doğru dürüst bütçe ayırmadığı için okul müdürleri de şirketlerden bağış alıyor. Yani holdingcilik okul müdüründen, taraftar grubuna, tarikatından kolluk kuvvetlerine kadar giden kesif bir ilişkiler ağı. Tabii işin merkezinde ve komuta kademesinde sermaye var. 2023’deki konferansta “düşmanı tanı” demiştik. Bu sene düşmana isim koymuş olduk.
Burcu Arıkan: Umut-Sen’e 2021’deki “Gücünü Kat, Hareketi Yarat” başlıklı konferansla katıldım. Benim gibi birçok insanı Umut-Sen’e katılmaya teşvik eden şey Anadolu’daki küresel fabrikanın örgütlenmesi somutluğuydu. 2023’te “Düşmanı Tanı” konusunda tartışmalar vardı. Düşmanı tanımadan mücadele vermenin mümkün olamayacağı, kişisel öfkelerin örgütlü politik bir öfkeye dönüşmesiyle ilgili bir boşluk olabileceğini düşünüyorduk.
Umut-Sen konferansları “Sermaye çok güçlü” diyerek boynumuzun bükük ayrıldığı toplantılar değil. Aksine, karşımızdaki ilişki ağını tanımlayan, önümüzdeki yılda yapılması gerekenleri tartıştığımız buluşmalar. Bu sene “holdingci güçler” ifadesi çok hızlı yayıldı, Umut-Sen dışında da kullanılır oldu. Bu tesadüf değil. Çünkü sadece patron, şirket ve soyut bir devlet tanımını işaret etmiyor. Kapitalizmin bir ilişkiler ağı olduğunu düşünürsek karşımızdaki gücün boyutunu doğru tarif ediyor, dolayısıyla rasyonel bir karşılığı var.
Son zamanlarda iktidara yönelik “Bunlar ne yaptığını bilmiyor, şuursuzlar” deniyor. Aslında bu bir şuursuzluk değil. İktidarın kâh başarılı kâh başarısız, belli bir işleyiş içinde ilerleyen ve ilişki ağlarını güçlendiren sistemli bir stratejisi var. Bu durum bizlere de bir şey söylüyor. Anadolu’ya sirayet etmiş holdingci güçlerin karşısında yalnız ve kişisel öfkesiyle baş başa kalmış, bu öfkeyi nereye akıtacağını bilemeyen birçok insan var. Holdingci güçlere karşı devrimci bir güç örebilirsek, daha fazla Ali Faik, daha fazla Tahir Çetin ortaya çıkar. “Holdingci güçler” ifadesi bir süredir tam olarak anlaşılamayan bir durumu tarif ediyor.
O anlaşılamayan durum nedir? Türkiye kapitalizminin mevcut işleyişini düşününce holding ne anlama geliyor? Holdingler nasıl bir dönüşüm geçirdiler?
Doğan: Holding Türkiye’de 60’lı ve 70’li yıllarda ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüşmesi sürecinde aldığı bir biçim, eski bir sermaye yapılanma modeli. Bilindiği gibi, holdingler aynı sektörde veya farklı sektörlerde iş yapan irili ufaklı şirketlerin bir çatı altında organize olmasıyla oluşan yapılar.
Türkiye’de holdingleşme epey tutan bir model. Anadolu’daki muhafazakâr girişimciler TÜSİAD’da temsil edilen İstanbul sanayi burjuvazisinin yolundan gittiler. Holding mantığının sermayedarlar açısından çeşitli avantajları vardı. Küçük bir sermaye grubuyla birden fazla alanda faaliyet gösteren şirketleri kontrol edilebiliyorlardı. Türkiye’de sermaye birikiminin bütünüyle devlet merkezli olması da bu yolu açtı.
“Türkiye’de gerçek burjuvazi yoktur” gibi bir şey söylemiyorum. Türkiye küresel kapitalist sistemin bir parçası. “Eşitsiz bağımlı gelişme yasası” uyarınca kendine özgü bir sermaye birikim modeli var. Bu yasanın gereği olarak da bir alanda uzmanlaşmış bir sermaye grubu değil, siyasal bağları üzerinden inşaat, maden ve savunma sanayi gibi çeşitli kârlı sektörlere el atabilen bir yapı. Bu sektörler zaman zaman değişir. Mesela holdingler bir ara turizme çok meraklıydı, otel sahibi olurlardı. Bir ara devletle ilişkileri üzerinden medya kuruluşlarına sahip olmaya çalıştılar. Sonuçta, bir sermaye grubunun devlet desteği nerede bir kârlılık yaratılıyorsa oralara giren bir sermaye örgütlenme biçimi holding. 90’lardan sonra ortaya çıkan Anadolu Kaplanları denen sermaye grupları da benzer bir şeyi yaptı. Anadolu sermayesi ilk olarak bazı Avrupalı markalara fason üretim yapan tekstil şirketi olarak başlamış veya kârlı olan inşaat sektörüne yatırım yapmış olabilirler. Ama muhakkak hükümettekilerle bağlantıları üzerinden dönemin kârlı işi neyse ona atlarlar. Bu bir zincir.
Nasıl bir zincir?
