spot_img
spot_img
Ana SayfaManşetTürkiye’de kriz ve sınıf mücadelelerine dair acil bir çağrı

Türkiye’de kriz ve sınıf mücadelelerine dair acil bir çağrı

Fuat Yücel Filizler

Türkiye kapitalizmi 2024 Haziran verileri, ciddi bir sınai daralmayla birlikte işsizlikte de ciddi bir artışın başladığını gösteriyor. Şimşek’in toplumsal yıkım programının demagojik iddiasının aksine, enflasyon da tabii ki düşmedi, yüksek düzeyde seyretmeye devam ediyor. Bu, emekçi sınıfları en ağır biçimde vuran bir stagflasyon (ekonomik durgunlaşma ya da daralmayla birleşik yüksek işsizlik ve yüksek enflasyon) programıdır.

Şimşek programının başlıca araçları örtük sermaye (ithalat-ihracat) kontrollerinin kaldırılması ve yüksek faiz ile enflasyonun düşürüleceği demogojik varsayımıdır. Bu demogojik varsayım, başka bir demagojik varsayıma; enflasyonun “talep enflasyonu” olduğu, talebin düşürülmesi ile enflasyonun da düşeceği varsayımına dayanır.

Şimşek programının ekonominin kirişlerini sallamaya başlamasına karşın, enflasyon tabii ki düşmedi. Düşemezdi, çünkü enflasyon talep enflasyonu değil, kar enflasyonuydu. Başka deyişle, kar oranlarının düşüş eğiliminin şiddetlenmesine karşı her düzeydeki kapitalist şirketin, nisbi sermaye değersizleşmesi ve asıl olarak da reel ücretlerin daha da düşürülmesi ve tabii ki emekçileri soyarak, fiyatları artırmaya yüklenerek, karlılıklarını sömürü ve soygunu artırarak korumaya çalışmasından kaynaklanan enflasyondu.

Böylece Şimşek programının gerçek içerimine ulaşırız: Yüksek faiz, yüksek enflasyon, sert ücret düşürümleri, işsizlik artışı ve küçük mülk sahiplerinin (tarımsal küçük üretici, esnaf, küçük işletmeler vd) mülksüzleştirilmesinin hızlandırılması. Bu politika, çoğu ağır borç yükü altındaki KOBİ’ler deryasının önemli bir bölümünü de giderek batmaya doğru sürüklüyor, çünkü kriz koşullarında yüksek faiz politikası nedeniyle TL ile borçlanmaya devam edemiyorlar, büyük şirketler gibi dövizle borçlanma şansları da yok.

Şimşek programını Marx’ın değer yasası kuramının ölçütüne vurursak, ne olup bittiğini daha iyi anlayabiliriz. Üretkenliği orta ve düşük düzeydeki ve artırılamaz hale gelmiş/tıkanmış bir kapitalist ekonomi, hele ki kapitalist dünya ekonomisinin kriz eğiliminin güçlendiği koşullarda, ciddi biçimde değer kaybetmek zorundadır. Bu koşullarda değer yasası, adeta giderek güçlenen bir girdap ya da yerçekimi yasası gibi işler. Bu dış sermaye girişleri ve aslen “sıcak para” girişleri ile telafi edilemediği durumda, faizleri yükselterek “sıcak para”yı tutmak ve girişlerini sürdürmeye çalışmak, ancak çakılmayı bir ölçüde öteleyebilir, ama ekonominin giderek yavaşlaması, durgunlaşması ve daralması pahasına.

Türkiye kapitalist ekonomisinin mafsalları, üretkenlik ve sermaye yetersizliği sorunlarına dayalı yapısal kırılganlığına bağlı olarak; Şimşek programı ve arkasındaki tekelci kapitalist güçlerin “sürece yayılmış kontrollü ve yumuşak iniş” beklentisi ve amacından, daha önce çatırdamaya başlamış görünüyor. Bu koşullarda faizleri daha fazla yükseltmeleri intihar olur. Faizleri düşürme ise, mevcut faiz düzeyiyle bile güç bela ayakta tutulmaya çalışılan TL’den başlayarak, sermayenin üretkenliği en düşük kesimleri başta olmak üzere -yine- bir çöküntü dalgasına yol açabilir.

