Bu mücadelelerin başarı elde etmesi, bu mücadele anlayışının güven kazanıp kitleselleşmesi ve güçlenmesi bu cendereden çıkışın tek yolu. 2022 yılındaki Migros depo işçilerini hatırlayalım. Depodaki direnişin Migros şubelerindeki dayanışma eylemleriyle desteklenmesi ve kamuoyu desteğini alması Migros’a geri adım attırmıştı. Şimdi sırada başka bir tekel olan Sabancı’nın CarrefourSA’sı var.
CarrefourSA depo işçileri 8 gündür maaşlarına zam yapılması ve işyerinde gerekli işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınması talepleriyle direniyor. Tabii bu talepleri dile getirdiği için işten atılan altı işçinin işe iadesi de talepleri arasında.
Direnişin üçüncü gününde direniş alanına yaptığımız ziyarette, Türkiye’de inşa edilen emek rejiminin de bir yansıması ve sınıf savaşının temel çelişkilerin berraklaştığı bir manzarayla karşılaştık.
Sefalet ücreti dayatmasına karşı direniş
Direnişin temel taleplerinden biri 21 bin lira olan maaşların 27 bin liraya çıkarılması. Konuştuğumuz bir işçi mesailerle birlikte eline ancak 25-26 bin lira geçtiğini söyledi. Her gün ve hatta ayda iki pazar mesaiye kalan bir işçinin dahi 32 bin lira aldığı ifade ediliyor. Kesintiler ve vergi dilimleri de en çok şikayet edilen konulardan biri.
Esenyurt Akçaburgaz bölgesi başta olmak üzere tüm depolarda dayatılan ağır, yoğun, işçi sağlığını tehdit eden, güvencesiz ve düşük ücretle çalışma disipliniyle birlikte düşünüldüğünde bu sayıların ne ifade ettiği daha rahat anlaşılabiliyor. Esenyurt Akçaburgaz, aklımıza gelecek tüm market ve e-ticaret firmalarının depolarının bulunduğu bir bölge. Taşeron firmanın olup olmamasına ya da firmalara göre kısmi farklılıklar olsa da bütün depolarda benzer çalışma koşulları var. İşçiler bu benzer koşullar arasında en kötüsünün CarrefourSA olduğunu ifade ediyor. Bunda taşeron firmanın olması da etkili tabii.
DGD-SEN Genel Başkanı Neslihan Acar, Migros direnişindeki kazanıma kadar bölgedeki depolarda asgari ücretle çalışmanın yaygın olduğunu, direnişin sonrasında “Depolara sendika girecek” korkusuyla maaşların asgari ücretin biraz üzerine çıkabildiğini ifade etti. Sendikanın girmemesi önemli. Çünkü şubelerin depoları sınırlı, ana depolardan günlük nakliye gerekiyor. İş günlük sevkiyatlara dayandığı için bir günlük aksama dahi ciddi zararlar üretiyor. Sendikanın girmesi de bu “aksama” ihtimalini oldukça kuvvetlendiren bir faktör. Bu yüzden kısmi maaş artırımı dışında sendikalaşmaya karşı sürekli bir baskı ve işten atma tehdidi de önlemlerden bir diğeri oluyor.
Depo işçiliği ağır bir iş olduğu ve ücretler de o kadar yüksek olmadığı için sirkülasyon yüksek. Konuştuğumuz işçilerin hemen hepsi bir seneden daha az süredir çalışıyor. Önceki işlerini sorduğumuzda yine kısa süreyle çalıştıklarını öğreniyoruz. İşten atılan işçilerden biri durumu şöyle özetliyor: “Biri burada çalışıyorsa yakın zamanda başka iş bulamamıştır. Borcu vardır ya da acil ihtiyacı vardır. Daha iyi iş bulana kadar çalışılır yani burada. Zaten bu paraya yapılacak bir iş değil.”
Şartların düzeltilme talepleri ise sistematik mobbingle bastırılıyor. Bir işçi yemeklerin kötülüğünden ya da tuvaletlerin pisliğinden şikayet ettiklerinde daha ağır bir iş olan deterjan ve meşrubat bölümüne sürüldüklerini ifade ediyor. Oradaki kolilerin çok daha ağır olduğunu ekliyorlar.
