İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde Araştırma Görevlisi olarak çalışan Barış Akademisyeni Sibel Bekiroğlu ile iş akdinin sonlandırılması ve mücadele süreçlerini konuştuk.
Merhabalar! Yaşadığınız süreçleri hem sosyal medya hesaplarınızdan hem de farklı mecralardan takip ettik. Aslında yaşadıklarınız 2016’dan beri bu coğrafyayı sarıp sarmalayan akademik kırımının bir parçası. Şimdi sekiz yıl öncesine dönelim; Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza attığınız günden bugüne kadar olan süreci sizden dinleyelim.
Merhaba! Ne yazık ki bu coğrafyada aydın kesimlere yönelik baskının köklü bir tarihi var. 1950’lerde de barıştan yana olan akademisyenler cezalandırıldı. 1980’lerde de, şimdi 1402’likler olarak andığımız öğretim elemanları iktidarın hedefi haline geldi. 2016’dan sonra ise otoriter zorbalık olarak nitelendirebileceğimiz bir yönetim zihniyeti memleketin üzerinde bir korku egemenliği kurdu. Akademi de bu zorbalıktan payını almış oldu. Benim de imzacısı olduğum Barış İçin Akademisyenler bildirisi, siyasi iktidarın akademi üzerinde kullandığı bir sopaya dönüştü. Bu bildiri gerekçe gösterilerek bilim insanları ağır ceza mahkemelerinde yargılandı, pek çoğu işlerinden edildi. Sonunda canımız Mehmet Fatih Tıraş’ı bizden alarak politik bir cinayete neden oldu.
Ben de İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandım ve hakkımda 15 ay hapis cezası verildi. Sonrasında yeniden yargılama ile beraat etmiş oldum. Bu süreçte üniversiteler çoraklaştırıldı, bilim insanları ya cezalandırıldı ya da susturuldu. Olağanüstü halin olağanlaştığı bu dönemde, 2021 yılında, bir gizli tanığın ifadesi üzerine evim basıldı ve gözaltına alındım. Bandrollü kitaplarım delil torbasına konularak “tehlike” olarak sunulmaya çalışıldı. Yine “terör örgütü üyeliği” ile ilişkilendirilmeye çalışıldım. Böylece kendimi bir Kafka romanının sayfalarında bulmuş oldum. Gizli tanığın, “okula eylem yapmak amacıyla öğrenci soktuğum” iddiası üzerine bir iddianame hazırlandı. Spoiler [hikâyenin sürprizini kaçıran bir bilgi] vermek gibi olacak ama bu Kafkavari romanın sonunda beraat ettim. Bu süreçte ODTÜ de kendi payına düşeni esirgemedi. Eski rektör Verşan Kök ve diğerleri, belki de yıldızlı bir onay almayı umarak beni açığa aldılar. Rektörlük önünde işime iade edilmem talebiyle 15 gün süren bir nöbet eylemi yaptım; ancak muhatap bulamadığım için eylemimi sonlandırmak zorunda kaldım. Beraatimden sonra nihayet işime geri dönebildim.
Bildiri sonrası yaşanan ihraçlar döneminde ve sonrasında, mahkeme süreçlerinde çeşitli dayanışma ağları oluştu. Bugün geldiğimiz noktada bu ağlar ve dayanışma süreci hakkında ne düşünüyorsunuz? Direnişin bugününü tasvir edebilir misiniz?
Gioconda Belli’nin dizeleriyle yanıt vereyim: Dayanışma ezilenlerin inceliğidir. Gezi Direnişi sonrasında gelişen bir dayanışma kültürü oluşmuştu. Kitlesel yas, ortak yaşam, kent hakkı farkındalığı insanların “öteki”ye olan ihtiyacını ve zorunluluğunu hatırlatmış oldu. 2016 sonrası otoriter zorbalık karşısında bu kültür, kıymetli bir azınlığın sürdürdüğü bir pratiğe dönüşmüş oldu.
Nuriye Gülmen’in Yüksel Caddesi’ndeki direnişi ile üniversiteler mekânsal olarak sokaklara yerleşti, diğer taraftan dayanışma akademileri başka bir üniversitenin mümkün olduğunu bizlere göstermiş oldu. Bugün çok daha fazlasını yapmak gerekiyor. Her gün başka bir hukuksuzluk, başka bir haksızlık ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu anlamda, bugünün tahlilini yapmak kolay değil. Zorbalığın bu çeşitliliğine karşı direniş ve mücadele alanları yaratmak zorundayız. “Direnişin bugünü”nün tarihselliğini kavramak, geleceğe dair “iyimser olmayan bir umut” için alan açar. Ne mutlak kötümserlik ne de içi boş bir iyimserlik!
Gazeteci Tuğba Tekerek’in 2023 yılında çıkmış bir kitabı var: Taşra Üniversiteleri: AK Parti’nin Arka Kampüsü. Tekerek bu çalışmaya yıllarını vermiş. Kitabında taşradaki “siyasi iktidarın uzantısı üniversite” modelini resmetmiş. Bu üniversitelerdeki akademik ve sosyal yaşamı bütün veçheleriyle aktarmış. Bu modelin büyük şehirlerdeki üniversitelere de sirayet ettiğini söylemek yanlış olmaz. Kayyum rektörler, araştırma merkezlerindeki farklı uygulamalar, öğrenci birlikleri, fakülte yapılanmaları ve daha sayamayacağımız pek çok şey akademiyi alaşağı etti. Bir büyükşehir olan İzmir’deki üniversiteler ve baskıya maruz kaldığınız İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi özelinde, şu an gördüğünüz tabloyu bize anlatabilir misiniz?