Doğan: Aşağı doğru genişleyen bir zincir. Holding mantığı OSB’lerdeki küçük girişimciye bir “vizyon” sunuyor. “Sen de böyle büyüyebilirsin. Bugün AKP ilçe teşkilatının, yarın Beştepe’nin muhatabısın” diyebiliyor. Margaret Thatcher’dan beri kapitalizmin popülerleşmesinde bir rolü var holdinglerin. Küçük sermayedarların hayal dünyasını gıdıklayan da bir şey holding. Holdingler sermaye kontrolü açısından ve işleyişte yarattığı rahatlıklardan ötürü “büyülü” bir kavram. Bu bakımdan kozmolojisi kuvvetli.
Bu hayal KOBİ’leri nasıl dönüştürüyor?
Doğan: KOBİ’lerin öykündükleri Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi figürler 1950’li yıllarda holdinglerini kurmuşlar. Daha sonra Ülkerler de benzer bir yolu izleyerek holdingleşmiş. Aslında KOBİ’ler fason üretim marifetiyle küresel üretim bandının bir parçası, Anadolu’daki küresel fabrikaya bağlı. Tedarik zincirlerinin parçası olduğu ölçüde KOBİ denen şey bir holdingin parçası. Mesela, “Bursa’da Renault fabrikasında otomobil üretiliyor” diyoruz. Ama artık otomobil 60’larda Paris’te üretildiği gibi üretilmiyor ki. Bursa’daki Renault fabrikasının bir sürü taşeronu var, Gebze’de plastik aksam üreten KOBİ’ler var. Eski fabrika sisteminde o adam belki de Renault fabrikasında formen olacaktı. Ama şimdi 50 kişiden sorumlu bir KOBİ yöneticisi olabiliyor.
19. yüzyılda fabrikayı merkezileştirmek sermaye açısından bir kârlılık mantığıydı. 21. yüzyılda fabrikayı dağıtmak hem kârlılığı arttırmanın hem de ideolojik yayılmanın bir yolu. Çünkü herkese kapitalist olma hayali kurduruyorsun. Örneğin, DESA 2000’lerin başında Prada çanta üretiyordu. Ama bugün DESA bir marka. Bir sürü KOBİ marka olmayı beceremese de hayalini kuruyor.
Göreli bir bağımsızlığı var KOBİ’lerin. Bu bağımsızlık çoğu zaman sözde, ama yeterince yırtıcı olabilirlerse, yükseliyorlar. Türkiye artık sadece Ford mümessili Koç Holding üzerinden dünya pazarına bağlı değil. Kayseri’deki KOBİ üzerinden de dünya pazarına bağlı.
Arıkan: Holding kavramını düşününce aklıma coğrafyaya yayılma özgürlüğü geliyor. Mesela, küçükten büyüme hikâyesi yazan, yerli ve milli söylemini çok iyi pazarlayan, Antep’te büyüyen Sanko enerji, inşaat, maden gibi farklı sektörlere girebiliyor. Holding çatısının sermaye açısından yarattığı bir rahatlık var. Girdiği her sektörde yazdığı pazarlama hikayesiyle hikâyesini baştan kurabiliyor. Antep’teki tekstil işinde yerli milli hikâye anlatırken, enerji yatırımlarında Avrupalı şirketlerle kurduğu ortaklıklarla övünebiliyor.
Holdingler özellikle son zamanlarda güçlenen bir şekilde OSB’lerde daha örgütlü hareket ediyorlar. OSB’lerdeki küçük işletmelere rol model olurken aynı zamanda o işletmeleri kontrol altına alabiliyorlar. Bu durum işçiler direnişe başladıklarında patronların çok hızlı bir şekilde haberleşmesini ve beraber hareket edebilmesini sağlıyor. Holdingler bu ağlarla güçlendikçe hukuki ve bürokratik etkileri de artıyor. Holdingler temas ettikleri coğrafyaları biçimlendirdikleri bir güç kuruyorlar. Fernas’ın arkasından Koç Holding’in çıkması olağan bir durum. Holdingler birbirileriyle çok rahat bir şekilde çalışıyor. Farklı sermaye biçimlerini temsil ediyormuş gibi davranırken birbirleriyle ortaklıklar kurabiliyorlar.
“Fernas’ın arkasından Koç Holding’in çıkması olağan” dediniz. Öteden beri TÜSİAD ve MÜSİAD gibi sermaye gruplarının çatıştığı düşünülür. Günümüzdeki sermayedarlar arasındaki çatışma nasıl bir boyutta?
Doğan: Sermayedarlar kârlılık açısından birbirleriyle çatışır, ama iki temel konuyu es geçmeyelim. Bunlardan biri, Türkiye’nin diğeri kapitalizmin genel durumuyla ilgili. Para havadan gelmiyor, belli bir sermaye gücüne sahip olmanız lâzım. O güç de Koç, Sabancı gibi büyük firmalarda var. Fakat devletle iş yapmadığınız zaman büyük kârlar da oluşmuyor. Dolayısıyla, ortaklığı sistem dayatıyor.
Ancak, bu durum sermayedarların kendi aralarında bir çekişmenin olmadığı anlamına gelmez. Nakdi sermaye ve küresel piyasalara erişim bağlamında Koç’un getirdiği avantajlar var. Ama Koç’un da maden izinlerinin verilmesi gibi konularda Fernas’a ihtiyacı var. Fernas yeteri kadar büyürse Koç Holding’le çatışabilir. Bu bakımdan sermayenin doğal rekabetçi tutumunu kafamızdaki kültürel savaşla birlikte düşünmek anca kendini rahatlatmaktır.