Şartların kötü olduğunu ifade eden işçilere başka bir iş aramayı düşünüp düşünmediğini de sorduk. Kimisi bu bölgedeki yerlerde maaşların benzerliğini ifade etti, kimisi de zaten aradığını, bulursa çıkacağını. Depodan çıkıp inşaatta çalışmaya başlayan bir işçi var örneğin. Kazancının 2-3 katına çıktığını söylüyor. Ancak işe girdikten iki ay sonra bir iş kazası geçirdiğini ve parmağının koptuğunu, yakın zamanda ameliyat olacağını söyledi. Yani iş değiştirmek -her şey yolunda giderse, örneğin bir iş kazası olmazsa- kısmi düzenleme sağlasa da radikal bir fark yaratmıyor. Yazının devamında anlatacağım İSİG önlemlerine dair kısımda, o bölgede “işlerin yolunda gitmesinin” zaten bir istisna durumu olduğunu anlayacaksınız.
Sirkülasyonu azaltmak ve işçilerin çalışma sürekliliğini biraz daha sağlamak isteyen şirketler maaşları biraz daha artırıyor. Örneğin BİM’de işçiler 27 bin lira alıyor. CarrefourSA depo işçilerinin talebi de buradan geliyor. Aynı iş yapılacaksa niye 6 bin lira daha az kazansınlar ki?
Mücadelenin arka planı
Altı işçi işten atılmış ama depodaki işçilerin tamamı iş bırakmış. Bu önemli bir detay. Çünkü şu anda depo çalışmıyor. Dayanışma eylemlerinin yapıldığı bir CarrefourSA şubesindeki yöneticilerden biri, bu durumun kendilerini de zora soktuğunu söyledi. Kendi depolarının yakınlarındaki şubelere nazaran daha büyük olması sebebiyle kendilerinin bölgesel bir depo gibi işlemeye başladığının, buna da yetişemediklerini söyledi.
DGR adlı taşeron firmada çalışan 250’sinin birden bu direnişe katılmış olması, örgütlülük ve bilinç düzeyi açısından takdire şayan. Bunun kendiliğinden ortaya çıkamayacağı açık.
DGD-SEN Genel Başkanı Neslihan Acar’a çalışmanın geçmişini sorduğumuzda, dört yıldır kesintisiz bir faaliyet olduğunu öğreniyoruz. 2021’de işten atılan kadrolu bir işçinin direnişiyle depoya girdiklerini ifade eden Acar, karşılaştıkları manzarayı şöyle özetliyor: “50 kadrolu işçi, geri kalan 250 işçi DGR ve Onur diye iki taşeron firmaya bölünmüş. Geldiğimizde taşeron işçiler sendikaya üye olma haklarının olduğunu dahi bilmiyordu. Çay molasında taşeron işçiler önde olmasına rağmen Carrefour personelini gördüğü an arkaya geçiyordu.”
Dört yıl boyunca çeşitli iş bırakma eylemleri yapılmış, bir saatlik ya da iki saatlik. Mesai dayatmasına karşı mesaiye kalmama eylemleri örgütlenmiş. Kısmi kazanımlar da elde edilmiş.
250 işçinin tamamına iş bıraktıracak örgütlülük ve bilinç böyle istikrarlı bir faaliyetle mümkün olmuş.
Bu örgütlenme faaliyet ayrıca incelenmeyi de hak ediyor ancak başka bir yazının ya da söyleşinin konusu olsun.
Ya 3 metreyle ya 3 saniyeyle hayatta kalmak
Direnişin temel taleplerinden bir diğeri de gerekli İSİG önlemlerinin alınması. Direniş alanındaki işçiler depo içinde çektikleri fotoğraf ve videolarla da çalışma koşullarını gösteriyor. Depoda her an toplu bir katliam olabilir. İşçiler rafların üzerine yüklenen yüke göre ince olduğunu belirtiyor. Görüntülerden de anlaşılacağı üzere kiminin tutma vidaları bile yok. Raflar sabitlenmemiş. En ufak bir sarsıntıda ya da örneğin depo içinde sürülen araçların çarpması durumunda rafların üzerlerine düşeceğini ifade ediyorlar.
Raflardan sürekli olarak paletler ve kolilerin düştüğü ifade ediliyor. Bir işçi durumu şöyle anlatıyor: “Yağ, deterjan, soda, meşrubat kolileri… Kilolarca bunlar. Metrelerce yükseklikten düşüyor aşağı. Ya 3 metreyle ya 3 saniyeyle kurtuluyoruz.”
