17 Kasım Pazar günü “Sınıf Cephesi İçin İleri” başlığı ile gerçekleştirdiğimiz konferansımızda konuşan sözcümüz Burcu Arıkan’ın “Holdingci güçlere yüklenecek ve kazanacağız” başlıklı konuşmasını kamuoyuyla paylaşıyoruz.
Umut-Sen, bu sene “holdingci güçler” tanımı üzerine mücadeleye devam ediyor ve konferans sloganımız da bu kavram üzerine ortaya çıktı. Peki, bu nasıl oldu? Bahadır Hoca’nın 12 Eylül darbesi öncesi döneme dair referansla anlattığı[1] holdingciler hafızası, hangi süreçte ve ne şekilde yeniden ortaya çıktı ve bunun kavramsallaşması için ne yapıldı?
Burada, holdingci güçler ile birlikte Anadolu’daki “küresel fabrika” kavramını sıklıkla kullanmamızın ve mücadelemizi bu kavram üzerine kurmamızın en büyük sebeplerinden biri; karşımızdaki sermayeyi ve Anadolu’daki işçi sınıfının durumunu en iyi tarif eden çerçevenin bu olmasıydı. Eğer bir haritamız olacaksa, bu haritayı somutlaştıran bir tanım oldu Anadolu’daki Küresel Fabrika.
Bu bağlamda, Umut-Sen’in tartışmaları, 2000’lerin başından beri süregelen çeşitli işçi eğitimleri ve buluşmaları ile büyüyen, havzalarda yürütülen ve sosyal medyada bugün olduğu kadar görünür olmasından çok daha öncesine dayanan bir süreçle bugünkü noktaya gelmiştir.
Metin Özuğurlu hocanın bu kavramı ortaya atışı da 2000’lerin başına dayanıyor. Neoliberalleşme dediğimiz dönemi, genelde 1980 ve sonrasını tanımlayan bir süreç olarak sıklıkla konuşuyoruz. Bu dönemin detayları ve yarattığı somut etkiler Anadolu’daki Küresel Fabrika kavramının temelini oluşturuyor ve bununla anlaşılır hale geliyor. Peki, bu süreçte neler oldu ve sonrasında tam olarak neler yaşandı? Bunu anlamak bugün içinde bulundunuz durumu anlamak açısından da önemli.
Örneğin, 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 2012’de yürürlüğe girmesi, taşeronlaşmanın ve emek rejiminin 2000’li yıllar boyunca değişim ve dönüşümünün nihai bir hukuki sonucu olarak karşımıza çıktı.
1986’da özelleştirme yasasının çıkmasıyla başlayan süreçte, 1375 tane özelleştirme kararı buluyoruz. Bu kararların 1250 tanesi 2012 yılı sonrasına ait. Benzer şekilde, 2012 sonrası 2161 acele kamulaştırma kararı alınması, sermayenin Anadolu’ya yayılma planının netleştiği bir eşik ortaya çıkarıyor.
Umut-Sen olarak bu süreçte var olduğumuz her havzadan aldığımız bilgi, buralardan biriken deneyim sonrasında 2021 yılında “Anadolu’da Küresel Fabrikayı Örgütleyelim” çağrısıyla bir metin yayınladık.[2] Ardından, yine 2021 yılında “Gücünü Kat, Hareketi Yarat” sloganı ile bir konferansımız oldu. İki konferans da bu çerçeveye oturuyordu ve Anadolu’daki Küresel Fabrika mevcut duruma dair tespiti, burayı örgütlemeye dair çağrının herkesin gücünü katarak yaratacağı bir hareket ise bu tespite dair yöntem arayışımızı tarif ediyordu.
Bu süreç üzerinden vurguladığımız üzere, bütün deneyimimizi ve bilgimizi işçi havzalarında ediniyoruz. İşçi sınıfının fiziki coğrafyasında var olarak bu süreçleri inşa ediyoruz.