CHP’lilerin içinde “Koç bizim tarafımızda” diye bir eğilim var. Vehbi Koç CHP üyesiydi. Sonuçta CHP kalkınmacı bir parti, içinde sermayedarların olması normal. Ama kültürel yakınlıklarımızdan dolayı onlar gibi düşünmeye başlarsak kendimizi yanıltılırız. Bu işlerin ardındaki temel yasa kapitalist üretimin temel yasaları. Türkiye kapitalizminin yapısından ötürü bir işbirliği dayatılırken belli bir boyuta geldiklerinde bu sermayedarlar rekabet de eder. Nitekim, Koç’un elinden bazı savunma sanayi yatırımlarını aldılar. Bu normal. Devletin varlığı bu rekabeti düzenlemek, daha kârlı hâle getirmek. Bunun hepsi kapitalist rekabetin doğasına içkin. Mesela, Kalamış Marina’nın işletmesini Koç’tan alıp başka bir sermaye grubuna verilmesi de bir madendeki ortaklık da kârlık arayışıdır. İşin doğasındaki çatışma da işbirliği de aynı dinamikten kaynaklanıyor. Bunlara başka anlamlar yüklemek orta gelir grubundaki insanların kendi kafalarındaki mahalle kavgalarını sermaye-sermaye ve emek-sermaye arasındaki ilişkilere atfetme çabası. Ama bunun bilimsel karşılığı yok.
Devletin rolüne değindiniz… Geçmişte, devletin sermayeye ilişkin düzenlemelerini bazen toplumun lehine yaptığı görülürdü. Bu durum tedrici olarak ortadan kalktı. Devletin göreli özerkliğinin aşındığı, sermayenin alanını genişlettiği koşullar bize ne söylüyor?
Doğan: Neoliberal küreselleşme öncesindeki Keynesçi refah devletlerinin hakem rolünü oynamaya dair bir eğilimi vardı. Bunun gerçek olmadığı kolaycılığına kaçmak istemem. Ama hem 19. yüzyılın sonundan itibaren gelen işçi sınıfı hareketinin gücünün dayattığı hem de ulusal sermayeler arasındaki rekabette sermaye tarafından bütünüyle yakalanmamış devletler görülüyordu.
Neoliberal küreselleşme dünyasında ulus devletin güç kaybettiği çok tartışıldı. Avrupa Birliği gibi ulus-aşırı bölgesel yapıların ulus devletin yerini alabileceği, çünkü küreselleşmiş sermayenin ulus devlet sınırlarında düzenlenemeyeceği gibi tartışmalar 90’lı yıllarda yapılıyordu. Ama o zamanlarda da bir distopya olarak şirketler dünyası, Blade Runner gibi bir tekno-distopyanın insanlığın gerçeği haline gelmesi tartışılıyordu.
Elon Musk ve Donald Trump ilişkisi ve daha arkada duran Peter Thiel gibi figürler bu tür distopyaları yeniden düşündürüyor. Dolayısıyla, günümüz devletleri ne Türkiye’de ne de başka yerlerde tarafsız olma baskısı hissediyorlar. “Eskiden devletler tarafsızdı-tarafsız değildi” tartışmasının dışında o zamanın yapısal koşulları başka türlü bir devlet mimarisi dayatıyordu. Günümüz sermaye birikim rejimi daha farklı bir devlet mimarisi dayatıyor.
Nasıl bir mimari?
Doğan: Bir örnek vereyim. ABD’de ilk önce güvenlik birimi olarak FBI yoktu, Pinkerton dedektiflik bürosu gibi özel şirketler vardı. Bu dedektiflik büroları maden ve demiryolu patronlarıyla işçilere karşı mücadele veriyordu. Daha sonra FBI kuruluyor. FBI aynı görevi alıyor, ama doğrudan doğruya şirketlerin görevlendirdiği bir güvenlik şirketi değil. FBI bir devlet kurumu olarak davranıyor. Şimdi bütün dünyada özel güvenlik işinin yeniden yükseldiğini görüyoruz. Bu küresel bir durum. Devletin yapısı neoliberal küreselleşmeyle değişiyor. Bu dönemin devlet mimarisi şirketlerle iç içe geçmek durumunda. Yanis Varoufakis’in tekno-feodalizm gibi kavramları tartışmasının arkasında da böyle bir dönüşüm var.
Bu bağlamda Türkiye’ye özgü bir durum yok mu?
Doğan: 2005’te İtalya’ya gittiğimde Türkiye’nin daha ileri kapitalist bir ülke olduğunu fark etmiştim. Türkiye, belki de geriden gelenlerin daha hızlı gitmesinden ötürü, yeni kapitalizme eklemlenme bakımından bazı ülkelerden çok daha ileride.
Arıkan: “Düşmanı tanı” refleksiyle Resmi Gazete’yi düzenli takip edip okuyorum. Düşmanın kullandığı dilde bir farklılaşma görüyorum. 2012’den sonra HES’lerle başlayan, madenlere kadar uzanan geniş bir kamulaştırma kararları sayısının hızla artması ve amaçlarının çeşitlendiği görülüyor.
Dilde nasıl bir değişim görüyorsunuz?