Depo içindeki taşıma araçlarıyla işçiler aynı koridorları kullanıyor. Bu yüzden sık sık bu araçlar çarpabiliyor. Şu ana kadar ölümlü bir kaza olmamış ama eli, kolu, bacağı kırılan çok. Kimle konuşsak bir kazada iki bacağı birden kırılan ve şirketin yüzüstü bıraktığı işçiden bahsediyor. Davasını açmış, hukuki süreç sürüyormuş.
Bu kazaların en önemli sebeplerinden biri de bu araçların eğitim verilmeden kullanmaya zorlanması. Normal şartlarda bir eğitimi ve bu araçlar için düzenlenen ehliyet var. Ancak şirket önce bu eğitimin masrafını işçilerden kesmek istemiş. İşçiler de bunu kabul etmediklerini ve bu yüzden herhangi bir eğitim ve ehliyet almadan sürmeye zorlandıklarını ifade ediyor. Bir işçi, bir grup arkadaşıyla birlikte para kesintisine razı olduklarını müdüre söylediklerini ancak buna rağmen müdürün “Bunlarla uğraşamayız” dediğini ifade etti. Başka bir işçi ise ehliyeti olmadığı için kullanmak istemediğini, bunun kendisini hukuki açıdan da zora sokacağını bilmesine rağmen kullanmak zorunda olduğunu belirtti. Kullanmaması durumunda içinde 12 tane 2,5 litrelik meşrubat şişelerinden oluşan kolileri kendi gücüyle 4-5 kat yukarı çıkarmak zorunda kalacağını söyledi.
Zaten bel fıtığı, sırt ağrıları, bacak ve diz bölgelerinde kas, bağ ve tendon rahatsızlıklarından bahsetmeyen yok. Herkesin en az bir rahatsızlığı var.
Sorun sadece önlem alınmaması da değil. Bir kaza durumu yaşandığında da önemsenmiyor. Bir işçi çalışırken bacağının sakatlandığını, ancak iki saat boyunca depoya bir ambulans ya da herhangi bir araç gelmediğini söyledi. İki saat sonra getirilen aracın da kendisini hastaneye bırakıp gittiğini, hastaneden çıkabilmek için eşini hastaneye çağırmak zorunda kaldığını belirtti. Başka bir işçi ise taşıma aracı çarpan bir işçinin hastaneden rapor alıp müdüre teslim etmesi sırasında, müdürün “Çalışacaksan çalış, çalışmayacaksan git” dediğini, bu yüzden arkadaşının yaralanmış haliyle çalışmak zorunda kaldığını söyledi.
“Gıda bölümünde 2-3 cm kalınlığında toz olur mu?”
İşçi sağlığı ve güvenliği önlemleri kapsamında temel sorunlardan biri de hijyen. İşçiler çalışma ortamlarında inanılmaz bir toz olduğunu, havalandırmanın çalıştırılmadığını ifade ediyor. Bir işçi, işe başlayalı henüz bir ay bile olmadığını ama çalışmaya başladığından beri bademciklerinin iltihaplandığını ve tam olarak iyileşemediğini ifade etti. Maskeyle çalışmak zorunda kalan arkadaşlarının olduğunu da ekliyorlar. Başka bir işçi, raflardaki tozu şöyle ifade ediyor: “Gıda bölümündeki raflarda 2-3 cm kalınlığında toz olur mu? Burada var. Artık yapışmış, elle de çıkmıyor.” Bir diğeri, bir aydır depoda basit süpürme işlemlerinin bile yapılmadığını söylüyor. Bir başkası bazen tozdan gözlerini açamadığını, açtığında da hemen kıpkırmızı olduğunu belirtiyor. Yanındaki ağzını işaret ederek, ağzında yaralar çıktığını ve geçmediğini söylüyor.
Tuvaletlerdeki kirlilik hemen hepsinin dilinde. Ne tuvalet kağıdı yeterli ne de sabun. Tuvaletlerde aylardır duran kirlerin olduğunu ifade ediyorlar.
Bir işçi telefonuyla çektiği fotoğrafı gösteriyor. Bir dışkı fotoğrafı. Depoda kedilerin ve kuşların olduğunu, pisliklerinin ise temizlenmediğini söylüyor.