2010’da Tekel direnişi, 2012’de Migros işçilerinin mücadelesi, 2013’te DGD-Sen’in taşeronlaşmaya karşı örgütlenme arayışı, 2014’te Soma katliamı sonrasında madencilerin mevcut sendikalar ve siyasi ortamlarla bir yere varamayacaklarını düşünerek örgütlenme çabaları, 2015’te Metal Fırtına sürecinde işçilerin yeni bir örgütlenme imkânını arayışı, 2016’da AVON ve BOMİ direnişlerinde taşeron işçilerin mevcut durumlarını yeterli görmeyip kendi yollarını arama çabaları mevcut sendikal düzenin işçi sınıfının derdine derman olmadığının da teşhiri oldu. Tüm bunlar bugünkü gerçekliğimize ulaşmamızda önemli dersler üretti ve kritik dönemeçler oldu.
Benzer şekilde 2018’de, AKP’nin inşaat sermayesinin temelini oluşturan politikaları karşısında 3. Havalimanı’nda inşaat işçilerinin mevcut sendikal düzende örgütlenme olanağı bulamadığı ve öz örgütlenmesini inşa ettiği bir direniş örneği yaşadık. 2000’li yıllar boyunca farklı iş kollarında pek çok benzer direnişler yaşandı. 2019’da Ankara’ya madencilerin tazminat için yaptığı yürüyüş, aynı yıl PTT işçilerinin taşeronlaşmaya karşı örgütlenme girişimleri ve 2022’de esnaf kuryelerin ortaya koyduğu mücadeleler, işçi sınıfının güncel durumunun ne kadar değiştiğini ve dönüştüğünü açıkça gözler önüne serdi. Mevcut konfederasyonlar ve sendikal yapılar ise bu dönüşüm sürecini ya anlamadı ya da anlayarak, kasten holdingci güçlerin aparatı haline geldi.
Dolayısıyla işçi sınıfı, kendi hakikatini tüm havzalarda iliklerine kadar hissedip yaşarken bu süreçlerde buralarda bulunanlar ve örgütlenmelerin gücünü deneyimleyenler, bu hakikatle birlikte bir tarihsel süreç yaşama imkânına sahip oldu.
Bugün “holdingci güçlere yüklen” dediğimiz noktada, aslında bir önceki konferansta “Düşmanı tanı, dağıt ablukayı” çağrımız da somutlaştı. Karşımızdakini yenebilmek için, onun ne olduğunu net bir şekilde görmemiz gerekiyordu, bunun için çok çalıştık. Bu nedenle medyasından sendikasına, siyaset ağlarından diğer tüm bağlantılarına kadar bu yapıyı bütünüyle görebilmeliyiz diyerek her direnişten düşmana dair yeni şeyler öğrenerek ilerledik.
Son yıllarda işçi sınıfı, neoliberalleşmenin ve sermayenin propagandalarına fazlasıyla maruz kalmıştı, bunu da fark ettik. Soma’da enerji üzerine bir konferans düzenlediğimizde, arkadaşlarımızla sohbet ederken “Biz aslında çok mu tüketiyoruz?” gibi sorular duyduk. Oysa gerçek şu ki, biz tüketemiyorduk; biz yaşayamıyorduk. Yıllarca “5 dakika duş alın, dünya kurtulsun” gibi bir yalanı bile satmayı başarmıştı düşman. Bu propagandaya mevcut konfederasyonlar ve siyasî yapılar da aracılık etti. İşçi sınıfı, neredeyse dünyanın sonunun gelmesinden sorumlu tutulacak bir hale getirilmek istendi. Düşmanı tanımak ve tariflemek bu ve benzeri propagandayı dağıtmak için de gerekliydi.
Havzalardaki örgütlenmeler sayesinde işçi sınıfı özgüven kazanarak bu süreçte pek çok yerde direndi. Adını andığımız bu direnişlerin hepsi ve daha fazlası, son 10-15 yılda gerçekleşmiş, işçilerin hakikati ve mücadelenin gerçek eksenini arama çabalarının birer örneğidir. Bugün geldiğimiz noktada, hayatlarımız yasa ve hukuk karşısında o kadar değersizleşmiş durumdadır. Yurttaşlıktan kovulma dediğimiz, holdingci güçler karşısında değersizleştirildiğimiz tablo tam da budur.