Arıkan: En son okuduğum bir kararda, “yatırımcıların acil ihtiyaçları için parsel tahsisi” diye yazıyordu. Resmi Gazete’de açıkça “sermayeye arazi tahsis ediyorum ve artık hiçbir şeyin arkasından dolanmıyorum” diyor. 90’lardan beri kamulaştırma var, ama kamulaştırmaları eskiden daha dolambaçlı yollardan yaparlardı. Önce araziyi hazineye devredip ardından sermayedarlara verirlerdi. Şimdi her şey daha açık, daha doğrudan. Mesela, bir sanayi odası “Bizim şöyle bir ihtiyacımız var” diye açıklama yaptıktan sonra Resmi Gazete’de o ihtiyacın giderilmesiyle ilgili bir karar çıkıyor.
Sermayeyi ve yatırımcıyı çok açık bir şekilde gözettiğini ifade eden bir devlet lûgatı var artık. Mesela, “maden için acele kamulaştırma” ifadesi yerine, “Sanko Holding’e acele kamulaştırma” diyebiliyorlar. Ayrıca, devlet okullarına yeterince ödenek verilmediği, sağlık hizmetinin özelleştirildiği sürece baktığımızda, devletin bu kurumları da bir sermaye ilişkisinin içine itmek istediği görülüyor. Sağlık hizmetinden yararlanmak veya çocuğunu okutmak istiyorsanız sürekli sermaye ilişkilerin içinde kalmaya zorlanıyorsunuz.
Evet, devlet sermayenin işini kolaylaştırıyor, ama yaptığı bir şey daha var. Halkın temel hizmetlerden faydalanması için sermayeye muhtaç hale gelmesini de örgütlüyor.
Bahsettiğiniz doğrudanlığı Cengiz Holding’in Kazdağları’ndaki bir milyon ağaca göz dikmesinde de görebiliyoruz. Safların bu kadar netleştiği bir ortamda yaşam alanını koruyan köylülere veya hakkını arayan işçilere yönelen şiddetin boyuta da dönüşüyor, öyle değil mi?
Doğan: Kamu yönetimi hocası olmanın getirdiği tecrübeyle cevap vereyim. İlerde kaymakam veya emniyet müdürleri olacak insanlar bizim okulumuzdan geçiyorlar. Devlet memurları kariyerinde nasıl yükseleceğini bilir, yükselmesi için ne gerekiyorsa onu yapar. Sermaye birikiminin önünü açmak günümüzde kariyer basamaklarını tırmanmak için çok kritik. Hatırlarsınız, Erdoğan da “Bizi eleştiriyorsunuz ama, bir sürü grev erteledik” demişti.
Fakat Türkiye’ye özgü bir durum var. 1990’larda “Türkiye bir hukuk devleti değil, kanun devleti” denirdi. Dolayısıyla, “Türkiye’de kanunlar uygulanıyor, ama bunlar evrensel hukuk standartlarında değil” diye düşünülürdü. Ama artık Türkiye kanun devleti bile değil, ferman devleti. Ferman bir emirdir. Emirler de şahsa özel olur. Mesela, “her vatandaşın seyahat özgürlüğü vardır, ama buraya işçiyi sokmayacaksın” dendiği zaman polis de bunu uygular. Türkçedeki en büyük oksimoron kanunsuz emirdir. Çünkü kamu görevlileri açısından emir kanundur. Memurlar yaptıklarının anayasaya uygun olup olmadığına bakmaz. Mesela, Fernas’ın güvenlik müdürü bir emekli albay. Şimdilerde albaylık yapan biri de ilerde başka bir şirketin güvenlik müdürü olmak isteyecektir. Dolayısıyla, hukuk devleti olmama sorunumuzun artık bir kanun devleti de olmama sorununa dönüşmesi söz konusu. Bu yüzden amirler de kariyerlerini düşünüp sermaye kesimleriyle yakın olmayı tercih ediyorlar. Dolayısıyla, kolluk amirinin şirketin güvenlik görevlisinden farkının kalmadığı bir tablo bu.
Bu durum yurttaşlık hukuku açısından da tuhaf değil mi?
Doğan: Tabii, öyle. Hâlâ eski yurttaşlık mefhumuna sahip yurttaş açısından bu inanılmaz bir şey. Son dönemde daha yaygın bir direnme eğilimi görüyorsak bu biraz da yurttaşlığın ahlâk ekonomisinin yıpranmasından kaynaklı. Yurttaş bu aşınmaya büyük bir tepki veriyor. Çünkü buna inanamıyorlar. Yurttaşlar hâlâ bazı temel haklarının olduğunu düşünme eğiliminde. Dolayısıyla, yurttaşlık haklarının işlememesini kavrayamıyorlar. Bunu net bir şekilde Gezi’de gördüm. Biz solcular polisten hızlıca kaçarız. Çünkü biliriz polisin ne yapacağını. (gülüyor) Yurttaş kaçmaz, durur. “Ben zaten yanlış bir şey yapmıyorum ki” diyedüşünür. İşçiler de “Mahkemeye gidiyorum, beni dinlemiyorlar. İnsan kaynakları müdürü ve hâkim birlikte yemek yiyor” diyor. Bazı işçiler ne kolluğun ne valinin ne de hâkimin tavrını anlayabiliyor. Kendisini eşit yurttaş olarak gördüğü için anlayamıyor. Ne yazık ki, bir ferman devletinde eşitlik söz konusu değil. Millet-devlet diye anlatılan hikâyenin devlet-sermaye birliği olduğu görüldükçe yurttaşlarda beklemediğimiz tepkiler oluşuyor.