Küflü ekmekler, yetersiz yemekler…
İşçilerin bahsettiği bir diğer konu da yemekler. Küflü ekmekler, böcek çıkan yemekler sendikanın paylaşımlarıyla da gündeme gelmişti. Yemeklerin çok kötü ve yetersiz olduğu hepsinin ortak kanaati. Sık sık makarna çıktığını, salatayla karın doyurmaya çalıştıklarını ifade ediyor bir işçi. Kahvaltı verilmiyor, sadece bir poğaça veriliyor. Çayın verilmesinin bile yönetimle bir mesele olduğunu anlatıyor biri ve ekliyor: “Çayı bile çok görüyorlar, çay ya, kaç kuruş sanki?” Zaten bu konu açıldığında her işçi söze işin ağırlığı ve harcadıkları eforu da hatırlatarak “İşe girdiğimden beri … kilo verdim” diye başlıyor.
Haysiyet mücadelesi
İşçiler tüm bu kölece çalışma koşullarıyla birlikte onurlarının kırıldığını da ekliyor. Şeflerin ve müdürlerin kaba davranışları, sürekli hakaretler, hedeflerin tutturulmadığı zaman yedikleri azarlar… Bir işçi performans baskısı yapan müdürün kendisine “Gerekirse kendinizi yırtın, bu hedefleri tutturun” dediğini söylüyor hafif içerleyerek ama daha çok da öfkeyle. “Ne demek kendinizi yırtın!”
Küflü yiyeceklerin kendilerine verilebilmesi, pis tuvaletleri kullanmaya zorlanmaları, çay verilmesinin bile mesele olması, ama bir arkadaşlarının bacağı sakatlandığında iki saat o şekilde bekletilmesi gururlarına dokunuyor. Bunu anlatırken “Burada insanın bir değeri yok” diyor bir işçi.
Ücrete tabiiyet
Bu kadar ağır şartlarda ve bu kadar düşük ücretle çalışma dayatmasını kavrayabilmek için ücrete tabiiyet derecesini de anlamamız gerekiyor. Malum artık eğitim de sağlık da oldukça masraflı. Ev sahibi olma oranları giderek düşüyor, yani barınmanın maliyeti de yüksek kiralarla birlikte iyice arttı. Neoliberal politikalar, özelleştirmeler, ticarileştirmeler, temel ihtiyaçların dahi finansal spekülasyonların konusu olması, milyonlarca insanın elinde hayata tutunması için sadece ücret gelirini bıraktı. Ücret, kapitalizm tarihi boyunca hep temel mücadele konularından biri oldu ama belki de bu çelişki tarih boyunca ilk defa bu kadar derin yaşanıyor. Ücrete tabiiyet arttıkça bu ağır ve düşük ücretli çalışma disiplinine razı olma durumu da artıyor.
Konuştuğumuz işçilerin ekseriyeti kirada. Kimisi tanıdık ya da akraba evinde kirada kaldığı için daha ucuza kalabiliyor ama herkes o kadar şanslı değil. Konuştuğumuz işçilerin ekseriyeti 15-16 bin lira civarında kira verdiklerini belirtiyor. Faturaların da yüksek olduğundan şikayetçiler. Bir işçi iki kız kardeşini okuttuğunu, en azından iyi bir okul kazanabilsinler diye onları dershaneye gönderdiğini ve dershane taksiti yatırdığını söylüyor. Başka bir işçi rutubetli bir evde kaldığını ama şu şartlar altında daha iyi bir eve çıkmasının pek olanaklı olmadığını da belirtiyor.
Küçük çocukları olanların eşleri çalışmıyor. Normalde çalışıp da doğumdan sonra eşi işini bırakan da var. Çünkü çocuğun bakımının bir masraf kalemi olmaması gerekiyor. Zira kadının alacağı maaş, o masrafla kıyaslanınca pek cazip gelmiyor. Bir işçi, eşinin öğretmen olduğunu ve doğumdan önce bir özel okulda çalıştığını söyledi. Öğretmen eşinin de asgari ücret aldığını ekledi. Eşinin çalışma koşullarını da kendininkine benzetiyor, onunkini de aynı taşeron sistemi olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Taşeron dedikleri aynı firavunların uyguladığı sistem gibi. Önüne geçemiyorlar. Çünkü haksız kazancı seviyorlar.”
Hepimizin hikayesi
CarrefourSA depo işçilerinin hikayeleri münferit değil. Milyonlarca işçiyle aynı kaderi paylaşıyorlar. Neoliberal politikalar sonucunda milyonlarca emekçi hayata tutunmak için sadece ve sadece ücret gelirine mahkum oldu. Bir ömür de o ücreti daha iyi hale getirmenin mücadelesini veriyor. Bu tabiiyet derecesi milyonları böylesi kölece şartlara da razı ediyor.
