17 Kasım Pazar günü “Sınıf Cephesi İçin İleri” başlığı ile gerçekleştirdiğimiz konferansımızda konuşan Araştırmacı-Gazeteci Bahadır Özgür’ün “Kahrolsun holdingler, yaşasın işçi sınıfı!” başlıklı konuşmasını kamuoyuyla paylaşıyoruz.
Sermayenin ülkede hangi alanlarda ne yapıp ettiğini izlemeye çalışıyorum. Dolayısıyla Umut-Sen’in tüm direnişlerini can kulağıyla dinliyor, takip ediyorum. Çünkü sermayenin gerçek yüzünü ortaya çıkaran, bizim için de ufuk açan bir faaliyet yürütüyor. Mükemmel bir slogan seçmiş kendine: “holdingciler.” Ben bunu çok önemli buluyorum, üstelik bunu sadece sermaye için kullanmıyor. Sermaye yanlısı gazeteciler için de kullanıyor bunu, mesela “holdingci medya” diyor. Holdingci sanatçılar, holdingci edebiyatçılar diyor. Yani işçi sınıfının yanında olmayan herkesi holdingci güç olarak tanımlıyor.
Tek tek baktığımız zaman holdingci güçler bir harita sunuyor bize. Binbir suratla karşımıza çıkan sermayenin aslında ne olduğunun haritasını koyuyor ortaya. Holdingleşme ve holdingci güçleri bir harita olarak görüyor, bunu çok önemli buluyorum. Haritanın teknik olarak ne olduğunu hepimiz biliyoruz; çok büyük ölçekli kavranması zor bir şeyi daha kavranabilir bir ölçeğe çekmektir aslında, bize bir kuşbakışı sağlar. Yani kavrayamadığımız büyüklükteki şeyi önümüze getirir, somutlar ve onun ayrıntısını görmeye, kavramaya başlarız.
İnsanlık harita çizmeye başlamadan önce dağların arkasında ne olduğunu bilmez, okyanusu sonsuz zannederdi. Başka kıtalarda insanların yaşadığından habersizdi ve bu ürkütücü bir şeydi. Elinde bir harita olmadığı için oralarda bir canavar olduğunu düşünürdü, okyanuslarda… Dağların arkasına da ilahi güçler olduğunu düşünürdü, korkardı oralardan. Haritadan önce bir korku havası hakimdi insanlarda. Ne vakit harita çizmeye, keşfetmeye başladı; o vakit korkularını yenmeye başladı insanlık. Keşfettikçe özgüveni geldi, dünyaya hakim oldu, değiştirmeye başladı.
Aslında sermaye haritalar sayesinde egemen oldu dünyaya. Bütün tarihi budur ve hâlâ haritalar sayesinde bütün dünyayı haritalandırır. Hâlâ bunu yapıyor, mesela Anadolu’da küresel fabrikayı nasıl inşa edeceğini haritalandırır. Emeği haritalandırır, göçlerle nasıl ucuz emek yaratacağını düşünür. Altyapıyı, kentleri haritalandırır; imarı, rantı yaratıp nasıl dağıtacağını ve yapılandırılacağını haritalandırır. Dolayısıyla haritalandırma işçi sınıfı için o kadar önemlidir ki onun mücadele hattını çizer. Türkiye’de holdingleşme işçi sınıfının geliştirdiği bir haritalandırmaydı aslında.
Umut-Sen, Türkiye işçi sınıfının tarihinde olan çok önemli bir değeri, bakışı diriltmiş oldu bu sayede. Biliyoruz ki Türkiye’de holdingler 1970’lerde kurulmaya başladı. Birden fazla alanda, işkolunda iş yürütmeye başlayan sermayedarlar 1970’lerde tüm bu şirketleri toplayıp Amiral Gemisi’nin arkasına dizmeye başladılar. Bu sadece şirketleri tek bir yerde toplama işi değildi, aslında örgütlülük ilanıydı. Sermeye kendi örgütlerini yarattı Türkiye’de, bunun adına da “holdingler” dedi. Hatta bir derebeyi gibi, sanki damarlarında akan kan çok soyluymuş, yüzyıllardır hakları varmış gibi imtiyazlar talep ettiler. Ve bunu ilan ettiler, holdingleşme budur. Bu yüzden holdinglerine soy isimlerini verirler. Koçlar derler, Sabancılar derler soylu aristokratlarmış gibi, bir kraliyet unsuruymuş gibi… Ve geri kalan insanların hepsinden faklı, imtiyazlı olduklarını göstermek için kendi soy isimlerini verirler böylece.
Hatta bununla yetinmezler, armalar yaptırırlar, kendi armaları vardır. Hatta bununla da yetinmez, bayraklar üretmişlerdir. Tüö holdinglerin önünde kendi bayrakları vardır, fabrikalara da asarlar, işçi tulumlarına da işlerler. Böylece bir derebeyi olduklarını ilan ederler. Yani bizim bayrağımızla sermayedarların bayrağı farklıdır aslında. Onların gerçek bayrakları holdinglerin önündeki bayraklardır. Dolayısıyla 1970’lerde sermaye holdingleşerek “ülkenin gerçek sahibi biziz” diye ilan etmiş oldu, açıktan bir örgütlenmeyle. Ama o dönem işçi sınıfı da güçlü olduğu, en örgütlü zamanlarını yaşadığı için holdinglerin bu yüzünü haritalandırdı, işaretledi, damgaladı. Koçlar dedi, Sabancılar dedi.
