Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu geçen hafta harika bir akademik çalışma yayınladı. “Türkiye’de Maaş ve Ücretlerin Asgari Ücrete Yakınsaması ve İlgili Gelir Dağılımı Sorunları”. Özeti şu; ülkedeki neredeyse bütün ücretler, asgari ücretle eşitleniyor. Bir süredir dile getirilen toplumsal çöküşün temelindeki mesele çarpıcı hesaplamalarla ortaya konulmuş. Çarpıcı olan bir şey daha görülüyor. Bunun uzun süreli bir eğilim olduğu. 2000’li yıllardan başlıyor, 2014’ten sonra hızlanıyor. Dolayısıyla asgari ücretin niye belirleyici hale geldiği sorusunun yanıtı, bu eğilimi de anlamaktan geçiyor.
Öyleyse soralım: Toplumun büyük kısmını, deyim yerindeyse niye döve döve asgari ücret sınırına sürdüler?
***
Türkiye’deki değişimi uzun süredir tek bir harita üzerinden anlamaya çalışıyoruz. İllerin gösterildiği o harita seçimlerde kullanılıyor sadece. Başka bir işe de yaramıyor zaten. Oysa sermaye birikiminin eğilimlerini, birikim araçlarındaki değişimleri, küresel pazarlarla eklemlenme biçimlerini gösteren haritalar var bir de. Orada coğrafya bambaşka şekiller alıyor.
Mesela; Ulaştırma Bakanlığı’nın haritasına baktığımızda limanlar, demiryolları, havaalanları, otoyollardan oluşan bir ülke çıkıyor karşımıza. Tarım Bakanlığı’nın haritasında ekili arazilerin neye dönüştüğünü, tarımsal üretimde çiftçiyi yerli ve yabancı gıda şirketlerinin ‘marabası’ haline getiren, tohum ve gübre şirketlerinin de zincirin halkalarını oluşturduğu, yeni tip bir örgütlenmeyi fark ediyoruz. Sanayi Bakanlığı’nın haritasında 400 OSB ile özel şirketlere tahsis edilmiş 40’a yakın endüstri bölgesinin etrafında şekillenen ‘üretim havzaları’, illerin yerini almış. Maden ve enerjiyi epey karışık. Sürekli değişiyor.
Anadolu yeniden haritalanıyor. Her gün karşımıza çıkan ve sinirimizi zıplatan kamulaştırmalar, rezerv alan ilanları, orman vasfından çıkarılmış araziler, kıyı işgalleri, su kaynaklarının şirketlere tahsisi, meraların madenlere açılması, imar planlarındaki değişiklikler de haritalamayı hızlandıran politikalar.
Muğla’nın yüzde 65’i maden ruhsatına açılıyor. Aynı zamanda güneş, termal, akarsu, kömür vb. kaynaklara dayalı enerji yatırımlarına da açılıyor. Aynı zamanda turizm için yer tahsisleri yapılıyor. Otel projeleri büyüyor, koylardaki yat limanlarının sayısı artıyor. Yolların yanına ticaret limanlarına bağlanan hızlı tren hatları döşeniyor. Hatta bunların çoğunu İngiltere Ticaret Bakanlığı finanse ediyor. Kaç kişinin yolculuk edeceği bile belli olamayan Yozgat’ın Yerköy ilçesinden Gaziantep’e yapılan hatta milyarlarca Euro borç veriyorlar. Çünkü hat Gaziantep’ten de Mersin Limanı’na uzanacak.
Ya da Ankara, yan yana inşa edilen devasa lojistik depoları, ortak üretim zinciri içinde yer alan KOBİ’leri bir araya toplayacak birden fazla sanayi üssü ile Kuzey Batı’dan İstanbul’a, Kuzey Doğu’dan Çankırı ve Kırıkkale’ye doğru genişliyor. Geçerken bir bakın. Henüz boş olan kocaman alanlar inşa ediliyor. Etraflarında yeni imar planları ile dikilen konut projeleri göze çarpıyor. İstanbul’un Gebze’ye doğru genişlemesi de öyle. Amazon, Trendyol gibi küresel tekellerin lojistik depolarının peşi sıra, birer ordu tümeni nizamında BİM, Migros, Mudo vs. yerli şirketlerin depoları hizalanıyor.