Peki bir ömür peşinden koşulan ücretin durumu? O konuda da Şimşek yönetimi bir karar verdi. Tekelci sermaye gruplarının talep ve çıkarları ekseninde şekillenen program, mümkünse bir kuruş dahi zam vermemeye dayalı. Ocak ayındaki zamların yüzde 15-20 bandında seyredeceğinden bahsediyorlar. Son yılların en şiddetli yoksulluğu yaşanıyor, kitlesel işsizlik, yani bir ömür peşinde koşulan ücretten de mahrum kalma tehlikesi ise kapıda. Sanayideki daralma verileri, bu tehlikenin çok da uzakta olmadığının göstergesi.
Bu yoksulluk ve işsizlik kıskacında Türkiye işçi sınıfı içinde kazan kaynıyor. Türk-İş ve Hak-İş yakın zamanda ek protokoller, vergi dilimlerinin düzenlenmesi talepleriyle farklı illerde mitingler yapacağını açıkladı. Sermaye düzeninin işçi sınıfı içindeki supapı olan bu konfedarasyonların sınıfın sorunlarına çözüm üretme gayesinde olmadığını anlıyoruz ama bu miting kararları, kontrol altında tuttukları işçi kitlesinin huzursuzluğunu dizginlemekte güçlük yaşadıklarının bir göstergesi. Polonez işçileri, Lezita işçileri, çeşitli belediye işçileri, CarrefourSA depo işçileri, yazı direnişle geçiren öğretmenler ve saymadığımızı niceleri bu huzursuzluğun dışa yansımalarına örnek
Bağımsız sınıf mücadelesi çizgisi
Ancak işçi sınıfı bu kaynayan kazanı taşıyabilecek örgütlerden de büyük oranda mahrum. DİSK de bir süredir sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda adım atmaktan uzak. Bu yüzden işçi sınıfı bu cendereden çıkış konusunda oldukça dezavantajlı.
Ama buna rağmen sınıfın çıkarlarını esas alan, toplu sözleşme düzeneği sınırlarına takılmadan fiili-meşru mücadeleyi benimseyen mücadele damarı da var. DGD-SEN’in CarrefourSA depo direnişi en yakınımızdaki örnek. Bu mücadelelerin başarı elde etmesi, bu mücadele anlayışının güven kazanıp kitleselleşmesi ve güçlenmesi bu cendereden çıkışın tek yolu. 2022 yılındaki Migros depo işçilerini hatırlayalım. Depodaki direnişin Migros şubelerindeki dayanışma eylemleriyle desteklenmesi ve kamuoyu desteğini alması Migros’a geri adım attırmıştı. Şimdi sırada başka bir tekel olan Sabancı’nın CarrefourSA’sı var.
Bu emek rejiminde gedik açabilmenin yolu böyle başarılardan geçiyor. Sınıfın hareketinin fiili-meşru mücadelelerini birleştirip güçlendirecek politik inisiyatif merkezi ihtiyacının giderilmesi de bu yoldan geçiyor.
Aynı şekilde bu mücadelenin ücrete tabiiyeti sınırlandıracak mücadelelerle desteklenmesi gerekiyor. Bunun yolu da hak mücadelelerinden geçiyor. Eğitim, sağlık, barınma, yaşlı ve çocuk bakımı, enerji, ulaşım ve aklımıza gelecek her türlü temel ihtiyacın kamusal niteliğinin artırılması mücadelesi ücrete tabiiyet derecesini düşürecek ve bu kölece koşullara rıza gösterilmesini baskılayacaktır.
Desteğe ihtiyaç var
Bitirirken işçilerin ve sendikanın destek çağrılarını da yazalım. İşçilere, “Size destek olmak isteyenler ne yapabilir?” diye sorduğumuzda “CarrefourSA marketlerden alışveriş yapılmasın” diyorlar. CarrefourSA şubelerinde eylem yapanlardan da minnetle bahsediyorlar. Yine direniş alanında kendilerini ziyaret edenlerden de.
DGD-SEN Genel Başkanı Neslihan Acar, direnişin duyurulması, kamuoyu oluşturulması konusunda desteğe ihtiyaç duyduklarını dile getiriyor. Direnişin maddi bir yükü olduğunu ve kendilerinin herhangi bir konfederasyondan ya da başka bir yerden gelirlerinin olmadığını, direnişe maddi olarak da destek ihtiyacı olduğunu ekliyor.
Kaynak: sendika.org