Arıkan: Deprem sonrası çıkan KHK’ler kanunlaştı mesela. Onlar OHAL kararnamesi, ama kanuna dönüştüler. Çıkan kanunun içeriği de “Ben bunu böyle yapacağım. Önümdeki engelleri kaldıracağım” diyor. Önceden bir direnişe kolluğun saldıracağını bilirdik. Ama “evini yıkmaya kollukla geleceğim” diye kanuna yazılmazdı.
Bu şiddetin bir tezahürü olarak Hopa’da yaşam alanını savunan Reşit Kibar öldürüldü. Bu dönüşümün nedeni ne?
Arıkan: Bu durumu Anadolu’daki küresel fabrikayla ilişkilendiriyorum. Sermaye bütün ilişki ağlarını kullanarak kırsala yığıldı. Anadolu’nun her metrekaresinde proleterleşme ve toprak gaspı çok hızlı bir şekilde ilerliyor. Mesela, Amasya-Çambükü’nde topraklarının OSB olmaması için direnen köylüler kazanıyor. Devlet bir süre ara verip tekrar Çambükü’nü almak için geri geliyor. Çünkü devlet “Anadolu’da küresel fabrika inşa edilecek. Bu süreç tamamlanacak” netliğiyle yükleniyor.
Sermayenin basıncı ve hız talebi yüksek. Sanayi odaları hükümete “Acele kamulaştırma yeteri kadar acele değil. Biraz daha acele edin” diyor. Eskiden insanların bir özgüveni vardı. En azından oylarıyla hükümeti tehdit ederlerdi. Vatandaşa sürekli “umurumda değilsin” tavrı hissettiriliyor. Bu durum insanlarda öfke uyandırıyor. Yurttaşlık hakları askıya alınmış.
Bu iki durumun yaratacağı çatışmanın derinleşeceğini düşünüyorum. Çünkü uluslararası kapitalizm içindeki Türkiye’den beklenti de yüksek. Bazı işçi havzalarındaki patronların birbirini arayıp “Bu sendikaya kazandırtma” dediğini biliyoruz. Havzaların tetiklenmesinden korktukları için direnişlerin önünü şiddetle kesmeye çalışacaklar.
Ama bir çelişki de var. Toplumda “işçiye el kalkmaz” diye yerleşik bir düşünce var. İşçiye el kaldırmanın negatif bir anlamı olduğu için mümkün olduğunca yıldırmak, süreçleri uzatmak, bıktırmak isteyecekler. Bu yüzden sermaye açısından militan mücadele ürkütücü. Mesela, Çankırı’da grev süren bir fabrikada işçiler grev çadırının önünden geçmesin, birbirlerini görmesinler diye, patron işçi servislerinin güzergâhlarını değiştirmişti. Patronların korkuları büyük. Şiddetin giderek yükselmesinin nedeni hem bu korku hem de işçilerin kararlı mücadelesi.
Sıkça atıf yaptığınız “Anadolu’daki küresel fabrika” nedir? Anadolu’daki küresel fabrikanın güncel durumunu nasıl tarif edersiniz?
Doğan: “Anadolu’daki küresel fabrika” sosyolog Metin Özuğurlu’nun doktora tezinde kullandığı, teorik olarak çok kuvvetli bir kavram. Günümüz Türkiye’sinde kırsal diye bir şey yok. Kemal Kılıçdaroğlu seçim çalışmaları sırasında Maraş’ı kırsal bir yer olarak tarif ediyordu. Halbuki deprem vurmadan önce Maraş bölgenin en büyük lojistik merkeziydi. Antep eskiden beri bir sanayi merkezidir.
Bugün Türkiye’de OSB’si olmayan tek il Artvin, ona da inşa ediliyor. Bazı şehirlerde iki-üç OSB var. Çerkezköy gibi eskiden küçük bir yerleşim yeri olan yerler sanayi sayesinde inanılmaz bir şekilde büyüdü. 90’lardaki Anadolu Kaplanları dalgası dünyaya bir tür sanayileşme olarak anlatıldı. Bizim gibi X kuşağından insanlar için sanayileşme refah anlamına gelir. Oysa bu kalkınma yaratmayan bir sanayileşmeydi.
Dani Rodrik hocanın yeni tartışmaya başladığı premature deindustrialization (erken sanayisizleşme) diye bir kavram var. Nasıl ki küresel kuzey sanayisizleşip Çin’e gittiyse, Çin’in de sanayiyi hızlıca Tanzanya gibi yerlere kaydırdığını görüyoruz. Kalkınma yaratmayan, işçi bilinci oluşturmayan, kapanan fabrikaların AVM’ye dönüştüğü bir sanayileşme yaşandı.
Tabii, bu sanayileşme ilk anda bir refah etkisi yaratıyor. Kırsalda yokluk içindeyken kente gelip ücretli iş buluyorsun, kentin olanaklarından yararlanabiliyorsun. Veya kent sana geliyor.
90’lı yıllardan 2010’lara kadar bu sanayileşme bir refah etkisi yarattı. Bu durum siyaseti de değiştirdi. AKP’nin yükselişini Anadolu’daki küresel fabrikadan ayrı düşünemeyiz. Sanayi muhakkak toplumsal ilişkileri değiştiriyor. Kırsaldan kopma, ücretli çalışmaya başlamak, kent nüfuslarının artmasının yarattığı dönüşümler var. Tarım nüfusu iyice daraldı. Bu bütünüyle bu coğrafyanın sosyal ve ekonomik ilişkilerini değiştiren bir şey.