Bilirsiniz, Yeşilçam filmlerinde bir patron tipolojisi çıkmıştır; elinde puro, viskiyle yalısında hoyratça kahkaha atar, yanında çalışan işçileri aşağılar. Bu karikatürlere, sanata, resme, edebiyata yansıdı. Bu, işçi sınıfının gücüydü. Holdingler çıktığı anda hükümdarlıklarını ilan ettiler ama işçi sınıfı da kendi gücüyle onlara bir tipoloji, etiket yarattı. Çirkin, ahlaksız bir patron tipolojisi… Cüneyt Arkın’ın Komiser Cemil diye bir filmi vardır; film boyunca sermayeyi “holding” olarak tarif eder. Bu holdingler yüzünden açlık, sefalet var der, bu holdingler yüzünden rüşvet var der, bu holdingler ülkenin malını mülkünü alıyor, yurtdışına satıyor der. Hep holdingi kullanır.
Aslında Türkiye işçi sınıfı sermayeyi holding olarak bir kere haritalandırmış oldu, somutlamış, gerçek yüzünü göstermiş oldu. Hatta 15-16 Haziran’da İnan Kıraç anlatmıştı, işçilerin direnişi holdinglerin kapısına dayandığı zaman, İnan Kıraç Koç ailesini evlerinden işçi tulumları giydirerek çıkarmıştı. Yani işçi sınıfının gücü o holdingcileri sokağa çıkamaz hale getirmiştir. İşçi sınıfı bununla yetinmemiştir, sadece sermayedarları değil onların çocuklarını da somutlaştırmıştır. Mesela “zengin züppeler” diye somutlamıştır, gece baba parası yiyen mirasyedi tipler olarak göstermişlerdir. Hatta ahlaktan, etikten yoksun tipler olarak göstermişlerdir. Bunlar işçilerin diline, sloganlarına, pankartına, edebiyatına, sanatına yıllar boyu yansıdı. Ama 12 Eylül’den sonra bunu unutturdular. Sakıp Sabancı gibi bir sermayedarı televizyonlara bir “şovmen” olarak çıkardılar. Babacan, Anadolu lehçesiyle konuşan, çorba içen, halk gibi davranan, herkesle oturan bir tipoloji yani işçi sınıfının yarattığı canavar patron tipini silsin diye Sabancı yıllarca televizyonlara çıkarılmıştı.
Sabancı şöyle bir şey söylemişti röportajında: “Benden önce holding patronları ahlaksız, çirkin olarak görülürlerdi mama ben bu imajı sildim, bunu başardım.” Biz uzun süredir bunu unuttuk, holding dediğimiz şeyin temsiliyetini. Ve şöyle tanımlamalara saptık: İslamcı sermaye, laik sermaye, yandaş sermaye, sanayici-girişimci. Cengiz ile Koç’u yan yana koymadık. Birisi küfürbaz, birisi eğitimli… Eczacıbaşı ile Kalyon’u yan yana koymadık. İşte Eczacıbaşı dediğin İKSV’yi yapıyor, kültür-sanat etkinlikleri yapıyor. Ama öbürüne bakarsan hırsız.
Böylece sermaye algımızı soyutlaştırdılar, ürkütücü, baş edilmez bir hale getirdiler. Soyut bir güce dönüştürdüler, biz böylece sermayeyi görmez olduk. Umut-Sen “holdingleşme” diyerek bunu başardı. İşçi sınıfının unutulmuş mücadele haritasını sermayeyi sınırlayan haritayı tekrar gün yüzüne çıkarmış oldu. Ne yaptı? Direnişi sadece fabrikada yapmadı, yetmiyorsa yalıya taşıdı, yalı da yetmiyorsa holdinge taşıdı, o da yetmiyorsa kültür-sanat etkinliğine, İKSV’ye taşıdı, Eczacıbaşı’nda yaptığı gibi. O da yetmiyorsa AVM’lere taşıdı, yetmedi sermayenin siyasal temsilcilerinin ayağına çıplak ayakla götürdü.
Bu noktaları birleştirdiğimiz zaman Türkiye’de sermayenin bir haritasını sunmuş oldu. Tıpkı filmlerde gördüğümüz gibi; bir hırsız ve katilin “aranıyor” afişi gibi, Umut-Sen holdingler, holdingci güçler diyerekten aslında tüm duvarlara bu katillerin, sermayenin resmini yapıştırmış oldu. Dolayısıyla holdingleşme basit, güzel bir slogan değil; Türkiye işçi sınıfının en güçlü olduğu zaman yarattığı patron tiplemesinin, sermayeyi somutlamasının bir ifadesidir. Umut-Sen hiçbir şey yapmasa bile işçi sınıfı mücadelesine “holding güçleri” tanımını kazandırarak sermayeyi somutlamış oldu.
Dolayısıyla aslında iki tane harita var. Biri sermayenin haritası, bizi yine haritalandırmaya çalışıyorlar. Tekrardan tahakküm, sömürü ilişkileri kurmak için Anadolu’yu yeniden haritalandırmaya çalışıyorlar. Umut-Sen gibi mücadeleci yapılar da kendi haritalarını çıkarıyor. O yüzden sloganımız ve mücadele hattımız bellidir: “Kahrolsun holdingler, yaşasın işçi sınıfı!” diyoruz.