Karadeniz kıyısında, Çaycuma’da inşa edilen Filyos endüstri Bölgesi, Zonguldak-Amasra-Bartın-Karabük’ü tek bir ticaret bölgesi olarak birleştiriyor. Manisa, Eskişehir, Bergama gibi verimli arazilerde Tarım İhtisas Bölgeleri kuruluyor. Kamu inşaatlarının abonesi Bayburt Grup’un tarım şirketi Agrobay, Bergama’da binlerce dönüme sahip. Dünyanın en büyük serası onların. Herkesin yararlandığı su kaynaklarının da sahibiler artık. Küçük çiftçinin üretimi gıda tekellerine bağlı. Anlaşmalı ucuza üretim yapmak zorunda. Hadi ekti ve biçti diyelim; neyle taşıyacak? Nerede depolayacak? Hepsi ihracatçı şirketlerin hakimiyetinde.
Balıkesir’in dağları ve ovalarından başlayıp, Kapadokya, Kastamonu ve Tokat derken, Elazığ ile Tunceli’yi kesip Artvin’e uzanan jeoloji haritasında ise altın şirketleri sıralanıyor.
Daha çok harita inceleyebiliriz lakin manzara az çok anlaşılıyordur.
***
İşte Türkiye’nin yeni üretim altyapısı bu. Tamamı devrede değil ve hala inşa halinde. Koordinatları çok net: Ucuz hammadde, ucuz enerji ve ucuz emekle üret, ucuza depola, ucuza taşı ve içeriye pahalı, dışarıya ucuza sat!
Tüm memleket coğrafyasında böyle bir iskonto yapmak kolay değil. Yasa tanımamak, gaddar olmak, toprağını elinden almak için köylüyü jandarmaya dövdürmek, milleti ayartmak, baskı altında tutmak, zihinleri bulandırmak, uyuşturmak, suça bulaşmak ve suç ortaklığını yaygınlaştırmak gibi türlü maharet gerektirir. İşin doğrusu AKP’nin inşa ettiği siyasi rejimin başarısı bu oldu. “Çin olacağız” diye çıkılan yolun sonu, Bangladeşleşmeye vardı. Her açıdan ama…
Kim çalışacak madenlerde, lojistik depolarında, turizmde, tekstilde, tarımda? Sanayi namına yegane yatırımın elde olmayan ve ithal edilen cevhere ve yoğun enerji kullanımına dayalı demir-çelik dahil -ki orta teknoloji bile sayılmaz- ihtiyaç duyulan istihdamda aranan ilk özellik ucuzluk. 7 yaşındaki çocuklar boşuna tezgaha sürülmüyor. Geçim olanaklarını çökertmediğiniz, umudunu kırmadığınız, çırılçıplak beden gücüyle baş başa bırakmadığınız müddetçe, arzu edilen ucuzlukta iş gücü üretmek de epey zor. Ürettiğinizde onu yönetmek de özel bir tarz gerektiriyor.
Siyasi rejimin karakterini buralardan da düşünmek lazım.
Velhasıl toplumsal çöküşün kilit taşını oluşturan ücret erozyonuna sadece bölüşüm ilişkileri ile bakmak yanıltıcı olur. Neyi, nasıl ürettiğinizle, sermayenin kendi içindeki rekabetle, küresel pazarlarla nasıl ilişki kurulduğuyla, orada yeniden şekillenen iş bölümünde payına ne düştüğüyle de ilişkilidir.
Dolayısıyla tüm ücretlerin asgari ücrete yaklaşması sadece bir sonuç değil, bir hedeftir de.
Kaynak: Gazete Duvar