Anadolu şehirlerinin hepsinde TOKİ estetiğini görebilirsiniz. Şırnak’ın Bağcılar’daki bir semte benzemesi sizi epey şaşırtır. Van’da kendinizi Güngören’de geziyormuş gibi hissedebilirsiniz. Sanayi işletmelerinden kentleşmeye, tüketim kalıplarına bir tektipleşme söz konusu. Tabii bu tektipleşme Türkiye’yi aşan bir şey.
Arıkan: Anadolu’daki küresel fabrikanın kentsel bağlamı da çok kritik. Kent literatürü kendi yenileyemedi. Kabaca özetlersem, hâlâ kent tartışmaları köyden kente göç bağlamında yapılır. Son 10-15 yılda kentlerde yerinde işçileştirme süreçlerini görüyoruz.
Türkiye’de 360 tane OSB var. Her ilde birden fazla OSB’nin olduğu, buna paralel olarak tarım arazilerinin gasp edildiği bir gerçek. Bu süreç sadece yeni maden alanları ve OSB açmaya yaramıyor. Kendi geçimlik üretimini yapan köylüyü yok eden, onu ücretli çalışmaya mahkûm eden bir sistem bu.
Sistem bölgedeki üretim ilişkilerini bozup sonra kendine bağlayan bir ilerleme içinde hareket ediyor. Dolayısıyla, kırsaldaki insanların şehirlerinde OSB açılmasına karşı çıktığını görmüyoruz. Mesela, Çambükü’nde insanların geçimini sağladığı bir bamya üretimi var. Bu yüzden insanlar kendi koşullarını koruyabilmek için direniyor. Ama kendine yeterli olan sistemin yok edildiği yerlerde “OSB açılmasın” tepkisi gelişmiyor.
Büyük kent dediğimiz yerler artık 1980 öncesinin kentleri değil. Şu an İstanbul’a gelip tutunmak da eski göçe benzemiyor. Artık İstanbul gibi büyük şehirlere gelindiğinde, öğrencilerin 7-8 kişi bir evde yaşadığı, geçinmenin imkânsızlaştığı bir gerçekliğin içindeyiz. CHP’nin 2023’te İzmir’de yaptığı iktisat kongresinde ve AKP’nin söylemlerinde de rastladığımız bir taşraya yayılma, taşrayı kentleştirme söylemi var. Bu yüzden her kentin merkezinin dışında TOKİ eliyle küçük küçük başka merkezlerin oluştuğunu görüyoruz.
Buralar klasik merkez-çeper okumasının da dışına çıkmaya başlıyor. Çünkü o küçük merkezler kendi dinamiklerini oluşturan bir kurguya kavuşuyor. KYK yurtlarının, Şehir Hastaneleri’nin, üniversite kampüslerinin bu küçük merkezlere kurulmasının bir bağlamı var. Şehirlerin büyüdüğü, sermayenin mekânsal olarak da sıçrama yaptığı bir dönemdeyiz. Sermaye her şeyi büyütüyor. Büyütürken kırsaldaki tarım topraklarını alıyor. Bu toprakları ya endüstriyel tarıma ya da sanayiye katıyor.
Agrobay’ın sitesinde “Neden burası?” diye bir bölüm var. O bölümde “Bakırçay Havzası’nda hem jeotermal enerji hem de hazır işgücü var” deniyor. Agrobay özetle “Onların toprağını alıp endüstriyel tarıma başlarsam, yöre halkı o işi benim için yapar” diyor. Bu yerinde mülksüzleştirme ve proleterleştirme. Köyden, kırsaldan kopup şehre gitmekle bulunduğun yerde seni kuşatan ilişki ağlarının içinde proleterleşmek başka şeyler. Dolayısıyla, bunun nasıl örgütlenmesi gerektiği de ayrı bir soru.
Karşımızda yeni bir manzara olduğunu söylüyorsunuz. Bu, eski kavramların kentleri ve sermayenin yayılmasını pek açıklayamadığı bir manzara. İrili ufaklı işçi direnişlerinin bir türlü birleşemediği bu manzarada emek cephesinin örgütlülüğü ne durumda? Şehirleri, sermayeyi eski kavramlarımızla düşünmemiz zorlaştığı gibi, örgütlenmeyi de eski kavramlarımızla düşünemeyeceğimiz bir haldeyiz…
Doğan: Mesela, İnşaat-İş “6356 sayılı kanuna göre iş kolunda yetki tespiti gibi işlerle uğraşmayıp doğrudan patrona çökeceğimiz bir mücadele anlayışıyla çalışan bir sendika olamaz mı?” diye düşünen arkadaşlar tarafından kuruldu. Öğretmenlerin yarı yıl tatilini gasp eden özel eğitim kurumlarını basan ve bu anlayışın sendikasını kuran Özel Öğretmenler Sendikası da bir örnek. Bu tür kurumsallıklarda bir yenilik var.