Mevcut ekonomi politikası, TÜSİAD’ın uzun süredir istediği politikaydı. Üretkenliği en düşük ve ucuz kredi ve teşviklerle ayakta tutulan sermaye kesimlerinin tasfiye edilerek, en büyüklerin sermaye yoğunluğu ve merkezileşmesinin yükseltilmesini, işsizlik artışı ile ücretlerin düşürülmesini, teşviklerin daha fazla sermaye/teknoloji yoğun kesimlere kaydırılmasını, böylece olmayan “uluslararası rekabet” gücünün artırılmasını öngörüyordu. Bu politika kuşkusuz en büyük sermaye kesimlerini de bir süreliğine sıkıştıracak, fakat “kontrollü ve yumuşak iniş”in gerçekleştirilebildiği ölçüde, bir dönem için kardan zararlarını, tıkanmış olan karlılıklarını sonrasında yeniden yükselterek fazlasıyla telafi etmiş olacaklardı. Ancak 2024 Haziran verilerinde ortaya çıkan stagflasyon (hatta depreflasyon) eğilimi, bu “iniş”in pek de yumuşak olmayabileceğini; kapitalist devletin kapitalist değer yasasına köhnemiş mali politika araçlarıyla müdahale çabasının, tam tersine, ekonomik çöküntüyü büsbütün büyütebileceğini gösteriyor.

Tekrar vurgulayalım: Türkiye kapitalizminin asıl yapısal sorunları, üretkenlik ve yine buna bağlı sermaye yetersizliği (yeterli dış sermaye girişine göbekten bağımlılık) sorunlarıdır. Ve bunlar faiz, döviz, ithalat-ihracat kontrolleri ile çözülemeyecek ve yönetilemeyecek daha derin ve yapısal kriz sorunlarıdır.

Çıkartmamız gereken ilk sonuç, tekelci kapitalist sınıf güçleri ve kapitalist devlet, bu “ekonomi politikası” karikatürünü sürdürürlerse, önümüzdeki süreçte, ilk sinyalleri Haziran ayından itibaren görülmeye başlanan, daha büyük bir ekonomik çöküntünün yaşanabileceğidir. Önümüzdeki sürece dönük olarak, bu olasılığı da hesaba katan, daha güçlü devrimci reflekslere sahip bir konumlanıştır.

Şimşek programı paralelinde kapitalist sınıf ve devletin, emeğe ve doğaya saldırısı vites büyütüyor ve despotik yağma biçimleri alıyor:

Yüzde yüzü bulan enflasyona karşın asgari ücrete ikinci yarı yıl zammı yapılmadı. Yılbaşı zammı ise, Şimşek programının kağıt üzerindeki “enflasyonun düşmesi” mavalına göre yapılırsa, yüzde 15-20 civarını geçmeyecek. Memur, emekli zamları ise daha da düşük olacak. Özel sektörde de “kriz var” gerekçesiyle ara ücret zamları yapılmadı ya da sembolik düzeyde tutuldu. Sendikalı, veya ortalamanın üzerinde ücret alan veya örgütlü/mücadeleci alanlardan da işten atmalar artıyor. ODTÜ gibi üniversite mezunlarının bile asgari ücret dışında iş bulamadığı, işsiz kaldığı konuşuluyor.

Tarım-gıda ürünlerinin tamamı raflarda el yakarken, küçük çiftçiler tarımsal ürünlerin tamamından büyük çaplı zarar etti. Tarımda küçük üretimin yıkım ve mülksüzleştirilme süreci hızlandı.

Tarım-doğa alanlarının yağması had safhaya çıktı. Artık hemen her gün birkaç tarım-doğa alanının daha maden, HES vb saldırısına uğradığını okuyoruz.

Süregiden kuraklıkla birlikte yazın aşırı hava sıcaklıkları, başta işçiler, yoksullar, yaşlılar ve kronik hastalıkları olanlar olmak üzere, son 3 ayda ölüm oranlarını yüzde 30 artırdı. Türkiye’de yer altı yer üstü sularının neredeyse yarısı kurudu. Sonbaharda da yeterli yağış gelmezse, susuzluk da kapıda. Şimdiden geriye kalan ve en verimli tarım arazilerinde su kesintileri yapılmaya başlandı. Bu yüzde 30 küsurluk elektrik ve doğal gaz zamları bir yana, tarım ürünü/gıda fiyatlarının sonbahardan itibaren daha bir uçacağı anlamına geliyor.