Bir yıl boyunca işçi sınıfının Ankara’ya yürümesi ve Meclis Parkı’nda tutulan nöbetler, artık bir sesin somutlaşmış halidir. Bütün bu direnişler “biz artık temsille, seçimle, sandıkla açlığa mahkûm edilmek istemiyoruz” demektedir.
Yıllarca bize “o seçim, bu seçim” diyenler, muhalefet ve iktidar fark etmeksizin, vekiller çıkıp şunu söyleyebildi: “Sen bu fakirliğe razı ol, her şey çok güzel olacak, bekle. Ben seni işten atayım, sendikasızlaştırayım ama çok güzel olacak.” Özlem Zengin çıkıp, 5 çocuğunu kaybetmiş bir anne için “Hayat tarzı belli değil” deme cüretine sahip olabildi. Karşımızda bu kadar yüzsüz ve cüretkâr olabilmelerinin sebebi, yıllardır işçi sınıfıyla ilgili bir siyasetin ana akım bir siyasete dönüşememiş olmasıdır.
Bu nedenle, sınıfın gündeminin siyasetin gündemi olması gerektiğini savunuyoruz. Hep birlikte holdingci güçlere yüklenmediğimiz ve sınıf mücadelesini, proleter devrimcilik mücadelesini güçlendirmediğimiz sürece buradan bir çıkışımız olduğunu düşünmüyoruz.
Karşımızda bulunan Anadolu’daki küresel fabrikaya tablosu şöyledir: Eskiden olduğu gibi köylerden kentlere göç eden işçileri artık görmüyoruz. Bugün 360’ı aşkın OSB var ve bu OSB’ler, tam da bulunduğumuz yerlerde bizi işçileştiriyor. Sermaye devleti, tarlamızın yanı başında veya üzerinde kurduğu OSB’lerle bizi olduğumuz yerde yerimizden edip köleleştiriyor.
Agrobay şirketini, Tarım-Sen’in direnişinden hatırlarsınız; açıkça kendi sitesinde şunu söylüyor: Bu bölgeyi seçtik çünkü hazır iş gücü var. Yani buradakiler zaten bu işi yapıyor, ben bunların tarlasını alırım, malını mülkünü alırım, yoksullaştırır ve proleterleştiririm, diyor. Bu planlarını açıkça dile getirdikleri bir durum söz konusu.
“Tarlaları acele kamulaştırma ile, arazi tapulaştırma ile, gerekirse kolluk kuvvetleri ve zor gücüyle alırım. Bunlar zaten burada ekip biçemeyeceği için mecbur kalıp OSB’ye gelip çalışacaklar” diyor karşımıza çıkan her hukuki düzenleme. “Deprem olursa, OSB’nin yanına konteyner koyarım. Bu evsizleşen, işsizleşen ve hayatı başına yıkılan insanlar benim kölem olur.” Bu düzeyde bir açıklıkla, planlı, programlı ve örgütlü bir güç karşımızda duruyor.
Bugün OSBÜK, yani OSB’lerin üst kuruluşu, siyasi iktidara her gün talimat verebilecek bir güce sahip. “Şunu şöyle yapın” diyebiliyorlar. “Acele kamulaştırmalar yeterince acele değil” gibi taleplerle bizim hayatlarımızı şekillendiriyorlar.
Ancak direnen tüm işçilerin dediği gibi, direniş, insanın iradesini yeniden bulduğu yerdir. Direndiğinde insan olduğunu anlıyorsun. Hayatta senden çalınan irade, ancak sınıf mücadelesi içinde örgütlü bir şekilde ortaya çıkıyor. İşte bu şekilde düşmanın açık seçik planında etkisiz bir detay olmaktan çıkıyoruz, hayatı talep eden konumuna geçiyoruz. Tüm bu süreçlerin bize öğrettiği en önemli ders de bu.
Biz çocuklarımızın öldürülmesine, köleleştirilmesine ve yüzsüz açıklamalarla suratımıza tükürülmesine razı olmayacağız. Holdingci güçlere yükleneceğiz ve mutlaka kazanacağız.
[1] https://umutsen.org/index.php/2024/11/kahrolsun-holdingler-yasasin-isci-sinifi-bahadir-ozgur/
[2] https://umutsen.org/index.php/2021/12/anadoludaki-kuresel-fabrikayi-birlikte-orgutleyelim/