Daha ötesi için “gelin birlikte tartışalım” demek dışında bir şey söyleyemiyoruz. Umut-Sen konferanslarının varlık sebebi zaten “bu tabloyla nasıl mücadele edeceğiz?” sorusunu tartışmak. Yeni bir örgütlenme modeli konusundan emin değilim, tartışma o düzeyde değil. Ama yeni kurumsallıklara ihtiyacımızın olduğu açık. Eski sendikaların, konfederasyonların, sendikal mücadele anlayışlarının yaratığı tecrübenin yanında yeni kurumsallıklara ihtiyaç var.
Yeni kurumsallıklar da ancak güncel mücadelelerin içinden doğacak. Konferansa davet edip söz vereceğimiz sendikalar bu mücadelelerin içinden neşet eden sendikalar. Mevcut sendikalarda örgütlenmeyi deneyip bunların kendi gerçeklikleriyle bağının olmadığını görüp kendi sendikalarını kurmaya çalışan madencilerin sendikası Bağımsız Maden-İş tipik bir örnek. Benzer bir şeyi PTT-Sen için de söyleyebiliriz.
Yeni kurumsallıklar yeni bir örgütlenmenin öncüsü müdür, değil midir? Tarih bu soruyu bize sorduysa da çok farkında değiliz. Daha köklü bir biçimde, “bu dönemin örgütlülüğü ne anlama gelir, bu devirde örgütlü insan nasıl biridir?” gibi soruları henüz soramadık. Ama sormak gerekiyor. Bir avuç insan “holdingci güçler” dediğimiz büyük bir yapıya karşı mücadele ettiğinde bu tür şeyler çok fazla olamıyor. Çünkü güncel ve yakıcı meselelerle ilgilenirken kurumsal olanı düşünmek zorunda kalıyorsunuz. Bu ancak konferansa daha çok insanın gelip tefekkür etmesiyle mümkün olabilir. Çünkü bu tür şeyler ancak soyutlama ile yapılabilir. Pratiğin çok fazla içinde olduğumuz için soyutlamalardan yeterince nasiplenemiyor olabiliriz.
Arıkan: Fiili arayışları olan sendikalar “Nasıl örgütlenmeliyiz?” sorusunun peşinde yürüyorlar. Onların da hazır bir cevabı yok. Ama mevcut hal ile olmadığını ve başka bir şekilde olması gerektiğini görüyorlar. Bu arayışın peşinde bir şey inşa etmeye çalışanlarla bir araya geleceğiz konferansta.
Aslında bu sene tekil direnişlerin arayışlarını birbirleriyle ortaklaştırmaya başladıklarını gördük. Sanıyorum bu konferanstan sonra bu ortaklaşma daha görünür olur, daha detaylı tartışılır. Herkesin sıkışmış, izole hissettiği hayat gerçekliğini birlikte düşünerek yırtabiliriz.
Doğan: Mesela Birtek-Sen Antep’teki yeni durumu görerek kuruldu. Birtek-Sen’in kurucularından Mehmet Türkmen’in daha önce DİSK Tekstil sendikasında mücadele etmişliği var; mevcut sendikaların güncel durumla mücadele etmekteki zafiyetlerini görüp Birtek-Sen’in kuruluşuna önayak oldu. Keza Tahir Çetin’in Dev Maden-Sen de bir mesaisi olmuştur. Dolayısıyla, o sendikalarla olmayacağını görüp kurumsal düzeyde bir yenilik yaptılar. Peki, bunun ardından ne gelecek? Tabii ki daha derin tartışmaların yapılması gerekir. Hâlâ kaynaklar bakımdan zayıf pozisyondalar. Konferansın amaçlarından biri de kaynakları çoğaltmak.
Umut-Sen’in Ankara’daki panelinde konuşan Bağımsız Maden-İş örgütlenme uzmanı Mert Batur Fernas direnişinin büyük emeklerle sürdürüldüğünü söyledi. Bu kadar büyük emeklerle sürdürülen Fernas direnişi zaten olması gereken şeyleri talep ediyordu…
Doğan: Doğru.“Kazandık” diyoruz, ama 1968 yılındaki Derby işgalinin kazanımları gibi değil bunlar. Bu yüzden “yurttaşlıktan kovulma”dan bahsettim. İşçi sınıfı mevcut durumda temel haklarını almak için mücadele etmek zorunda.
Arıkan: Mevcut şartlarda normal bir ücret almak, işçi sağlığı ve iş güvenliği talep etmek epey kavga gerektiriyor. Mesela, artık sekiz saat çalışmak çok küçük bir kesimin kazanımı, lüks artık. Direnişteki işçiler sıklıkla “Direnirken insan olduğumu hatırladım” der. Yurttaşlık kovulmayı tersine çevirmek böyle hissettirir çünkü. Bu kazanımlar küçük olabilir, ama işçilerin var oldukları yerlerde kendilerini örgütlemesi bize bir yol gösteriyor. Bu “geri kazanım”lar için direnmek işçiye kendisini yeniden insan hissettiren şeyler.
İşçi sınıfının daha cüretkâr talepler üretebilmesi için nasıl bir düzleme ihtiyaç var?
Doğan: Emek cephesinin bir sendikal bir de siyasi boyutu var. Metin Özuğurlu’nun “zombi sendikalar” diye ifade ettiği, ölmüş, ama öldüğünün farkında olmayan sendikal yapılanmalar var. Bu sendikalar yeni hakikatin farkında olmadıkları için somut duruma bir etkileri yok. Çoğu dernekçilik faaliyeti yapıyor.