Kapitalizm ve devleti, milyonlarca yoksul, emekçi depremzedeyi hayatta kaldığına pişman ediyor. Çadırlarda ve konteynırlarda kalanların, başka illere göçenlerin, iş, sağlık, eğitim, konut, parasız enerji ve gıda, hatta çadırlarda kalan yaşlı, sakat ve hastaların tuvalet ihtiyaçları bile karşılanmıyor. Kapitalist devlet, bir de üstüne, “rezerv yasası” vb adı altında, depremzedelerin arazilerinin üstüne çökmeye çalışıyor.

Kriz ve yoksullaşma koşullarında, toplumsal şiddet de her düzeyde artıyor ve ezilenlere karşı manipule ediliyor. Kadınlara, Kürtlere, göçmenlere, azınlıklara, lgbtilere, sokak hayvanlarına karşı şiddet artıyor. Kapitalist devlet, yakın zamanda yerel, bireysel, hatta sokak hayvanlarına karşı provalarını yapmaya başladığı gibi, kitlelerin yıkım, yoksullaşma ve yağmalanmaya karşı öfkesini bölmek ve saptırmak için, göçmenlere, Kürtlere, sola karşı linç hezeyanlarını körükleyebilir. Çıkartacağımız ikinci sonuç, bu tür ırkçı-faşist galeyanlara karşı hazırlıklı olmak, bu saldırıların hedefi olabilecek kesimlerle dayanışmayı büyütmektir.

Bu koşullarda sınıf mücadeleleri de yeni ve daha sert bir evreye giriyor:

Traktör konvoylu, otoyol kesmeli çiftçi eylemleri 2 hafta içinde, İzmir Kınıktan başlayıp Antep, Bursa, Balıkesir ve Burdur’a yayıldı. Hükümet istifa sloganları atıldı. Çiftçiler jandarmayla karşı karşıya geldi, bir dizi arbede yaşandı.

Anadolu’nun 4 bir yanında, tarım-doğa alanlarının kapitalist sınai gasp ve yağması girişimlerine karşı emekçi köylü direnişleri yaygınlaşıyor.

Türk-İş ve Hak-İş’in ay sonu ve önümüzdeki aybaşlarında merkezden uzak yerlere (Çerkezköy ve Zonguldak) ve işçiler katılamasın diye hafta içi miting koyması, tabandan artan basınca karşı göstermelik bir hava boşaltma (ve sabrı taşan işçilerin eyleme ve bağımsız mücadeleci sendikalara yönelmesini engelleme) çabasından başka bir anlam taşımıyor. Ancak yıllardır tık çıkarmayan düzen sendikacılığının tabanındaki (başta Yol-İş ve Harb-İş tabanları olmak üzere) artan basınç ve eylem arayışının da bir göstergesi. Türk-İş, Hak-İş, DİSK’ten hiçbir şey beklememek, onlara karşı da mücadeleyi büyüterek, bağımsız mücadeleci sendikalara doğru bir kanal açmak kritik önemde.

Belediyelerden atılan işçilerin direnişleri, Polonez, Lezita, Gratis, CarrefourSA Esenyurt Depo direnişleri dahil çok sayıda işçi direnişi var. Önümüzdeki süreçte işçi direnişleri de yaygınlaşacak gibi görünüyor. Mevcut işçi direnişleri içinde, DGD-Sen’in ara zam talebi nedeniyle 6 işçi temsilcisinin işten atılmasına karşı, toplu iş durdurma eylemi, diğer mücadeleci sendikaların da verdiği destek ve dayanışmasıyla merkeze oturmuş görünüyor. Çünkü bu saldırı, bağımsız mücadeleci sendikaların, Esenyurt işçi havzasında Migros, Trendyol, CarrefourSa depolarındaki önemli direniş ve örgütlenmeleriyle belli bir güç haline gelen DGD-Sen şahsında, etkisinin kırılmasını, bağımsız sınıf mücadelesi ve örgütlenmesi kanalının kapatılmasını hedefliyor. Carrefour gibi emperyalist kapitalist bir tekelin (Walmart’tan sonra dünyanın ikinci büyük market zinciri), Sabancı gibi Türkiye’nin en büyük ve vahşi holdinglerinden birinin, devletin-polisin, ve Esenyurt’taki depolarda taşeron patronluğunu üstlenmiş (Tez Koop-İş) yöneticileri (ki CHP’li belediyelerle de bağlantılılar) şahsında zombi düzen sendikası patronlarının işbirliğiyle yürütülen bir saldırı. Bu yüzden DGD-Sen ve Carrefour Esenyurt depo işçilerinin atılanların işe geri dönmesi, ara zam ve İSG talebiyle sürdürdükleri direnişe, Carrefour’un boykot edilmesi, Carrefour marketlerinde eylemle destek vermek çok önemli. Çünkü bugün sermaye güçlerinin tıkamaya, kesmeye çalıştığı bağımsız sınıf mücadelesi ve örgütlenmesi kanallarını açık tutmak ve büyütmek yaşamsal önemde.