Geleneksel olarak Türk sağının en derin korkularından biri her zaman üniversiteler olmuştur. Bu korku, sağın köklü bir fobisi olmasının yanı sıra, neoliberal aklın da hedef tahtasına yerleştirdiği bir alan haline geldi. Bu fobi zamanla, aydınlara yönelik bir nefrete dönüşmüş durumda. Neoliberal aklın “sakıncalı” bulduğu, “hassas” meselelere dokunmak, başlı başına çeşitli şiddet biçimlerine maruz kalmanın bir bahanesi haline geldi. AKP iktidarında bu süreç çok daha sistematik bir hal aldı. Üniversitelerin sayısının artışıyla birlikte içlerinin boşaltılması, öğrenci profilini belirleyen düzenlemeler ve akademinin özgür düşünceyi barındırma potansiyelinin hedef alınması bu fobiyi derinleştirdi.
Tuğba Tekerek’in Taşra Üniversiteleri, üniversitelerin outlet [hem “uzantı” hem “satış mağazası” anlamında] halini tüm açıklığı ile sunan, Türkiye akademisine dair önemli bir çalışma. Niteliksizleşen eğitim, bir karşılığı olmayan diplomalar, umudun ötelendiği geleceksizleşme özellikle Türkiye akademisinin görülmeyen ve gösterilmeyen tarafı. Artık sesini çıkaran, bilgiye dayalı eleştirilerini dile getirme cesaretini gösteren her insan, çok daha açık bir tehdit altında. Eskiden bu baskı bir kılıfa sarılıyordu; ancak bugün o kılıfa dahi ihtiyaç duyulmadan, şiddet ve baskı açıkça uygulanıyor.
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi de bu anlamda bir outlet üniversite olarak tanımlanabilir. 02.10.2024 tarihinde “görev uzatma talebinde bulunmadığım” ve “hizmetime ihtiyaç duyulmaması” gibi pespaye ve uyduruk gerekçelerle çalıştığım kurum olan İKÇÜ Sosyoloji Bölümü ile ilişiğim kesildi. İlişiğimin kesilmesi ile ilgili evrakın bana tebliğ edildiği gün, dilekçe hakkımı kullanmak üzere Sosyal ve Beşerî Bilimler Fakültesi Evrak Kayıt Biriminde çalışan görevliyi beklerken hakkımda kriminal bir durum varmış gibi bir ortam yaratıldı. Hem dilekçe verme hakkım engellenmeye çalışıldı hem de Terör Birimi bölüme davet edilerek olağanüstü bir durum yaratıldı. Dekan Şaban DOĞAN, benimle birlikte sekiz akademisyen ile ilgili suç duyurusunda bulunduğu için üniversitelerde olmamız gerekirken meslektaşlarımla birlikte karakolda ifade vermek zorunda kaldık. Yani daha önce de olduğu gibi, önce zemini olmayan gerekçeler uydurdular, sonra da polisiye bir durum yaratarak buna hukuki bir kılıf yaratmaya çalıştılar.
Kötü niyetli ve beni mesleki yaşamımdan uzaklaştırmaya yönelik bu girişimin ardında elbette, huzurlu çalışma ortamını engelleyen Sosyoloji bölüm başkanı Halil Saim PARLADIR, başkan yardımcıları Muhammet ERTOY ve Emrah BAŞARAN, bölüm öğretim üyeleri Fatih KAHRAMAN, Yılmaz YILDIRIM ve Ruhi Can ALKIN’ın sorumluluğu bulunmaktadır. Bu mobbing/bezdiri ile karşılaşan bir diğer meslektaşım olan Damla TOPBAŞ, bölümün ve dekanlığın (benim de bir yıldır şahit olduğum) yıldırma politikası sonucu istifa etti. Yine aynı bölümde Doç. Dr. Selin ÖNEN hocamız da kuvvetli bir bezdiri dosyası ile dava sürecini başlattı. Bu durum bize aynı zamanda akademide eril aklın tahakkümünü de gösteriyor. Üretken bir kadın bilim insanı, gücünü eril akıldan alan iktidar için her zaman bir tehdit unsurudur. Jane Addams’ın cesareti ile, bir sosyolog olarak akademide görünmez kılınırken tüm engellere rağmen bir erkeklik alanında var olmak, bir ayrık otu olmak, düzende çatlak oluşturur. İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde üç kadın akademisyenin bezdiriye ve baskıya karşı ses çıkarması da bu anlama geliyor.
Yaşadıklarınızdan sonra bu coğrafyada hâlâ “başka türlü” bir eğitimin, üniversitenin mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? Direnişin yeniden güçlenmesi ve akademinin ayağa kalkması konusundaki görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Elbette mümkün. Ama bu basit bir umudun, emeksiz bir niyetin ulaşabileceği bir mümkünlük değil. Bir korku iklimi yaratılmış durumda. Cahilin ferasetine güvenen bir zihniyetin karşısında ilmek ilmek örülmesi gereken bir mücadele var. Beni işimden ederek akademide salladıkları sopalar aslında tüm yurttaşların üzerinde sallanıyor. Fernas işçileri yalınayak direniyor. Polonez işçilerinden, tarım işçilerinden, tekstil işçilerinden mücadele sesleri yükseliyor. Elbette kadınlar ve LGBTİ+lar direnişin en estetik halini sunuyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki direniş ve mücadele anonimleşmeli; çünkü hikâyemiz ortak. Anlatılan hepimizin hikâyesi.