Mert Batur
“Ben neden buradayım, bilmiyorum.”
Soma Katliamı’nda sorumluluğu olan bir kısım kamu görevlisinin yargılanmasına, 10.
yıl dönümüne beş gün kala başlanabildi. Aileler, madenciler, avukatlar, gazeteciler Soma
Adliyesi’nde küçücük bir salonda toplandık. Mahkeme salonunda karşı karşıya yaklaşık on beşer avukat ve iki sanık vardı. Sanıklar, katliamdan önce madeni denetlemiş iş müfettişleriydi. Biri; katliamdan sadece 47 gün önce “herhangi bir eksiklik bulunmadığı” raporu vermiş teftiş heyetinde müfettiş yardımcısıyken bugün Bakanlık bünyesinde başmüfettiş olmuş, çok rahat, avukatlara “Bu sorulara cevap vermek zorunda mıyım? Şov yapmayın!” demeye kalktı. Diğeri, elleri ve sesi titreyerek, kim olduğunu ve bu kaskatı savunmaya nasıl hazırlandığını bilmeseniz utanç zannedeceğiniz yapay bir tedirginlikle konuştu ve nihayetinde savunmasını bitirirken söyledi bunu: “Ben neden buradayım, bilmiyorum.”
Bunu der demez, o ana kadar salonda süren suni sessizlik hakimin salondan çıkarma tehditleri altında ailelerin “Biz neden buradayız o zaman? Sen suçsuz, şirket suçsuz, devlet suçsuz, demek ki biz suçluyuz!” diye bağırmasıyla bozuldu.
Biz neden mahkeme salonundayız?
Soma Katliamı davasında “olası kast” tespiti yapan, yani patronların “katliam olursa olsun,
madenciler ölürse ölsün” diyerek hareket ettiğini söyleyen heyetin alelacele değiştirilmesinden sonra yerine getirilen heyet ölen her bir madenci başına 8 gün hapis cezasına hükmetmişti. Bundan bile yıllar sonra, kamu görevlilerinin yargılanması için ancak mahkeme salonundayız.
Çünkü dönemin AKP’li Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik “Ben memurumu
yargılatmam!” demişti, Bakanlık bünyesindeki iş müfettişlerinin yargılanabilmesi için yine
bakanlığın izni gerekiyordu ve Bakanlık bu izni vermedi. Bu izin vermeme kararına karşılık
2020’de Anayasa Mahkemesi’nin yaşam hakkı ihlali kararı vermesinin ardından, yani bu arada bile üç yıldan fazla zaman geçmişken, yargılama başladı.
Yargılama konusu edilen suçlama kıytırık, yatarı bile yok; görevi kötüye kullanma. Sanıkların görevi kötüye kullanarak sebep olduğu sonuç; yani 301 madencinin ölümü ve 162 madencinin yaralanması yıllar içinde buharlaştırılmış. Halbuki Soma’da, 13 Mayıs’ın konuşulmadığı gün hâlâ yok gibidir. Yargılananlar arasında Çalışma ve Enerji Bakanlıklarının üst düzey yetkilileri, ve elbette Bakanların kendisi yok. (Diğer siyasi sorumlular, esasta da dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın haşa adı bile geçemez.) Katilin neredeyse maktul çıkarıldığı, mahpusun sanıklar değil şikayetçi avukatlarından Selçuk Kozağaçlı ve Can Atalay olduğu bir yargılamadan beklenebileceği gibi… Yani mahkeme bir müsamere yeri ama biz sahnede oyuncu değil, sahne arkasında ışıkçıyız. Dekor iyice ortaya çıksın, göstericiler sıcağından terlesin, seyirciler sahneye çıksın ve yönetmenin koltuğu devrilsin diye spotların derecesini yükseltiyoruz.
Katliamın ana davasında olası kast kararı kaldırılırken söylenen gerekçe mealen yeterli
denetimin yapılmadığı ve bu sebeple patronların gerekli önlemleri alabilecek kadar eksiklerin farkında olmadığıydı. Şimdi bu eksik denetimi yapanlar, yani Bakanlık müfettişleri de yargılanırken “Biz ancak mevzuat sınırlarında denetim yapabiliriz. O dönem mevzuat farklıydı ve daha fazlasını denetleyemezdik.” diyor. Üstelik patronlar ve Bakanlık arasında birbirlerine karşı bir suçlama bile yok, 301’in hatırası ve geride kalanlar karşısında tastamam bir birliktelikle duruyorlar, birbirleri hakkında sorulan soruları geçiştiriyor ya da yalanlıyorlar. Elbirliği ile suçu o zamanın denetim mevzuatına atıyorlar. Bu mevzuat da bugün çoktan değiştirildiğine göre… Sanık, mağdur, mağdur yakını, avukat, hakim, savcı, izleyici, salon, adliye, kürsü, masa, kamera, mikrofon, her şey var ama suçlu yok. Yani kimse tarafından işlenmemiş bir suçun, failsiz bir fiilin varlığını tartışıyor mahkeme. Ama işin kötüsü, bir zihin egzersizi olarak değil; 301 madenci; yani 301 aile, 301 kere babasız kalmış çocuklar, 301 kere evlat, arkadaş, yoldaş kaybı, 301 çarpı 10 yıl kere eziyet, 301 mezar yeri, 301… Yani 10 yıllık büyük gerçeğimizin üzerine basarak.