Önümüzdeki süreçte Türkiye’de ekonomik, toplumsal, siyasal sarsıntı ve çatışmalar (ve tabii zaten olduğu gibi baskı ve saldırılar) kaçınılmaz olarak artacak ve büyüyecek gibi görünüyor. AKP’nin oy oranı yüzde 26-28 civarına düşmüş durumda ve erimeye devam ediyor, ama büyük sermayenin onun yerine geçmeye hazırladığı CHP de ondan farklı değil. CHP’nin TÜSİAD-Şimşek programına verdiği tam destek ve AKP’nin arazi olduğu yerlerde çiftçi, işçi direnişlerinin karşısına CHP milletvekillerinin çıkarılması bunun göstergesi. CHP ve Türk-İş’ten, DİSK’ten, işçi sınıfının, emekçilerin büyüyen öfkesini kontrol altında tutmak için yaptığı atraksiyonlardan beklenecek hiçbir şey yok.

Bunları bilerek, bağımsız sınıf mücadeleleri ekseninden konumlanmak, sınıf mücadelesi, örgütlenmesi ve etkin dayanışmasını her düzeyde geliştirmek, yaşamsal önemde. Çünkü artık aklı başında herkesin gördüğü gibi, yaşamın, yaşayabilmenin de direnmek, mücadele etmek, örgütlenmek, dayanışmaktan başka bir yolunun olmadığı noktadayız.

Bu korkunç sosyal yıkım ve yağma saldırısına karşı, şimdiden görüldüğü gibi, mavi ve beyaz yakalı işçisi, kamu emekçisi, emeklisi, emekçi kadınları, küçük köylüsü, depremzedesi, öğrencisi ile direniş eğilimleri de kaçınılmaz olarak yaygınlaşacak. Direnişler arası etkileşim de artacak. Bu süreçte işçi sınıfının fiili grev ve direnişleri ve bağımsız mücadele örgütlenmeleri öncülüğünde, direnen, mücadele eden, arayış içindeki tüm işçi, emekçi, ezilen ve doğa savunucusu kesimleri bir araya getiren, daha büyük bir mücadele cephesinin ve bir mücadele programının ortaya çıkması daha olanaklı hale geliyor. İşçi sınıfı ve artık çoğu işçileşen ya da yarı-işçi konumunda olan emekçi kesimler, yalnızca acı çekenler, yoksullaşanlar, yıkıma uğrayanlar değil, mücadele edenler ve çok daha büyük bir mücadele potansiyeli olanlardır. Sınıf dayanışması direnişlere dayanışma mesajı atmaktan, 3-5 kişiyle gidip dayanışma ziyareti ve konuşması yapmaktan çok daha fazlasını, asıl işçi-emekçilerin birbiriyle etkin, eylemli dayanışmasını örgütlemekten, dayanışmayı etkin eylemlerle göstermekten geçer.

Kriz koşullarında “aman bana dokunmadan geçer belki” diye artan ve yıkıcılaşan sermaye saldırganlığını sineye çekmenin kimseye bir yararı olmayacak. Tüm emekçilere dokunmak bir yana, tüm emekçilerin daha fazla etkileneceğini bir toplumsal yıkım, yağma ve sefalet dalgası yaşanıyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin mücadele cesaret ve iradesini artıracak, mücadele kanallarının açılması, bunun için bugün eşiği yükselen kazanımla sonuçlanacak eylem ve direnişlerde güç yoğunlaştırmak, direnişler arasında etkin dayanışmayı ve birlikte hareketi artırmak temel önemde.

Herkes bu sürece kafaca ve ruhça hazırlanmalı ve işçi sınıfı öncülüğünde kitlelerin ortak mücadele taleplerinin yaygınlaştırılması ve ortak mücadele ve dayanışmasının örgütlenmesi doğrultusunda atabileceği her adımı bir an önce atmaya başlamalı, çevresindekilerin de bu adımları atabilmesine ön ayak olmalıdır.

spot_img
İlgili İçerikler

Son Eklenenler