Ama bu sendikalar siyasi bağlantıları üzerinden hâlâ bazı şeyleri çözebiliyor. Dolayısıyla, örneğin Genel-İş bir güç, büyük kaynakları var. Türk Metal imalat sanayinde bir tür eski sendikacılığı yapıyor, ama onu ilerici güçler arasında saymak mümkün değil. Ayrıca, işçi sınıfının öncü bölüğünü 1980 darbesinden beri cendere altında tutmakla görevli. Hak-İş’e bağlı sendikalar bir sendika mı, yoksa sendikalar kanuna göre kurulmuş insan kaynakları şirketleri mi, tartışılır.
Aslında esas sorun siyasi alanda. 90’ların ortalarında solun klasik siyasi merkezleri zayıfladı. Zayıfladıkça, “dörtlü” diye tabir ettiğimiz, 2000’lerin 1 Mayıs’larını düzenleyen DİSK, KESK, Tabip Odası ve TMMOB’un arkasında dizilmeye başladık. Onlar da görevlerini yerine getiremeyince sınıf mücadelesi ortada kalmış oldu. Kimse o alana hamle etmiyor, risk almak istemiyor. Dolayısıyla, kabaca “diktatörlük yıkılsın, İmamoğlu gelsin, bakın o zaman nasıl sol muhalefet yapacağız” gibi karikatürleştireceğimiz bir tarz hâkim. Kafamızı kuma gömüyoruz. İşçinin aldığı inisiyatife bile uzak duran bir siyasal hat var.
Bunun temizlenmesi gerekiyor, ama eski arkadaşlarımızla polemik yapmak bir yere kadar. Polemikten bir şey çıkmıyor, yaparak göstermek lazım. Ama şimdilik DGD-Sen, İnşaat-İş, PTT-Sen, Özel Öğretmenler Sendikası, Kataş-Sen, Tomis, Dev-Tekstil, Mağaza Market-Sen, Enerji-Sen’in yan yana geldiği, sol basının “mücadeleci sendikalar” olarak adlandırdığı yeni kurumsallıkları ortaya çıkarmak kadar olabildi. Bunun daha hızlı ilerlemesi lâzım. Yoksa sistemi zorlayacak reformları talep etme kapasitemizi iyice kaybedeceğiz.
Bu bakımdan büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Bizim bir programa, neoliberal küreselleşme döneminde kârlılık gibi şeylerin devam ettirilemeyeceği, sistemi sıkıştıracak taleplere ihtiyacımız var. Bu talepler doğrudan doğruya işçi hareketinden çıkmaz. Bir siyasi müdahale gerekir. DİSK 1960’larda Maden-İş ve Lastik-İş’in farklı mücadele pratikleriyle ortaya çıkıyor. Günümüzde henüz böyle bir hareket yok. Kuşkusuz yeni bir siyasal zeminin ortaya çıkması gerekiyor.
Ama Umut-Sen olarak bazı siyasi ilkeler öne sürüp “Bunlar çerçevesinde örgütlenmeliyiz” dediğimizde karşılığı ne kadar olur, muamma. Zaten bu konferans gibi zeminleri beraber tartışmayı tetiklemesini ümit ederek organize ediyoruz. O yüzden Umut-Sen dışından da arkadaşlarımıza ulaşmaya çalışıyoruz. Mesela Birtek-Sen EMEP’li arkadaşlarımızın sendikası, onları her zaman davet ediyoruz. Bu tür şeyler bakışımlı hale geldiği zaman bir siyasal zemin oluşabilir. Çünkü her siyasal zemin aslında bir diyalog zeminidir, öncelikle konuşabilmek lâzım.
Arıkan: Siyasi alanda sınıf ekseni siyasal olmayan bir şey olarak görülüyor. Bu duruma İBB direnişinde şahit oldum. O direnişte İBB içindeki sermaye ilişkilerini teşhirden dolayı atılan tek bir kişi vardı ve genel kanı bir tek onun işe alınacağı yönündeydi. Günün sonunda herkes masaya oturabildi, ama sadece İBB’nin içindeki sermaye ilişkilerini teşhir eden arkadaş masanın dışında kaldı. Hatta masa o arkadaşın dışarda kalması koşuluyla kuruldu. O zaman “Evet, sınıf siyaseti siyasal bir şey” dendi. Mesela, Fernas işçilerinin Ankara’daki Kurtuluş Parkı’na gelmesi çok kritikti. Fernas işçilerinin etrafında örülen dayanışma merkez sola sınıf siyasetini hatırlatan bir şey oldu. Sınıf siyaseti kurumsal siyasetin uzun zamandır gündeminde bile değildi. “Soma’dakiler de AKP’ye oy vermiş” gibi özetleyeceğim bir muhalefete karşı, AKP’ye oy vermekle suçlanan işçilerin TBMM’ye girmeye çalışmasının denklemi tersine çeviren bir tarafı oldu.
Son söz?
Arıkan:“Sınıf mücadelesine nasıl katkı sunabilirim?” sorusunun cevabını Umut-Sen konferansı somutluyor. Konferansın yarattığı tanıştıklık sınıf mücadelesine katkı sunmaya teşvik ediyor. 17 Kasım’da bir araya gelelim ve holdingci güçlerle nasıl mücadele edeceğimizi birlikte konuşalım. Çünkü çoğalmak gerekiyor.
Kaynak: 1+1 Express
Söyleşi: Anıl Olcan