Bizim sesimiz nerede?
Sabahattin Ali bir öyküsünde Konya yolu inşaatında yanık sesiyle vadiyi inleten ama 1937’nin Avrupai Ankara musiki salonlarında “sesini bulamayan” Sivaslı Ali’yi anlatır. 22 yaşındaki bu genç adam adını ilk kez salona girince duyduğu piyanolu sahnelerde girdiği seçmelerde, bir türlü inşaat işçilerinin kaldığı çadırın önünde bir el arabasının üzerinde kafasını bile doğru düzgün kaldırmadan söylediği gibi türkü söyleyemez.
Bizim halimiz de böyle, mahkeme salonlarında mücadelemizin sesini bulamıyoruz. Elbette
“çamurlu ayakkabılarımız, kırmızı halılar, basıcaz tabi ki aşk olsun” ama yine de Konya yolunda ay ışığı altında söylemenin yerini tutmuyor. Yarın Soma’da ve birçok yerde 10. yılında 301’i asla unutmayacağımızı; Soma’ya, Ermenek’e, Bartın’a, İliç’e adalet için mücadele kararlılığında olduğumuzu söylemek için sokaklarda buluşacağız. Daha iyi, ama yine de hala Konya yolunda değiliz sanki.
Memleketin maden bölgelerinde iş cinayeti ve uzuv kayıplarına sebep olan büyük kazalar
gündelik hayatın olağan bir parçası. İş kazası sonrası ameliyat edilmeyi beklerken sağlık
durumu sebebiyle işten çıkarılma, iş kazası tutanağı tutturduğu için yevmiye kesintisi, iş cinayeti sonrası “hadi hadi”lerle yeraltına girmeye zorlanma, karşı çıkana eziyet, tehdit, tecrit işin normali. Çalışma saatlerinde artış, ücretsiz fazla mesai, üretim baskısı, onur kırıcı muamele, küfür ve aşağılama, sarı sendika yağması, sendikal baskı; olağan bir çalışma günü. Soma Katliamı sonrası kömür madenlerinde gelen çift asgari ücret, çift hafta tatili tehdit altında. Tüm bunları her gün yeniden mümkün kılmak için her türlü yalan, dolan, manipülasyon, her değerin istismarı; yine de tutmazsa ekonomik, siyasi, hukuki her türlü zorlama ve yine de bozulursa toplumsal, ailevi, adli ve adi şiddetle her türlü cezalandırma. Durum bu. Üstelik her ay en az bir Soma kadar işçinin iş cinayetleriyle katledildiği bir gerçekliğin yalnızca bir parçası bu durum.
Şimdi yolun başındayız. Devam edebilmemiz için asıl soru şu: Bütün bunları mümkün kılmak için sabahtan akşama, akşamdan sabaha yemeden, içmeden, uyumadan uğraşan güçlerin karşısına; madencilerin ve bir bütün olarak işçi sınıfının kendi çıplak bedenini koyması için, yani bir daha hiçbir yer Soma gibi katliamın adıyla anılmasın diye ayağa kalkacak bir işçi hareketini var etmek için düşmanlarımız kadar sorumluluk üstlenebilecek miyiz? Sabahtan akşama, akşamdan sabaha, yemeden, içmeden, uyumadan…
Dürüst olalım, bunlar tek bir insandan beklenemez, beklenebilir diyen dostlarına yalan söyler. Neyse ki bu ahval ve şerait içinde halihazırda bütün eksiklerine ve imkansızlıklarına rağmen öyle ya da böyle örgütlenmelerle, küçük ya da büyük düzeylerde, gündelik ya da orta hesaplı taleplerle mücadele etmek konusunda sürekliliği olan işçi direnişleri ve odaklar var. Bundan güç alıyoruz; ama esas soru bu direnişlerin içinden ya da dışından siyasi zemine, esas karşılaşmaya ve hesaplaşmaya, yani mahkemelere konu edilemeyecek çatışmalara göz dikenlere.
O zaman soruyu bu bağlamda yineleyelim; bu hesaplaşma için biri uyurken diğeri uyumayan, biri dinlenirken diğeri yataktan kalkan, biri umutsuzluğa kapıldığında diğeri iki elini birbirine vurup “Haydi” diyen, biri yanıldığından diğeri düzelten, biri tutsak düşünce diğeri yerine geçen, biri öldüğünde diğeri doğan… Bu mümkün mü? Yani güncel ve tarihsel olarak işçi sınıfı mücadelesinin parçası olan bir beraberliği; gündelik, sendikal, toplumsal, siyasal mücadele birliklerini kurabilir miyiz? Şimdilik kenardan izleyenler ama mücadeleye yıllarını vermiş olanlar da dahil herkes dürüstçe cevaplayacak bu soruyu; sonra da en yakın olanlardan başlayarak taşları kaldıracak, çukurları kapatacağız.
İşte şimdi yola çıktık demektir. Korkmayalım, önce mezarlıklardan geçiyoruz; ama sonra, ben Sabahattin Ali’nin yalancısıyım, Konya yolundan Sivas’a giderken bizi hayrete düşürecek güzellikte ay ışığı manzaraları ve sesler bekliyor. Ve biz, katillerin aksine, neden orada olduğumuzu çok iyi biliyoruz.